Geçen hafta değerli romancımız Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bir yazısını okumuştunuz. Bu hafta yine devam edelim. Yazar, 1921 yılı Mayıs ortalarında İnebolu’dan Ankara’ya geçerken Küre’nin şirin bir mevkii Ecevit’teki meşhur bir handa konaklamış. İzlenimlerini ‘Ilgaz’ın Eteğinde’ başlığı ile İkdam gazetesinde yazmış; Açıksöz de bunu iktibas yapmış. Kalemi güçlü bir yazarın yıllar önceki yolculuğunu ilgiyle okuyacaksınız. Araya girip yorum yapmayayım; kendiniz değerlendirin:
“İnebolu’dan Anakara’ya giden yolcu beş, altı yerde konaklamaya mecburdur. Bu konaklardan birisi Ecevit denilen köydür. Orada İsmail Çavuş namında yetmişlik bir ihtiyarın hanı var. Ecevit’in suyu, havası mevki’in letâfeti dillere destandır. Ve İsmail Çavuş’un hanı Anadolu’nun en temiz, en rahat hanlarından biridir. Gece saat kaçta vâsıl olursanız olunuz burada bir sıcak çorba, bir temiz yatak bulma imkânı vardır.
İhtiyar hancı sizi kapının eşiğinden kırık karanlığa doğru uzattığı bir lamba ile karşılar. Ve ‘kaç kişisiniz’ diye sorar. Gelenler mutlaka kalabalıktır. Zira Karadeniz limanlarından Ankara’ya doğru mütemâdî bir akım var. İnebolu’da bulunduğum birkaç gün zarfında bu sefere hazırlanan otuz, kırk kadar yolcu gördüm. Bunlardan birçokları haftalardan beri ya araba ya izin beklemekte idi. Biz Ecevit’e vâsıl olduğumuz zaman arabacılarımızla beraber on beş, yirmi kişi kadar vardık. Onun içindir ki İsmail Çavuş’un ‘kaç kişisiniz?’ suali bizi ürküttü. On iki, on üç saatlik araba yolculuğundan sonra geceyi sokakta geçirmekten daha feci ne olabilir? Bereket versin ki gayûr hancı, ne yapıp yaptı hepimizi ikişer, üçer odalara yerleştirdi. Anadolu’da yolculuk etmemiş bir adam için İsmail Çavuş misafirhanesinin kıymeti sonradan anlaşılıyor. Kastamonu ve Ankara gibi vilayet merkezlerinde bile bu otelin bir mislini daha bulmak kabil değildir. İsmail Çavuş ne kadar yektâ bir müessesenin sahibi olduğunu biliyor. Ve bütün gelip geçenlere öğretip duruyor: ‘Bütün beyler, paşalar hep burada kalırlar. Ve hep memnun olarak giderler’ diyor. Bizden bir akşam evvel Madam Gaulis kendisinde misafir kalmış, uzun uzadıya onu anlattı. Nasıl ikram etmiş, kendine gece yarısı yıkanmak için nasıl sıcak su hazırlatmış, kendi eliyle odasına nasıl götürmüş. Bütün teferruatına kadar bir bir hikâye etti. ‘Neden o kadar ikram ettin?’ diye sorduk. ‘Ne yapayım, emir emir üstüne geldi. Müfettişmiş dediler. Bizim için çalışıyormuş. Memlekete gidince rapor verecekmiş.’ Ve cebinden kemâl-i ehemmiyetle ‘Union’ gazetesi muhabirinin kartını çıkardı. Bize gösterdi. ‘Bak şurada ne yazıyor? Oku da anla’ dedi. Madam Gaulis, kartına şu cümleyi yazmıştı. ‘Buradan geçecek bütün yolculara İsmail Çavuş’un Ecevit’teki otelini tavsiye ederim.’
İsmail Çavuş, Ecevit vâdisinde, çam ağaçlarının arasındaki inzivâsında yalnız çorba pişirmek veya yatak sermekle meşgul değildir. Aynı zamanda memleketin ümranlı işleriyle de alâkadardır. Göğsünün üstünde bir maârif madalyası taşır. Bunu, kendi hanının biraz daha ötesinde, eskiden orman mektebi iken otel şekline ifrağ edilen bir binaya yetimleri yerleştirdiği ve onları okutturmak için Kastamonu valisi nezdinde birçok teşebbüslerde bulunduğu için almış. Bu en ziyade lezzet ve hayretle anlattığı muvaffakiyetlerinden birisidir. Ecevit hancısının şimdiki ahval hakkındaki fikrini yokladım. Millî hükûmetten gayet memnun görünüyor. Diyor ki ‘Hamd olsun her şey yoluna girdi. Şimdi burada her şeyi millet idare ediyor. Hüküm hep onun. Ne hırsızlık var, ne katil. Tek başına İnebolu’dan çık, Kastamonu’ya kadar git. Yolda uygunsuz takımdan hiç kimseye rast gelmezsin.’ Sonra sözümüz askerliğe intikal etti. ‘Bütün delikanlılar askere gülerek, oynayarak gidiyor’ dedi.. ‘Niye gitmesin? Bol bol yiyor, içiyor, cebine para giriyor, efendi gibi giyiniyor; askerlikte ne zaman bu kadar rahat vardı?’
İsmail Çavuş biraz da mütecessistir. Hep kendisi söylemiyor, biraz da etrafındakileri söyletmek istiyor. ‘Avrupalılar Yunan’a yardım ediyorlarmış, doğru mu?’ diye soruyor. Sonra sözü İzzet Paşa Heyeti’nin gelip gidişine naklediyor. ‘Onlar sulh olmaya gelmişlerdir değil mi?’ diyor. Ve şeytânî gözlerle gözlerinizin içine bakıyor.
İsmail Çavuş İstanbul’da çok bulunmuş bir adam olduğu için bu derece açık gözü, mütecessistir. Hiç dışarıya çıkmamış yerliler arasında böylesine nâdiren tesadüf olunur. Merkezî Anadolu halkı bahusus köylü sınıfı, umumiyet itibariyle kendi işinden başka bir şeyle meşgul değildir. Bütün Avrupa ve Balkan milletlerini yakıp kavuran politikacılık hastalığı buranın eşiğine bile ayak basmamıştır. Ankara’da yeni bir hükûmet mi teşkil etmiş? Bu hükûmetle İstanbul hükûmetinin arası açık mı imiş, İstanbul neresi imiş, ne halde imiş? Bu gibi meselelere alâka gösteren Anadolu’ya rast gelmedim. Yalnız Yunan’la harp ettiğimizi hepsi kemâl-i hararetle biliyor. Çünkü burada bu harbe gerek uzaktan, gerek yakından bilfiil iştirak etmeyen tek bir fert kalmamıştır. Bizi götüren arabacılar kaç defa Ankara’ya cephane taşıdıklarını söylüyorlar. İlle bunların içinde bir tanesi var ki birkaç zamandan beri bu hizmeti görmekten mahrum kaldığı için mahzundur. Bu hususta İstanbul gazetelerinin yaptığı alegorik resimler hiç de mübalâğalı değildir. O sırtında mermi sandıkları taşıyan kadınlara, o mühimmat dolu arabaları çeken çocuklara bu yollarda sık sık rast gelinmektedir. Anadolu, Türkiye’nin günün birinde bu halden bezeceğini zannedenler yanılıyorlar. Bin türlü mahrumiyet ve meşakkat içinde yaşayan bu halkın simasında henüz ufacık bir yorgunluk alâmeti bile yoktur.”