VOLGA VOLGA TURU –
Ayten Hanımla Tanışıyorum – Ekim 2017
2017 yılının Ekim ayında Kastamonu Gazetesi’nin mekanlarında Melih Özel’e uğruyorum. Eşimin doğum günü olan 27 Ekim’de, yaptırdığı Aytaç Eruz Anadolu Lisesi’nin öğrencilerine helva ve kendisinin yaşamını anlattığım bir broşür dağıtacağım. Broşürle ilgili ayrıntıları görüşeceğim Melih Beyle. Melih Bey’in bürosunda otururken bir hanım beliriyor kapıda, ufak tefek, güzel ve son derece hareketli, cana yakın bir hanım. Harika bir Kastamonu ağzıyla Melih Bey’e yaptıklarını anlatıyor. Ben pür kulak kesiliyorum. Bayılırım Kastamonu ağzına. Saçları açık kestane rengince, gözleri parıldayan hanım anlatıyor da anlatıyor, bir proje kapsamında zihinsel engelli çocukların aileleriyle nasıl ilgilendiklerini açıklıyor ve daha neler neler. Merak ediyorum, “affedersiniz, siz kimsiniz?” diye soruyorum ve Türk Anneler Derneği’nin Kastamonu Şubesi yöneticilerinden olduğunu ve derneğin diğer üyeleriyle birlikte büyük bir özveriyle sayısız etkinliğe imza attıklarını ve kamu menfaatine yönelik sayısız işi başarıyla sonuçlandırdığını[1] daha sonra öğreneceğim o tatlı dilli, güler yüzlü hanım adını da söylüyor: Ayten Kızıltan. “Ayten Hanım”, diyeceğim usulca, “biz burs veriyoruz, sizin çocuklarınıza da verebilir miyiz?” Çocuklar ve anneler için sürekli kaynak yaratan Ayten Hanım’ın gözleri ışıldayacak ve bir akşam yemeğinde Ayten Kızıltan, Dr. Handan Doyum ve Şükran Kırkbeşoğlu ile konuyu görüşmek için buluşacağız.
Babam Opr. Dr. Şükrü Esen’i bütün Kastamonu gibi Ayten Hanım da, Şükran Hanım da tanıyor. Babam 1951 yılında Kastamonu Devlet Hastanesi’nde, Kulak Burun Boğaz Kliniği’ni kurduğunda ve daha sonra İstanbul’da Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde Kulak Burun Boğaz Kliniği şefi olarak görev yaparken herhalde Kastamonu’da ameliyat etmediği, tedavisini yapmadığı ya da yaptırmadığı hasta kalmamıştır.
Yemekte burslar da dahil oradan buradan konuşacağız, laf lafı açacak ve Ayten hanım birden diyecek ki. “Biliyor musunuz, biz gezi de düzenliyoruz.Bu gezilerden aldığımız grup avantajlarını da öğrencilerimize yansıtıyoruz.” Bu kadar hayırlı etkinliğin içinde bir de üyelerini ülke ülke dolaştırıp bütün bu ülkelerin kültürlerini öğrenmelerine fırsat tanıdıklarını, dahası bu gezilerde dahi destekledikleri öğrencilerin öncelikli olduğunu duyduğumda ben bir kez daha şaşıracağım.
Kastamonu’da – bu kez hayvanlara yönelik–Hayvan Hakları Federasyonu üyesi – olağanüstü işler başaran bir Ayten Hanım daha tanıyorum. Ayten Kökgöz. Eşim, Aytaç Eruz Anadolu Lisesi bânisi, yük. müh. Aytaç Eruz da yüce yürekli bir hayvanseverdi; o zaman tanıştırmıştı hâlen dostluğumuz devam eden Ayten hanımla. Herhalde bu adın bir özelliği var, diye düşünmeden edemiyorum. Tüm tanıdığım Ayten’ler son derece yetenekli ve çevresine yararlı insanlar.
Babam vefat edeli altı ay ve eşim vefat edeli birbuçuk sene oluyordu Ayten hanımla bu görüşmeyi yaptığımızda. Annem uzun yıllar babama bakmış, ben de çalışmaktan hiçbir geziye katılmaya fırsat bulamamıştım. Merak ediyorum, “Nereye gideceksiniz? “ diye soruyorum. Ve bizim de gitmek istediğimiz bir turu düzenleyeceklerini öğrendiğimde çok seviniyorum. Hiç görmediğimiz bir ülkeye gidiyor düzenledikleri gezi.
Böylece biz Ayten Hanımın ekibine katılarak 30 Haziran 2018 tarihinde uçsuz bucaksız bir ülkedeki Volga turuna dahil oluyoruz.
İstanbul – St. Petersburg
Uçak bizi Atatürk Havaalanından St. Petersburg’a götürecek. Havaalanında Ayten hanım ve grubuyla tanışıyoruz. Kastamonu’dan, Ankara’dan ve İstanbul’dan bizim dışımızda 40 kişi katılıyor bu maceralı Rusya yolculuğuna.
Annem ve ben çok heyecanlıyız, ilk kez organize bir geziye katılıyoruz ve ilk kez Rusya’ya gideceğiz. Turumuzun güzergâhı iki gün St. Petersburg, sonra ver elini Moskova diyeceğim, ama bu öyle kolay olmayacak. Çar Büyük Petro’nun (1682-1725) hayalinin gerçekleştiği, korkunç diktatör Stalin döneminde binlerce kurban verilerek Volga Nehri’nin sayısız seviye kanalıyla Moskova’ya bağlanması sonucunda, biz de uçsuz bucaksız nehirler ve Marmara Denizi’nin iki misli büyüklüğündekidevasa göllerden de geçerek beş günde Moskova’ya ulaşacağız. Aynı St. Petersburg gibi tarih, sanat ve kültürle bezeli bu güzel şehirde de birkaç gün kaldıktan sonra İstanbul’a döneceğiz. St. Petersburg ve Moskova arası otoyolla gidilirse 700 km, biz bu yolu kanallardan ve çoğu zaman Boğaziçi’nin birkaç katı genişlikteki, kıyıları tümüyle devasa çam ormanlarıyla çevrili su yollarından geçerek 1750 km’lik bir güzergâhtakatedeceğiz ve onyedi seviye havuzu sayesinde gemimiz Moskova’ya ulaştığında deniz seviyesinden 161 metreye yükselecek.
Rus Nehir Gemileri
St. Petersburg havaalanında bizi karşılayan rehberlerimiz eşliğinde otobüslere biniyor ve bundan böyle bize on gün ev sahipliği yapacak vapur büyüklüğündeki nehir gemimize vasıl oluyoruz.
Gemi dediğime bakmayın, aslında gelişmiş vapurlarla yapacağız yolculuğu. Tümü askeri gemi olan bu büyük vapurlar turistlere uygun restore edilmiş. Rusya’nın uçsuz bucaksızsu yollarında bu gemilerin biri geliyor, biri gidiyor. Gemileri devlet özel sektörle işbirliği içinde işletiyor.
Gemide çalışan genç kızlar, delikanlılar ve tüm personel disiplinli ve çalışkan. Kabinler iki kişilik, küçücük, ama her şey düşünülmüş ve son derece ergonomik. Zaten geziler için her gün neredeyse saat 06.30’da kalkıldığı için akşam yorgun argın yatağa uzanıyor ve derhal uyuyorsunuz, bu nedenle kabinin küçüklüğünden rahatsız olmuyorsunuz.
Bu gemileri gördükçe aklıma canım ülkemin askeri gemileri geliyor, biz herhalde olsa olsa jilet yaparız askeri gemilerimizden. Dahası eski Boğaziçi vapurları düşüyor aklıma… gerçekten meraklısının eline geçmediği sürece, çürümeye terkedilen Boğaziçi vapurları… çocukluğumdaki anılarda kalan Beylerbeyi’nde anneanneme ait yalının önünden geçerken el salladığımız, kaptan köşkünde sardunya yetiştiren kaptanın bize ip çekerek düdük çaldığı, o nice biblo misali güzel vapurlar. Sonra zaman içinde bu güzel vapurların yerini Boğaziçi’nin dokusuna hiç uymayan acayip biçimli deniz otobüsleri alacak ve Boğaziçi’nin böğrüne saplanan gökdelenlerle uyum içinde Boğaziçi’nin özgün kültürü yok edilmeye başlanacak.
St. Petersburg ve Moskova Arasındaki Onyedi Seviye Havuzu
Seviye havuzları ise belli başına görülmeye değer.Gemi ön kapısı kapalı seviye havuzuna girdikten sonra havuzun devasa arka kapağı kapanıyor ve havuz bir sonraki güzergâhın hizasına kadar suyla dolduruluyor. Sonra ön kapak açılıyor ve gemi yoluna devam ediyor. Seviye farkını ortadan kaldıran seviye havuzları sayesinde, bu uçsuz bucaksız su yollarında vapurlar ve gemiler rahatlıkla yol alabiliyorlar.
Nehir Turları … Rusya’nın Önemli Bir Gelir Kaynağı
Bu seviye havuzları sayesinde Rusya’nın Kuzey Denizleri’nden Karadeniz ve Hazar Denizine değin gemilerle ürünleri taşıması ve ticaret yapması olanaklı. Kaldı ki son yıllarda bütün bu kanallar turizme açılmış. Güzergâh üzerindeki konaklanan yerler planlı ve programlı turizme uygun hale getirilmiş ve güzergâhta bulunan bütün köy ve kentler turizmden de gelir elde ediyor. Daha sonra anlatacağım gibi, örneğin bu güzergâhlardan birindebir doğa köyü var, gezerken folklor kıyafetiyle genç kızlar gelip size şarkı söylüyorlar. Köydeki bütün evler ve kullanım alanları 19’uncu yüzyıldaki gibi inşa edilmiş. Turizm bütün bu olgularla bütünleşmiş ve bir bütünün birbirini tamamlayan parçaları olarak organize edilmiş.
Yine aklıma cennet ülkem ve cennet ülkemde boşaltılmış binbirköyünde, hazin sonlarını bekleyen kocaman ıssız konaklar geliyor ve bizim böyle bir turizmi canlandıramadığımıza sonsuz üzülüyorum. Ve yıkılmaya terk ettiğimiz harem selamlık bölümlü nice konağın hazin öyküsü. Bir türlü özgün restore edemediğimiz, etsek de kimsenin kıymetini bilmediği, neredeyse hiçbir zaman özgün haliyle koruyamadığımız nice tarihi yapıtlarımız ve canım ülkemin kalkınması için yapamadığımız binbir iş dolaşıyor zihnimde kuyruğu birbirine değmeden dolaşan 40 tilki misali ve tilkiler ortaklaşa ne kadar çok işi başarabileceklerini akıl edemiyorlar.
Rusya’nın Tarihi
Her köşebaşında bir tiyatro ya da bir sanat eserinin sizi karşıladığı bu güzel ülkenin tarihini de biraz bilmek gerekiyor. Aslında öyle çok geçmişe uzanmıyor tarihi. Yaklaşık dokuzuncu yüzyıldan başlıyor. İlk hükümdarları Viking kökenli. Moğollar ve Polonyalılar uzun yıllar Rusya’yı işgal ediyorlar ve Rusya bu iki ülkenin vasalı oluyor. Çevre devletlerle ve Osmanlı’larla da sürekli savaş halindeler. Ve belki de en önemlisi Çar Petro I (1682-1725) ve Osmanlıları büyük hezimete uğratan, aslında Alman kökenli olan Katherina II (1762-1796) gibi öngörülü ve Rus halkının menfaatlerini ön planda tutan hükümdarları olmuş. Çar Petro I dönemimde sayısız reform yapılıyor veKatherinaÇariçe olarak Rusya’yı yönetirken eğitim zorunluluğu getiriliyor.Donanmayı da kökten yenileyen, sanata önem veren Çar I. Petro’nun en büyük amacı kuzey denizlerini güney denizlerine açmak. Ancak Moskova Kanalı’nı açmak ve Moskova’yı bir liman kentine dönüştürmek korkunç bir diktatör olan Stalin’e nasip oluyor. Halkını büyük bir hezimete uğratan Stalin döneminde binlerce tutuklunun ölümü pahasına kanallar açılıyor ve St. Petersburgsu yollarıyla Moskova ile bağlanıyor. Dahası bu kanalların bir kolu Karadeniz’e, diğer bir kolu da Hazar Denizi’ne kadar devam ediyor.Her iki kent de yüzlerce yıl öncesinden günümüze ulaşmış, mümkün olduğu kadar tek bir taşına dahi dokunmamışlar ve tarihiellerinden geldiğince olduğu gibi korumayı başarabilmişler.
Türkiye’nin yaklaşık 21 misli büyüklükte olan, nüfusu 147 milyonu bulan bu devasa ülkede İkinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca Rus – ki Rusya çok uluslu bir ülke olmasından ötürü, bunların arasında Türk kökenliler de var – hayatını yitirecek, rakamlar 27 milyonu telaffuz etmektedir. Rusya’da halen yüzün üzerinde dil konuşulmaktadır. Bu dillerin başında Tatarca ve Ukraynaca gelmektedir.
1917 Bolşevik [kelime anlamı (Lenin’in taraftarı) “çoğunluk”] Devrimi’nden sonra Lenin ve Stalin’in yönetimi altında halk kan ağlayacak ve bu kez Stalin döneminde beş milyonu aşkın insan açlığa yenik düşecek. Bu rakama Stalin’in her gün ölüme gönderdiği binlerce kişi ve Sibirya’ya sürülenler dahil değil. Rusya, sayısız badire atlatarak bu günlere gelecek, ancak 1987 yılından Gorbaçov’un “Glasnost” (Açıklık, şeffaflık Ocak 1987) ve “Prestroyka” (Yeniden Yapılanma – Kasım 1987) kavramlarının ortaya attığı ve 1989 yılından itibaren sayısız topluma özgürlüklerini geri vermesinden sonra, yine eski değerlerine sahip çıkmayı başaracaktır.1918 yılında hunharca katledilen son Çar 2. Nikolay, eşi ve çocuklarının naaşları 1997 yılında St. Petersburg’agetirilerek iade-i itibar yapılacak ve Çar ve ailesi 2000 yılında kilise tarafından aziz ilan edilecektir.
Çar PetroI’in 1703 yılında İtalyan mimarlara St. Petersburg kentini kurdurtduktan sonra Rusya’nın başkenti bu güzel kent olacak, ancak 1917 Devrimi’nden sonra başkent Moskova’ya taşınacaktır.
Sıcak denizlere kıyısı olan, sonsuz bereketli Kırım için bugün de hâlen süregeldiği gibi savaşlar yapılacak. Bu güzel toprak parçası 18’inci yüzyıldaOsmanlı yönetiminden çıkacak ve Rusya topraklarına dahil olacaktır. Nermin Bezmen, “Kurt Seyit ve Shura”adlı Romanı’ndaÇar’ın askerlerinden olan büyük dedesi Kurt Seyit üzerinden ÇarlıkRusyası’nı, Bolşevik İhtilalinin kanlı yönünü ve Kırım Türklerini anlatıyor.O dönemi öğrenmek isteyenlere önerilecek sürekleyici bir metindir Kurt Seyit ve Shura adlı bu roman.
Volga Turunun Rotası
Rotamız Finlandiya Körfezinde bulunan St. Petersburg’dan başlayacak, Marmara Denizi’nin iki misli büyüklüğündeki, Avrupa’nın en büyük göllerinden olanLadoga Gölünden geçerek Mandrogi’ye, oradan bir su havzasında bulunan Kiçi’ye, daha sonra Beyaz Gölün kenarında konuşlanmış Goritzy’ye oradan da yine,köy halkının direnmesine ve evlerini terk etmemesine rağmen, Moskova su altında kalmasın diye sayısız köyün içinde kaybolduğuRibinsk Su Rezervuarı’ndan geçerek 600.000 nüfuslu bir sanayi kenti olmasına karşın Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde bulunan Yaroslavlkasabasına ulaşacak, ve Moskova’ya varmadan son durağımız “Çayka” saatleriyle ünlü Uglich olacak. Haritada mesafenin tam anlaşılmamasına rağmen St. Petersburg’dan Moskova’ya giderken toplam 1750 km su yolukatedeceğiz. Volga’nın Moskova’ya bağlanması ise Moskova Kanalı’yla olanaklı kılınacak. Yaklaşık 50 km’lik bu kanal yapılırken 10.000 tutuklunun boğularak öldüğünü duyduğumuzda ise sonsuz üzüleceğiz ve kendinden sonrakilerin refahı için hayatlarını kaybetmek zorunda kalan bu insanlar için rahmet okuyacağız.
Biz işte bu uçsuz bucaksız su yollarında 1750 km yol alarak ve güzergâhımız üzerinde beş yerde konaklayarak St. Petersburg’dan Moskova’ya ulaşacağız. Ben de size, dilimin döndüğünce uçsuz bucaksız topraklarda yer alan bu sınırsız, devasa, çepeçevre çam ve akkavak ormanlarının kapladığı su yollarında adeta kayar gibi yol alan gemimizle yapılan bir tür kültür turu olan bu geziyi anlatmaya çalışacağım.
Çar Büyük Petro’nun Kurduğu Masal Kent St. Petersburg
Uçaktan indikten sonra Neva Nehri kıyısında demirlemiş olan gemimize yerleşiyoruz. Daha önce askeri gemi olan gemideki kabinimiz küçücük ama kullanışlı. Turumuzun adı Volga Volga Beyaz Geceler… Gerçekten de güneş batmak bilmiyor, geceler beyaz beyaz öyle gökte asılı duruyor, saat 22.00 oluyor 23.00 oluyor, hala hava apaydınlık.
St. Petersburg Tarihi
Türk tarihinde “Deli” ya da “Çılgın” Petro diye de adlandırılan, Avrupa’da ve Rusya’da Büyük Petro diye tanınan bu çar gerçekten de çılgın işlere imza atıyor. Çocukluğunda iktidar kavgaları nedeniyle vahşete de tanık olarak yetişen çar yüzlerce farklı ulusun yaşadığı Rusya’da Alman kökenli Rusların çalışkanlıklarına hayran kalıyor. Bir buçuk yıl tebdili kıyafetle bütün Avrupa’yı geziyor. Amacı Avrupa’daki çağdaşlığı yakalamak ve Avrupa’yı Osmanlı Devletine karşı mobilize etmek. Son amacına ulaşamayan Petro Avrupa’dan kazandığı bilgi ve donanımıyla Rusya’ya dönüyor ve Baltık Denizi’ne kıyısı bulunan bataklık bir coğrafyada St. Petersburg kentini kurmaya başlıyor. Kent bugün Finlandiya körfezine açılıyor, hemen kuzey Doğu’sunda ise Avrupa’nın en büyük gölü Ladoga Gölü bulunuyor. Güneyden gelen Volga Nehri bu büyük gölle buluşmadan Sivir Nehri adını alıyor ve daha sonra da Neva Nehri olarak Baltık Denizi’ne dökülüyor. Kent işte tam da Neva Nehri’nin deltasına kuruluyor.
Ticaret olmadan kalkınmanın mümkün olmadığını bilen Çar, St. Petersburg’u önemli bir liman kentine dönüştürüyor. Amsterdam ve Venedik’ten etkilenen Çar İtalyan şehir planlayıcıları ve mimarları Rusya’ya davet ediyor ve kenti inci gibi işliyor. Aynı zamanda Çarlığın geleceği olarak gördüğü gençleri Avrupa’ya eğitime gönderiyor ve donanmayı yeniliyor. Böylece 1703 yılında St. Petersburg küllerinden değil ama bataklıktan doğan bir zümrüt-ü anka kuşu gibi doğuyor. Her binasının sanatla yoğrulduğu, sayısız kanalla ve bu kanalların üstündeki açılır kapanır köprülerle bezeli biblo gibi bir kent oluşuyor zaman içinde. Bu güzel kent1712 yılından 1918 yılına değin Rusya’nın başkenti olarak kalıyor. Çar ise saraylarda değil küçük bir binada kalmayı tercih ediyor. Ancak gerek Elizabet adı altında 1741’de çariçe olan kızı gerek Pedro’dan sonra gelen hükümdarlar şaşa içinde bir yaşam sürdürmeyi tercih ediyorlar. Öyleki Elizabet döneminde sarayda aynı giysinin iki kez giyilmesi dahi yasaklanıyor. Petersburg’un görkemi her gün biraz daha artarak süregeliyor. Petersburg’un önündeki “Saint/Sant” (St.) kavramı“aziz” anlamına geliyor;Petrokente, kenti koruyanAziz Petrus’un adını veriyor. Neva Nehri deltasında konuşlanmış 42 adanın üzerinde kurulan ve içinden 68 nehir ve kanalın geçtiği bu kent Rusya’nın Avrupa’ya, medeniyete, ilerlemeye ve çağdaşlığa açılan penceresi oluyor.Çar sayısız reform yapıyor, bunların içinde kıyafet reformu da var, sakalı yasaklıyor, zengin kesim ısrar ederse onlardan sakal vergisi alıyor; donanma ve askeriye yeniden yapılandırılıyor. Kendisini Ortodoksların hamisi olarak gören Çar’ın bir amacı da Osmanlıları yenerek sıcak denizlere inmek. Bunda başarılı olamıyor. Ruslar 1700’de yapılan Barış Antlaşması’ndan sonra, İstanbul’da sürekli elçilik açma hakkına sahip oluyorlar. Rusya’ya savaş açan İsveç Kralı “Demirbaş Şarl” Osmanlı Devleti’nden yardım istiyor. 1711’de Petro’nun ordusu Prut Nehri kıyısını kuşatıyor. Osmanlılar Prut Antlaşması ile bu savaştan başarı ile çıkıyorlar ve daha önce Ruslar tarafından alınan Azak Kalesi yeniden Osmanlıların egemenliğine giriyor. Ancak II. Katherina döneminde 1771 yılında, Osmanlılar Ruslar’a değerli toprakları, Kırım’ı terk etmek zorunda kalacaklar.
Farklı konularda sanat eserlerinin sergilendiği 200 müzeye sahip bu güzel kent 1991 yılından bu yana UNESCO Dünya Mirası listesinde. Çarlar ve çariçeler tarafından yapılan sarayların içinde yer alan Ermitaj Müzesi’ndeki üç milyon sanat eserlerinden her birine sadece bir dakika ayırılırsa dahi bütün müzeyi gezmek için sekiz yıl gerektiği belirtiliyor. Ermitaj Müzesi’nin bir özelliği daha var, kemirgen tehlikesine karşı bodrumunda çok sayıda kedi besleniyor.
- Dünya Savaşı sırasında Hitler kenti 900 gün kuşatıyor, ancak kent direnebiliyor. Bir milyon Petersburglu ölüyor ve binaların üçte biri hasar görüyor. Kente “kahraman” unvanı veriliyor.
St. Petersburg’un bütün dünyada kardeş şehirleri var, Almanya’daki kardeş şehirleri müzelerinden birinde 1683 yılında Viyana Kuşatması’ndan da günümüze intikal eden Osmanlı eserlerinin sergilendiği Dresden ve Almanların önemli liman ve ticaret kenti Hamburg.
Metro tünelleri Moskova’ya göre biraz daha geç yapılmaya başlanıyor 1955 yılında ilk metro çalışmaya başlıyor. Metro inşaatını Komünist rejim çok önemsiyor. Metro durakları yeraltı sarayları gibi ünlü mimarlar tarafından inşa ediliyor. St. Petersburg’un metrosunun bir özelliği de dünyanın en derin metrosu olması.
Kent çok sayıda badire atlatıyor ve adı da 1914 yılında Petrograd olarak değiştiriliyor, 1924 yılında ise Leningrad oluyor. Sovyetler Birliği’nin son lideri Gorbatçov ile başlayan Perestroyka (yeniden yapılanma) ve Glasnost (açıklık) süreçlerinde Rusya dışa açılıyor, rejim değişiyor ve 1991 yılından sonra Ruslar tarihi değerlerine de sahip çıkmaya başladıklarında artık kentin adı yine St. Petersburg oluyor.
St. Peterburg Rusya’nın ikinci büyük kenti. Nüfusu 5 milyon olarak telaffuz edilmesine karşın çok daha fazla olduğu söyleniyor.
Işıklar Altında St. Petersburg
Rehberlerimiz St. Petersburg’u gece ışıklar altında görmemizi öneriyor önermeye de, hava korkunç soğuk ve yağmur çiseliyor. İstanbul yaklaşık 30 dereceyken, burası en fazla 12 derece. Soğuk olacağını biliyorduk, ama bu denli bir soğuğu da beklemiyorduk doğrusu. Almanya’dan alışık olduğum için tedbirli gelmişim. Kazak, kazağın üzerine hırka onun üzerine de kapişonlu ceketimi geçirip gece turuna çıkıyorum. Tur otobüslerle yapılıyor. Güzel şehir ışıklar içinde… pırıl pırıl…. Kocaman meydanlardan geçiyoruz, üstü kabartmalarla bezeli devasa binalar çevreliyor bu meydanları. Caddeler alabildiğine geniş ve binalar aydınlatılmış.
Parkları uçsuz bucaksız. Parklarda heykeller var ve tabii soğan kubbeli sayısız kilise.
Bir meydanda duruyoruz, fotoğraf çekmek için iniyoruz, sonra otobüse geliyoruz, ama şoför yok… Bekliyoruz, biraz sonra rehberimiz polisin otobüsü bağladığını belirtiyor, otobüsün bir şeyleri eksikmiş, yeni bir otobüsü beklememiz gerekiyor. Hava ise buz gibi. Rehberimiz bizi yakında bulunan bir kafeye götürüyor, orada sıcak bir şeyler içerek biraz kendimize geliyoruz.
Köprülerin çoğu açılır kapanır türden, İstanbul’daki eski Galata Köprüsü gibi.
Nasıl İstanbul’da eskiden köprünün açılmasına denk gelindiğinde Beyoğlu yakasıda ya da Eminönü tarafından gecelemek zorunda kalınırsa burası da aynen öyle, eğer köprünün açılmasına denk geliyorsan kalıyorsun öteki geçede. Daha sonra yapılan asma köprülerle bu sorun çözümleniyor. Beş köprü 01.30’den itibaren sırayla kimi yukarıya doğru, kimi yana doğru açılmaya başlıyor. Herkes gelmiş bu rengarenk gösteriyi izlemeye. Ancak hava öylesine soğuk ki, kimi turistler battaniyeye sarılmışlar, hatta kimisi yorgan gibi bir örtünün altında koruyorlar bedenlerini. Gecenin bir yarısında sayısız turist dizilmiş Neva Nehri kenarına çiseleyen yağmur ve buz gibi esen rüzgar altında bu rengarenk etkinliği izlemek için.
Gündüz Gözüyle St. Petersburg
St. Petersburg’un Kanalları
Kenti otobüsle gezdikten sonra bir kanal turu yapıyoruz. Motora binmek için kuyrukta beklerken resmen donuyorum ve pişman olmaya başlıyorum geziye katıldığım için. Zehir gibi bir rüzgar esiyor. Ancak teknenin güvertesine geçtikten ve tekne birbirinden güzel binaların arasında süzülerek sayısız güzel köprünün altından geçmeye başladığında pişmanlığım yerini geziye katıldığım ve bu güzel kenti görme olanağını yakaladığım için sevince dönüşüyor.
Ufaklı, büyüklü, kemerlerinin üstü heykellerle bezeli sayısız köprüyle bezeli bu güzel kanallar, binaların üstü de oya gibi işlenmiş.
Ermitaj (Hermitage) Müzesi
Aslında Çar ve Çariçelerin kışlık saray kompleksinden oluşuyor bu her eserin önünde bir dakika durulduğunda gezilmesi 8 yıl sürecek olan, 3 milyon eseri barındıran bu devasamüze. Müze 1754 yılında, 34 yıl çariçe olarak Rusya’yı geliştiren, eğitim sistemini zorunlu tutan ve çok sayıda reform yapan Alman kökenli Çariçe Büyük Katerina tarafından kuruluyor ve 1852 yılında halka açılıyor. Üç Osmanlı Padişahı döneminde Çariçe’nin orduları Osmanlı Devletiyle savaşlara girişiyor ve Yaş Antlaması (1787-1792 Osmanlı Rus Savaşı) ile Kırım’ı Ruslara bırakmak zorunda kalıyor. Katherina aynı zamanda Lehistan’ı da topraklarına katıyor.
Rehberimiz bize yeterince süre veriyor, ancak bizi ikaz ediyor, bir saat sonra çok yorulmuş olabilirsiniz, o zaman giriş katına gidip bizi bekleyebilirsiniz. Neva Nehri boyunca uçsuz bucaksız uzanan müzenin önünde devasa bir kuyruk var, turistler akın etmiş.
Sırayla müzeye giriyoruz. Müzenin giriş katında sanat eseri mermer heykeller var. Bunlardan biri de “üç güzelleri” betimleyen harika ötesi bir yontu. Hayatımda böyle güzel bir heykel gördüğümü hatırlamıyorum, hayran hayran bu üç genç kızı inceliyorum. Sanki üzerlerindeki kıyafetleri mermer yontusu değil, sanki tüller uçuşuyor. Sanatçı, genlerine işleyen bir sanatseverlikle kızları mermerin içinden kurtarmış ve bütün zerafetleriyle adeta canlandırmış. Sanki ansızın yere zıplayıp önümüzde dans etmeye devam edecekler, benim de elimden tutarak danslarına eşlik etmemi isteyecekler, öylesine canlı, öylesine zarifler.
Büyük Pedro ile inşatı başlatılan saraylar daha sonra çarlar ve çariçeler tarafından genişletilecek ve aydınlanma sürecine önem veren bu yöneticiler bütün dünyadan topladıkları sanat eserlerini bu saraylarda sergilemeye başlayacaklar ve zaman içinde saraylar dünyanın en büyük müzelerinden birine dönüşecek. Yukarı çıkan merdivenlerdeki kabartmalar altın varak kaplı, merdiven alabildiğine görkemli. Mermer ve sayısız yarı değerli taştan yapılan sütunlar, heykeller ve resimler karşılıyor müze ziyaretçilerini.
Aslında bu görkemli müzeyi anlatmak son derece zor. Sayısız eseri barındırması dışında, eserlerin sergilendiği her salon da incelenmeye değer mekanlardan oluşuyor. Salonların tabanları, tavanları, duvarları, kapıları, pencereleri, pencerelerde bulunan perdeler, duvar kaplamaları ayrı birer sanat eseri.
Başımız dönerek sayısız salondan geçiyoruz. Bir salonun, boyutları üç metreyi bulan görkemli kapılar hazine değerinde “boulle” denilen metal kakma işçiliklerle bezeli.
Caravaccio, Raffael, Tizian , Leonarda da Vinci ve Rembrandt gibi klasik dönem ressamlarının yanında Gaugen, Van Gogh, Cezanne, Matisse, Kandinsky ve Picasso gibi çağdaş döneme imzasını atan ressamların da değerli tablolarını barındıran salonlarında sonsuz vakit geçirilebilir, biz ise ancak bize ayrılan birkaç saatte bütün salonlardan öyle bir geçiyoruz. Heykellerin ve mücevherlerin sergilendiği salonlara giremeden ayaklarımızın artık bizi taşımadığını hissederek ağır ağır giriş katındaki dinlenme salonuna doğru yol alıyoruz.
Ermitaj Müzesi’nde Rusya’nın uçsuz bucaksızlığı ve sonsuz zenginliği adeta gözle görülür, elle tutulur bir hale geliyor. Yarı değerli taşlardan sütunlar yapmakla kalmamışlar, yerleri de bu yarı değerli taşlardan yaptıkları mozaiklerle döşemişler ve mozaik tekniğini kullanarak möbilyalara da bu sanatı yansıtmışlar. Müze çok kalabalık, insanların arasından eserlerin fotoğrafını çekmek beceri istiyor, zaten yorgunluktan resimleri istediğim gibi de çekemediğimi farkediyorum. Dün gece ve bugün kanalda motoru beklerken öylesine üşümüştüm ki, başım inceden inceye ağrımaya başlıyor.
Bir kısmımız, ki buna ben ve annem de dahil; İngilizce ve Almanca dil bölümlerini bitirmiş, harika Türkçe konuşan, beş dili sular seller gibi bilen, aynı zamanda şarkı söyleyen, Rusça dil dersi veren, eşi bir Yunanlı olan, harika dans eden sevimli rehberimiz Kseniya eşliğinde alt kata inip orada boş bulduğumuz yerlere oturup gezmeye devam eden grubumuzun “yılmayan kahramanları”olan öteki üyeleri beklemeye başlıyoruz.
KAZAK DANS GÖSTERİSİ VE PETERHOFF
Kazak Dans Gösterisi
St. Petersburg gezimizden bBitap bir şekilde vapurumuza döndüğümüzde başım zonkluyor, başımın ağrısı kesin bütün gece ve bütün gün soğuktan tir tir titremekten. Oysa bir gün önce Kazak Dans Gösterisi’ne bilet almıştık. Daha sonra gezi metinlerini oluştururken danışmanlığımı da yapan rehberimiz Barbaros Karaca’ya gidiyorum ve acaba başkasına versek biletleri bizim yerimize gidemezler mi diye soruyorum. Ancak öyle birini bulamıyoruz ve biletlerin yanmasına gönlüm razı olmadığından sonunda gitmeye karar veriyoruz. Ve iyi ki de karar veriyoruz, ne baş ağrım kalıyor ne de başka bir tasam… harika bir tiyatro binasında harika ötesi bir şov ile karşılaşacağımızı daha bilmiyorum…
Ankara’dan çok tatlı bir hanım da bize eşlik ediyor. Otobüs bizi görkemli bir binanın önünde bırakıyor. Sanki altmışlı yılların Emek Sineması önündeyim. Rahmetli anneannemle Beyoğlu’nda bu güzel sinemada her hafta bir film izlerdik. Kimi zaman yabancı bir film olurdu, kimi zaman da bir Yeşilçam filmi. Filmlerden önce haberler de verilirdi. O zaman daha televizyon Türkiye’ye gelmemişti, haberler ya radyodan dinlenir ya da sinemalarda filmler başlamadan ve aradan sonra verilirdi.
Saat dokuza geliyor, ama hava daha apaydınlık. Petersburg Beyaz Geceleri yaşıyor. Görkemli merdivenlerden ana salonun bulunduğu birinci kata çıkıyoruz. Ancak atmosfer son derece doğal, hiçbir lüks yok ama sonsuz güzel bir duyguyla kaplanıyor ruhunuz. Yerler numaralı değil, salonun üçte ikisi dolmuş, biraz gerilerde koridor kenarında bir yer bulup oturuyoruz.
Tiyatronun içinde ayrı salonlar da var, o salonlardan birinde bizim gruba ikramda bulunuyorlar. Rusya’da her köşe başında olduğu gibi tiyatro binasının içinde de mermer heykeller yer alıyor.
Kadınlı erkekli Kazak Dans grubu öyküleri canlandırıyorlar, sadece dans etmiyorlar, aynı zamanda tiyatro oynuyorlar, şarkı söylüyorlar, on parmaklarında on marifet. Belki de en güzeli dans gösterilerinde kadına olan saygıyı sergiliyorlar ve dansları espri ve şakalarla zenginleştiriyorlar. Sonra rehberimizin anlattıkları aklıma geliyor, çocuklar ana okulundan itibaren spor ve dansla yetişiyor. Kız çocuklarına ve kadınlara özel bir saygı ve sevgi gösterilen bu danslarla karşı cinsi rencide etmeyecek bir şekilde karşılıklı etkileşimi de öğreniyorlar.
Salonun doğal ve yapmacıksız görkemi türlü türlü ışık oyunlarıyla devasa boyutlara ulaşıyor.
Erkekler ve kadınlar danslarıyla ve şarkılarıyla türlü türlü öyküleri canlandırıyorlar. Oyuncular kâh bale yapıyor, kâh dans ediyor, kâh şarkı söylüyor ve tiyatro oynuyor. Öylesine hızlı hareket ediyorlar ki, hareketleri yakalamak neredeyse olanaksız. Kadın erkek bir arada bir oyunu sahneye koyuyorlar, ortada bir sorun var ve bu sorunu birlikte dans, tiyatro ve şarkılarla çözümlüyorlar. Her sahnede farklı kıyafetler giyiyorlar, bütün kıyafetler ise capcanlı renklerde.
Harika gösteri uzun süre alkışlanıyor. İyi ki gelmişiz diye düşünüyorum, iyi ki başağrıma yenik düşmemişim. Salondan çıkarken yine İstanbul’un eski görkemli sinema ve tiyatro salonları geliyor aklıma, yüreğimi ince bir hüzün kaplıyor.
Günün yorgunluğu ardından bu gece küçücük kabinimizdeki yataklarımızda iyi bir uyku çekeceğimizi biliyorum. Dönerken güneş hala gökyüzünde, arkama bakıyorum ufukta kıpkızıl batıyor güneş. Gemiye binerken bütün Neva Nehri adeta alevler içinde, saat 23.00’e geliyor ve aydınlık yerini kızıla bürünerek yeni yeni yerini karanlığa bırakmaya başlıyor.
Yarın Peterhoff’ta Çarların Yazlık Sarayını da gezdikten sonra nehir turumuz başlayacak.
Çarların yazlık sarayları Peterhoff Baltık Denizi kıyısına konuşlanmış, St. Petersburg’dan kırk km uzaklıkta, Finlandiya ise elle tutulacak kadar yakın. St. Petersburg’a yakın bir mesafede. Yol üzerinde Putin’in devlet büyükleriyle buluştuğu sarayımsımalikanelerin önünden geçiyoruz.
Hava hala ilk günkü gibi buz gibi ve yağmurlu. Peterhoff’ta otobüsten Türkoloji mezunu Rus rehberimiz önde biz arkada indiğimizde burada bizi müzikle karşılıyorlar, İstiklal Marşı çalıyorlar. Uzak diyarlarda İstiklal marşını duymak çok hoşumuza gidiyor.
İlkin turun organizesi sanıyorum, sonra bu minik orkestranın biraz para kazanmak amaçlı her gelen grubun milli marşını çaldıklarını öğreniyorum. Etraftaki stantlarda envaiçeşit kürkten yapılmış ürünler satılıyor.
Peterhoff’taki saray kışlık sarayların bir kopyası, tek fark her şey daha minyatür. Salonlar ve sayısız yatak ve çalışma odaları var. Salonların duvarları ve tavanları kabartma altın yaldızlı şekillerle çevrili tablolarla bezeli.
Salonlardan biri II. Katherina döneminde 1770 yılında Çeşme önlerinde Osmanlı donanmasının Ruslar tarafından yakılmasının temsil edildiği büyük tablolara ayrılmış.
Salon ve odaların zeminleri rengarenk şekilli parkelerle kaplı. Yatak ve diğer özel odaların duvar kağıtlarıyla perde kumaşları ve mobilyaların kılıfları aynı kumaştan yapılmış.
Sarayın görülmeye değer önemli bir özelliği de kademeli fıskıyeli havuzu ve Baltık Denizi’ne değin uzanan havuzları.
Baltık Denizi’ni çok merak ediyorum, grup stantların orada dolaşırken bir koşu deniz kenarına gidiyorum, giderken fıskıyeler ansızın su fışkırtmaya başlıyorlar. Sanki artistleri fıskiye olan bir tiyatro oyunu sergileniyor. Sayısız turist var, aradan dereden biraz öne geçerek birkaç resim çekmeyi başarıyorum.
Sonra yine deniz kenarına koşuyorum. Nefes nefese deniz kenarına geldiğimde elimi suya değdiriyorum, hiç öyle soğuk gibi gelmiyor, kirli bir rengi var suyun, ama göğün rengini yansıttığı için normal diye düşünüyorum. Kehribarın bulunduğu Baltık Denizi’nin kıyısında biraz dolaşıyorum, yerden bir istiridye alıyorum usulca cebime koyuyorum. İstiridye iki parçadan oluşuyor, bunlardan birini babama diğerini de Aytaç’a götüreceğim. İlk defa babamsız ve Aytaç’sız bir gezi yapıyorum. Baltı Denizi’nin buz gibi havasını içime çekip gecikmemek için koşa koşa otobüse dönüyorum.
Otobüsümüz Putin’in malikanesinin bulunduğu köylerin sağı solu resim gibi onarılmış yollardan geçerek gemiye ulaşıyor.
Akşam üstü gemimiz Neva Nehrinden ve Avrupa’nın en büyük gölü olan Ladoga Gölü’nden geçerek Sivir Nehrine ulaşacak ve bütün gece yol aldıktan sonra ilk kez bir seviye havuzunu katederek ilk durağımız olan Mandrogi’ye ulaşacağız. Sabah 7.45’te bizi vapurda hoparlörlerden kabinlerimize ulaşacak horoz sesi uyandıracak. Büyük bir heyecanla nehir turumuzun ilk gününü bekliyoruz
Volga Turu Güzergâhı ve İlk Durağımız Mandrogi
Finlandiya körfezinde bulunan Çar Petro’nun harika ötesi biblo kentinden yola çıkarak, ve tamı tamına on yedi seviye havuzunu katederek deniz seviyesinden 161 metreye yükselip beş gün sonra Moskova’ya vasıl olacağız. Avrupa’nın en büyük gölü Ladoga Gölünden geçtikten sonra ilk seviye havuzu bizi bekliyor olacak. Ertesi gün Mandrogi Köyü’nde özgün ahşap binalara, masal adasına, paytonlara ve paytonları çeken pırıl pırıl tüylü atlara hayran kalmak için bir mola vereceğiz.
Her akşam bir gün sonra görülecek yerlerin ve yapılacak işlerin listesi bırakılıyor kabinimize. Bu listede saat kaçta uyanmamız gerektiği de belirtiliyor ve sabahları horoz sesiyle uyandırılıyoruz. Aslında bir tür kültür turu bu turlar. Gemide geçen boş zaman içinde de Rusça dil dersi, Rus kültürü dersi ve Rusya tarihi dersleri veriliyor. Biz bugün 7.45’te kalkacağız, Rusça dil dersinden sonra, Rus şarkıları dersi var, sonra gemimiz seviye havuzuna girecek. Verilen listeye göre 12.30’da Mandrogi’ye varmış olacağız, 13.30’da öğlen yemeği ve 15.45’te gemiKiji’ye doğru hareket edecek.
Küçük nehir gemimiz uçsuz bucaksız sulardan kayarcasına yol alıyor. Gölün ve Boğaziçi’nin iki üç misli büyüklükteki nehirlerin yamaçları yemyeşil çam ormanı. Gökyüzünün mavisinin yansıdığı sular bu kez ormanın yeşiline boyanıyor ve ansızın her yer orman oluyor. Sağımız, solumuz, önümüz arkamız yeşil mavi uçsuz bucaksız su yolları ve gemimiz sessiz sakin kayarken adeta suya resim yaparmış gibi arkasında bıraktığı zarif dalgalar.
Rusya haritasına bakarsanız göreceksiniz, bitmez tükenmez su kaynakları var, bütün ülke nehirlerle adeta örülmüş. Ruslar da işte bütün bu nehirleri kanallarla birleştirerek ülkenin içinde bizdeki duble karayolları gibi duble su yolları inşa etmişler. Ancak gemiler bu su yollardan geçerken öyle bizim kara yollarında harcadığımız gibi pahallı yakıt harcamıyorlar. Yakıt Rusya’da çok daha hesaplı. Gemilerle ülkenin her tarafına ulaşmak olanaklı. Rusya sonsuz bir emekle bütün kentlere denizi getirmiş. Ancak yapılan işler işlevsel, her açılan kanalın bir işlevi var ve amaç Kuzey Denizi’ni güneydeki Karadeniz’e ve güney doğudaki Hazar denizine bağlamak. Devlet emeği ve kaynaklarını su yollarına yönlendirmiş. Gemilerin geçtiği güzergâh çok iyi bir şekilde turizme uygun bir hale getirilmiş, ancak “turizme uygun“ kavramından canım ülkemde Side, Bodrum, Datça, Trabzon ya da başka yerlerde olduğu gibi her yerin otel ya da apartmanlarla doldurulması,eski eserlerin yalan yanlış alelacele restore edilmesi, bu eserlere ulaşmak için duble yolların yapılması ve özgün kültürün beton yığınları altında can çekişmesi ya da yok edilmesi anlamına gelmiyor bu uçsuz bucaksız ülkede.
Mangdrogi
Gemimiz başka nehir gemileriyle birlikte Mandrogi’nin şirin iskelesine yaklaşıyor.
Mangrogi’de de köyüolduğu gibi özgün bir köy olarak korumuşlar, 19’uncu yüzyıldan kalan bütün binaları aynen yeniden inşa etmişler, binaların içinde el sanatlarına yer vermişler. Her bir evde farklı bir el sanatını görme ve buradan alış veriş yapma olanağınız var. Mandrogi’de bir Votka Müzesi de bulunuyor. Bu arada yeni öğrendim bir belgeselden, aslında Votka’nın ülkesi Polonya’ymış, bu içki ilkin Polonya’da üretilmiş. Gerçi gerek Polonya yıllarca Rusya’yı, gerekse Rusya Polonya’yı işgal etmiş, birbirlerinden hiç hoşlanmasalar da kültürleriçiçe geçmiş. Polonya’lılar Rus işgallerinde büyük hezimete uğradıkları için Rusları pek sevmezler, aynı İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’in yaptıklarından ötürü Almanları sevmedikleri gibi. Gerçi Avrupa Birliği’nin kurulması ve Gorbaçov’un başlattığı Prestroyka ve Glasnost süreci ile bütün bu eski kinler de geçmişe gömüldü.
Ormanın içine bir köy serpiştirilmiş. Köyde oteller de var, ama onlar da özgün dokuya uygun yapılmış.Bir de salla geçilen karşı yakada bir masal köyü var. Mandrogi’ye ayak basanlara dağıtılan broşürde bir de gezi planı bulunuyor, nerede ne var işaretlenmiş. 12 numarada da köyde yapılan ahşap yontuların sergilendiği bir masal parkı bulunuyor.
Bu güzel yöreyi faytonlarla gezmek de olanaklı. Faytonları özgün kıyafetli erkek ve kadınlar sürüyor. Su kenarlarında Dalları suya değen ak kavak ağaçları adeta masmavi sularla şakalaşıyor.
Hava son derece değişken, bir ısınıyor, bir soğuyor, kâh yağmur yağıyor, sonra ansızın güneş çıkıyor. Daha önce tura katılan arkadaşların tavsiye ettikleri sinek ilaçlarını ilk ve son kez burada kullanacağız. Minik bir gölü de var Mongrogi’nin, göl kenarında ormanın içinde birkaç sineğe az buçuk yem oluyoruz, ancak sineklerin soğuk havada pek görünmediklerini de yaşayarak öğreniyoruz.
Elimizdeki plana bakarak Mandrogi’yi şöyle bir dolaşıyoruz. Birbirinden özgün masal evlerin ve çok düzenli minyatür sebze bahçelerinin yanından geçiyoruz.
Biraz daha geziyoruz, tam suyun kenarına bir rüzgâr değirmeni yapılmış, önünde fotoğraf çektiriyoruz. Ahşaptan yapılmış salıncaklar var, ahşap öylesine bol ki bu yörede, daha sonra gideceğimiz yerde zincirin yerine de ahşap kullandıklarını göreceğiz. Ve her evin yamacında çiçeklerle bezeli büyük bir özenle hazırlanmış sebze bahçesi bulunuyor.
Gezmemiz için bize verilen bir saatlik sürede bu güzel köyü dolaşabiliyoruz. Öğle yemeğimiz de piknik şeklinde organize edilmiş. Piknik için üstü kapalı sağı solu açık mekanlar yapmışlar. Gemi personeli bu mekanlarda yiyeceklerimizi hazırlıyor ve bize getiriyorlar. Daha önce de belirttiğim gibi, her şey turizme odaklı organize edilmiş. Aksama ise söz konusu değil.
Mandrogi’ye özgü hediyelik eşyalar satan dükkanlarda tabii Matruşkalar ve bol renkli masa örtüleri de var ve suyun kenarında bir zamanlar hamam olarak kullanılan ahşap bir mekanda da sabun ve şifalı otlar satılıyor.
Gemiye giden iskelenin yakınında ise dağ çileği gibi orman meyveleri almak olanaklı. Ayrıca yörede yetişen meyveler de burada satılıyor. Ve envaiçeşit erik var. Erikleri görünce aklıma Kastamonu’nun binbir erik türü geliyor, pazar eriği, üryani eriği, pat eriği, alerik ve daha niceleri.
Yemekten sonra da bu güzel yeri biraz daha gezdikten sonra saat 15.45’te bu şirin yerden ayrılıyoruz.
Mangrogi’nin özellikleri belirtilen broşürü gemide biraz daha inceliyorum, geminin St. Petersburg’dan Moskova’ya yaptığı tur belirtirmiş, Mangrogi ise bu turun tam yüreğine konuşlandırılmış. Bir başka sayfasında yörenin yemekleri ve özellikleri resimlerle betimlenmiş.
Svir Nehrinde ikinci bir seviye havuzundan geçerek Omega Gölü’ndeki Kiji adasına doğru yol almaya devam ediyoruz.
Kiji Adası ve Karelya Cumhuriyeti
Perestroyka ve Glasnost ile birlikte Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Birliği 1991 yılında artık Rusya olarak anılmaya başlanmış ve SSCB’ne bağlı ülkeler kendi özerkliklerini ilan etmişlerdi. Ancak bugün uğrayacağımız Kiji Adası’nda da Karelya Özerk Cumhuriyeti’nde yer almasına karşın bu sadece idari bir unvan ve bu kara parçası da Rusya Federasyonu’na bağlı.
Volga Turunda ikinci durağımız olan Kiji Adası’nın doğal güzellikleri dışında özelliği nedir? Van Gölü’nün üç misli büyüklüğündeki bir göl olan Onega Gölü’nün kuzeyinde yer alan bu ada bir tür açık hava müzesi ve UNESCO’nun dünya kültür mirası listesinde yer alıyor. Bu müzede Rus ahşap mimarisinden önemli örnekler vardır. 22 Kubbeli Ahşap Tecelli Kilisesi ve ahşap Rus köy evleri de bunların arasında.
Bir gün önceden kabinimize bırakılan programda bugün 6.15’te kalkmamız gerektiği belirtiliyor ve gerçekten de horoz sesi tam bu saatte hoparlörden kabinimize yansıyor. Saat 7.45’te Kijiadasında ulaşıyoruz. 10.15’e kadar adayı gezmiş olacağız.
Gemiden inip iskeleden geçiyoruz, küçük bir meydan ve meydanda hediyelik eşya dükkanları var. Grubumuzu toparlayan rehberlerimiz önde, biz arkada adayı gezmeye başlıyoruz. Bu arada her gittiğimiz yerde bir Türk rehberimizin, bir Türkçe bilen Rus yardımcı rehberimiz ve bir de yerel rehberimiz oluyor. Rehberlerimiz kaybolmamamız ve gerekli bilgileri vermek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Ağır ağır sağı solu yemyeşil salt ağaçtan yapılmış bir yolda ilerliyoruz, sonra bir turnikeden geçerek yemyeşil çayırlarla kaplı bir yamaçtan yukarı doğru çıkıyoruz. Özgün ahşap evlerin yanından geçiyoruz, bu evlerin içine giriyoruz. Ahşap o denli bol ki, çitleri yekpare ağaç gövdeleri ve kalın ağaç dallarından dallarından yapmışlar. Sebze bahçesi yine son derece intizamlı ve bu kez sebzelerin adları da yazılmış.
Ahır soğuk kış günlerini biraz daha sıcak geçirmek için giriş katında, üst katta oturma odası, yatak odası bulunuyor. Oturma odalarında kocaman kapalı bir ocak var, önünde oturuluyor; demek ki soğuk kış günlerinde sırtını bu sıcak duvara dayıyorsun.
Bir de tavana tutturulmuş bir salıncak sallanıyor öyle yalnız başına, daha da ilginci salıncağın üzerindeki cibinlik annenin geceliğinden yapılmış, ki bebecik her daim annesinin kokusunu duyumsasın, onu hep yanı başında sansın diye.
Özgün köyde 19’uncu yüzyılın özgün kıyafetlerini giymiş kadınlar dolaşıyor ve evin önüne gelince turistlere şarkı söylüyorlar.
Aklıma Cide’nin sarı yazmalı kadınları ve Rıfat Ilgaz’ın “Sarı Yazma” adlı Türkiye’yi anlatan o harika eseri geliyor. Dahası Azdavay Belediye Başkanı’nın babama armağan ettiği ve 1997 yılından bu yana kendini ziyaretçilere sunmak için öyle SerenderMüzesi’ndeki vitrinin içinde bekleyen çiçek gibi rengarenk Azdavay kıyafeti geliyor. Biraz daha düşününce aynı tarihlerde hibe ettiğimiz içi kürklü kaftanın akıbeti de konuyor zihnime. Kaftan iyi muhafaza edilmediği için kürkünü fareler yiyecek ve 2005’te tüyü yolunmuş tavuk gibi bu saraylardan bizi intikal eden kaftanı geri alacağız. Acaba Kastamonu’da kaç kişi merak eder bütün bu tarihi özgün kıyafetleri, hangi okul götürür öğrencisini bu Kastamonu’nun tarihini anlatan mekanlara ve öğrencilerin de kendi tarihini merak etmelerini ve tarihi bir sonraki nesillere aktarmalarını sağlar. Ve yüreğim sızlıyor, bir türlü kendi değerlerimizi evrensel değerlere çeviremediğimiz, bu alanda bütünsel eğitim veremediğimiz ve kültür, tarih ve turizm alanlarında sürekliliği sağlayamadığımız için.
Kadınların hemen arkasında bir salıncak var, salıncağı ip yerine iki ahşap tahta tutuyor, öyle bol ki ahşapları, kıskanmamak elde değil.
Dağ bayır yürüyoruz ve tümüyle ahşaptan yapılmış olan bir kiliseye gelmeden sol tarafta öyle ilginç bir şeyler görüyoruz. Rehberimiz Barbaros Beye soruyorum, bunlar da ne ki, diye. Kilisenin ahşap kubbeleriymiş, ama öyle büyük bir beceriyle yapılmış ki, tersine çevrilmiş oyuncak topaçlara benziyor. Dönerken gidip yanına resim çektireceğiz.
Biraz ileride kilisenin önünde özgün kıyafetli bir adam ahşap kiremitlerden minik sanat eserleri yaratıyor. Ahşaptan bu kiremitleri oyduktan sonra kiremitlerin üzerine manzara resimleri yapıyor.
Köy ve yeşillik Kastamonu’nun köylerini anımsatıyor. Burada özel olarak yapılan özgün binaların kardeşlerinin halen benim güzel vatanımın köylerinde can çekiştiklerini biliyorum ve o güzel konakları bu şekilde koruyarak turizme açamadığımız ve onlara layık oldukları evrensel değerleri veremediğimiz için üzülüyorum. İnşallah bir gün nasip olur köydeki konağı canlandırmak diye kısa bir dua dökülüyor dudaklarımdan yüreğime.
Saat 10.15 gibi gemimize binip rotamıza devam edeceğiz. Gemi suyun üzerinde adeta kayarak Kiji’den uzaklaştıkça, o çayırda tamir için muhafaza edilen dört harika kule başlığı hariç, ahşap kilisenin sayısız kule başlıkları sanki bize el sallıyor.
VOLGA TURU DEVAM EDİYOR – GORİTSİ – KRİLLOV
Bugün geç kalkmamıza izin veriliyor, 8.15’te horoz sesi uyandırıyor gemi yolcularını. Kahvaltıdan sonra 9.45’te Rusça dil dersi, 10.20’de de Rus şarkıları dersi var.
Küçük köyümsü bir kasaba olan Goritsi’ye 11.30’da ulaşacağız. Goritsi’de iskelede yerli halk yine dağ çileği gibi orman ürünleri ve envaiçeşit erik satıyor. Burada bol miktarda kürk şapka ve kürkten yapılmış ufak tefek giysiler de var.
Bize verilen fotokopide aşağıdaki bilgiler bulunuyor:
“Şeksna Nehri kıyısında yer alan Goritsi Köyü 16. yüzyılda Korkunç İvan’ın yengesinin burada kurduğu kadınlar manastırıyla ortaya çıkmış. 700 nüfuslu Goritsi’liler ahşap evlerde yaşıyorlar.
Goritsi’ye 8 km mesafede bulunan Kirillov “Beyazgöl Kiril Manastırı” ile ünlü ve kasaba da adını manastırın kurcusundan alıyor. 14. yüzyılın sonunda kurulan bu manastır zamanla Rusya’nın en büyük ve en zenin manastırı haline gelmiş. Yüksek ve kalın surları ile bir kale görünümünde olan Manastır askeri amaçla da kullanıldı. Polonya ve İsveç saldırılarına karşı koydu.
Sovyetler Birliği döneminde kapatılan Manastır daha sonra müze haline getirilerek ziyaretçilere açıldı.”
İşte biz şimdi o gölün kenarına devasa bir biblo gibi yerleştirilmiş manastırı görmeye gideceğiz. Kasabalıların kurduğu alış veriş stantlarının arasından geçerek çabucak otobüsümüze biniyoruz. Otobüsümüz yeşilliklerin içinden manastıra doğru ilerliyor.
Belki manastırlar hakkında kısa bir bilgi vermek gerekir. Manastırlar Batı medeniyetinin temelini teşkil eder. İlk üniversiteler 11. yüzyılda manastırlarda açılmıştır. Bunun çok yalın bir nedeni vardır, kitap pahalıdır ve manastır kiliseye bağlı olduğu için sonsuz zengindir. O tarihlerde kitap en büyük lükslerden biridir. Bu Gutenberg’in 15. yüzyılda baskı tekniğini keşfetmesiyle birlikte biraz daha farklılaşmasına rağmen kitap varlığını 19. yüzyıla kadar lüks olarak devam eder. Halen de Batı’da çoğu üniversitenin temelinde manastırlar vardır, keza öteki eğitim kurumlarının da. Manastırlar içinde yaşayan bilge rahipler ve rahibelerle birlikte eğitimden sorumlu oldukları kadar, sağlıktan da sorumludurlar. Manastırların bahçelerinde türlü çeşit şifalı otlar yetiştirilir. Kırım Savaşı sırasında büyük yararlıklarda bulunan bugün Türkiye’de dahi adı hastanelere verilenFlorenceNightingale de bir rahibedir aslında. Eğitim ve sağlık dışında rahipler ve rahibeler köylere tarım nasıl yapılır öğretirler, manastırların uçsuz bucaksız tarım alanları olabilir. Bütün bu nedenlerden ötürü her alanda ama öncelikle de sosyal alanda devlete destek verirler. Bugün dahi bütün dünyada ve batıda yabancı liselerin ve üniversitelerin büyük bir kısmının temelinde manastırlar bulunmaktadır. Avrupa Birliği tarafından teşvik edilen üniversitelerarası değişim programına adını veren, 15.ve 16. yüzyıllarda yaşayan eleştirel tavırlarıylakiliseye karşı koyan, hümanizm akımının ve aydınlanmanın öncülerinden olan düşünür ve edebiyatçıErasmus da aslında bir din adamıdır. Rönesans ve aydınlanma döneminin öncülerinden olan Erasmus eğitime inanmış bir düşünürdür ve “Deliliğe Övgü” adlı eleştirel ve mizahi kitabıyla kilisenin katı tutumunu eleştirir. O yüzyıllarda üniversite eğitimi dinbilimle başlamaktadır. Ancak bütün bu eğitimin ardında sağlam bir felsefe ve edebiyat bilgisinin bulunması da önkoşuldur. Manastırlar da bu nedenle bir yerde aydınlanmanın ve çağdaşlığın tohumlarının atıldığı mekanlardır.
Manastıra giderken yine sayısız hediyelik eşya dükkanının yanından geçiyoruz, dönüşte birkaç mavi kıyafetli neşeli minik Rusya’da bereketi temsil eden Matruşka’lardan alacağız. Manastır’ın oya gibi birbirine geçen ahşaptan oluşturulan devasa kapısından içeriye giriyoruz.
Yukarıda saydığım bütün görevleri üstlenen bu manastırın 2000 işçisi varmış. Devasa bir bina nereye bakarsan bak, fırdolayı manastırın kalın duvarları çıkıyor karşına.
Manastır beyaz killi bir toprağı olduğu için rengi zaman zaman beyaza kaçan Beyaz Gölün kıyısına biblo gibi yerleştirilmiş. Şimdi göl boyunca yürüme yolu açılmış, eskiden güvenlik nedeniyle de duvarları gölle buluşuyormuş. Broşürde eski bir fotoğrafını bulacağım.
Manastırın içi avlusundan geçerek gölün kenarına ulaşıyoruz. Gölde ördekler yüzüyor öyle sakin sakin ve siyah başlı minik tatlı su martıları var. Yanımdaki ekmekleri ufalayıp ördeklere atıyorum, martılar anında suyun üzerinde bitiyor ve ekmekleri kapışıyor.
Bugün artık müze olarak kullanılan manastırda beni en çok ilgilendiren bir etnografya müzesinin de bulunması. Bu müzede genç rahipler bize kısa bir konser sunuyorlar. Ben ise etrafıma bakınıyorum hayranlıkla. Sepetler de dahil bütün köy araç gereçlerini öyle güzel sergiliyorlar ki.
En büyük hayalim Kastamonu’da uzaklardaki büyük dedem Reisülküttap Hacı Mustafa Efendi ve öteki büyük dedem, 1877 Kastamonu milletvekili Salim Efendi soyundan bize intikal eden eşyalarla böyle bir müze kurabilmek. Ancak biliyorum, müze kurmakla iş bitmiyor, Kastamonu halkını ve dahası Kastamonu okullarındaki öğretmen ve öğrencileri tarihi geçmişimize karşı duyarlı kılmakla başlıyor bu tür işler aslında. 1997 yılından bu yana ailemle birlikte bu tür bir girişimin içindeyim, umarım bir gün istediğim gibi başarabilirim. Ve dilerim gerçek değerleri değer olarak görmeyi başarabilir Kastamonu halkı ve artık Nasrullah Köprüsü’ne “Kambur Köprü” ve o güzelim çıtır simide “Kel Simit” demezler ve canım memleketime hak ettiği onuru iade ederler.
Çocukluğumda Mehran’daki ve Şadıbey’deki konağın mutfağında ve fırınlarda ekmek pişerken kullanılan bütün araç gereçler öyle karşımda durup sakin sakin bana bakmıyorlar mı!
Giysileri de uygun vitrinler içinde çok güzel sergilemişler. Kıskanmıyorum desem yalan olur. Geçen yıl sayın Kastamonu valimizle görüşmüştüm, dilerim canım ülkeme layık mekanlarda sülalemizden bize intikal eden giysileri ve diğer araç gereci sergilemeyi başarabilirim.
Doğal ev ortamını da canlandırmışlar müzede.
Yüreğimde binbir istekle manastırdan çıkıyoruz.
Otobüse giderken Azarbeycanlı bir hanımın tezgahında başında uğur böcekli çok şirin Matruşkaları göreceğiz. Hiç vaktimiz yok, alelacele İstanbul’da sevdiklerimize armağan vermek için üç minik Matruşka alıyoruz. Sonra kıyamayacağız ve ikisini kendimize alıkoyacağız.
Otobüsümüze binip iskeleye geliyoruz. Dayanamıyorum biraz çilek alıyorum, bir de ne buluyorum, biliyor musunuz, mis gibi kokan Hüryemez elması. Gözlerimi kapatıyorum, elmaların dünya güzeli kokusunu içime çekiyorum. Ansızın Mehran’ın uçsuz bucaksız elma bahçelerindeyim, babamın kucağında minik bir kız çocuğu oluyorum birden. Canım ülkemde artık yok Hüryemezler ve öteki mis kokulu elma türleri.
Saat 15.45’te gemimiz rotasına devam etmeye başlıyor. Bu akşam gemide bir de neşeli bir dans yarışması var. Gemi’deki etkinlikleri vakit kalırsa başka bir zaman anlatacağım.
Ve Şeksna Nehrinde gün batımına doğru kayıp gidiyoruz…
…ve gün batıyor uçsuz bucaksız su yollarında
(DEVAM EDECEK…)
Prof.Dr. Sakine Eruz Esen