Gün karanlığa karışsa da artık her yolculuğun ötesinde, yaratıcının inayetine kavuşan bir sonla bitirmiştim bu yolculuğu. Görece mesafesinde kısa ama kutsallığı ve yaratılmışın yaratanına vuslatında bitimsizliğiyle sonu gelmeyecek bir yolculuktu bu.
Yaşadığım bu topraklar önce yaratıcının iradesinden çıkmış olması sonra da insanın nesillerdir bir öz bırakmasından dolayı farklı gezilerin farklı rotalarına sahip olmuştur. Zirve ile göğün buluşmasında, ağacın dalına konan kuşun sükûnetinde, bir geyiğin toprağa basışındaki zarafeti duyumsamak için yola çıktığınızda illa ki doğanın ve onu yaratanın karşı konulmaz gücünü ve güzelliğini hissedersiniz. İnsan ve insana dair inançlar ya da düşünce sistemleri yoktur burada. Bu sizin bir rotanızdır yolları boyu gideceğiniz. Ama doğanın insan ile birleştiği, kendine göre kültüre ettiği yerler ise bir başka güzergâhtır. Bu güzergâhta da var edenle varoluşun başka sırları saklıdır.
Topraklarıma dair bu düşüncelerin ağırlığına eş adımlarımda Kastamonu’nun yüksek kalesinin himayesindeki Gümüşlüce Deresi’nin şimdilerde asfalt olmuş yolunu çıkar buldum kendimi. Bu dalgın özdeki bilinçle gitmekte olduğum yer insanı var edenle varoluşun sırlarını aralayacağı bir yer, Kastamonu için olduğu kadar tüm Anadolu için de kutsal bir mekân olan Şeyh Şaban-ı Veli’nin divanıydı. Adımlarım, işte insanla doğanın birleştiği noktada yaratıcısına yanaşmak, onun yansımasını somutlaştıracak ve ona ermek adına yapacağı ibadetin mekânlarını yaratmak adına oluşturulan yoldaydı.
***
Camisi, türbesi, haziresi, konakları ve yarattığı bilge atmosferiyle bu Veli’nin külliyesine gelmiştim çünkü buralarda insanın sonsuzluktan kendine pay alması ve sonsuzluk inancından kaynaklı manevi yolcuklar başlardı. Varoluşun öyküsünün izleğindesinizdir eğer bu yola girdiyseniz. Burada Tanrıyla, evrenle, yaşamla bir olacağınız ve Şeyh Şaban- Veli’nin deyimiyle güle güle gelip, güle güle döneceğiniz bir yolcuğun başlangıcı ve bitişi olursunuz.
Her insan her gezdiği mekân ya da gördükleri karşısında mutlaka farklı farklı düşünceler içine girer. Ancak burada şimdi yazdığım satırlara ait düşünceler her insanda aynı olsa gerek. Çünkü külliyenin yarattığı o kutsal hava her insanı aynı sarıyor, aynı ermişliğin ya da ermek için geçilecek yolun içten derinliği, bakışlara, simalara yerleşiyor.
***
Yüzyıllardır kendi dilinde okunmuş dualar ile binyıllardır da insanın Allah’a olan sarsılmaz inancıyla vücut bulmuştu burası ve bir merkezdi. Kastamonu’da çok sayıda olan ve kökleri de çok derinlerde olan kutsal alanların merkeziydi. Bu merkezi çevreleyen kutsal alanlar ise yüzlerce bilge yönetici ya da din adamının türbeleri, bin yıla yakın tarihleriyle külliyeler, camiler, anıt mezarlardır.
İçinde bulunduğum bu kutsal merkez, onu saran dinsel yapılar ve neredeyse il çapındaki diğer tüm benzer mekânlarla organik bir bağ içinde. Mesela Şeyh Şaban-ı Veli ile Kastamonu’ya 27 km uzaklıktaki Benli Sultan’ın birbirine karışan hikâyelerinde olduğu gibi ya da yine Şeyh Şaban-ı Veli’nin Hanönü ve Taşköprü’yle olan bağlantısı gibi. Bu şekilde bakınca şu an soluduğunuz ve insanı yaratılış mucizesinin dinginliğine bırakarak yayılan ilahi dalgaların, topraklarımızı sarıp buradan da arşa taştığını düşünüyorsunuz.
***
Manevi güzergâhta adımlarımdan çok neredeyse düşünerek yapılan bir yolculuk oldu bu. Yeniden harekete geçip Kastamonu’nun o bir asrı çoktan aşmış, Osmanlı bakışlı konaklarının gölgesinde başka mekânlara yöneldim. Adım attığım her sokakta bir ya da birden çok türbe, cami ya da başka dinsel ve kültürel mekânları gösterir levhalar vardı. Adımlarım biraz daha ilerlediğinde beylikler döneminden yani 1350’li yılların başında yapılmış İbn Neccar diğer bir adıyla Eligüzel caminin yanından geçiyorum. O nezih yapısı ve muhteşem nakışlarla süslü ahşap kapısını görünce, bu camiyi yaptıran düşünce ile onu yapanların ne kadar değerli olduğunu anlıyorum.
Biraz daha ilerliyorum. Beylikten Osmanlı Dönemine atlayıp 1570’li yılların yapısı olan Sinan Bey caminin çeşmesinden su içtikten sonra bu kez de Selçukluya doğru uzanıp Kastamonu ilk Türk İslam Dönemi yapılarından, Yılanlı Darüşşifa’nın o neredeyse dil ile ifade edilmeyecek güzellikteki taç kapısına ulaşıyorum. Büyük bir külliyenin orijinalinden günümüze yalnızca her murç darbesi, her tarak izi, her motifi ile “Selçukluyum” diyen bu kapı kalmıştı. Büyük ihtimalle neredeyse yeniden kurulan bir kentte yani 1280’lerin Kastamonu’sunda bu külliye; döneminde kamuya verilen önemin nirengi noktasıydı. Çünkü bir cami, bir darüşşifa (Hastane) ve diğer ek yapılarla oluşturulmuş bir külliyeydi.
Kapının yanındaki duvarlara işlenmiş Selçuklu yıldızının, kapı içine friz olarak yapılmış ejder motiflerinin kıvrımlarından sıyrılıp çökmeye başlayan akşamın duvarlarına vuran Nasrullah Camine doğru ilerliyorum. 500 yılı aşkın ömründe her günün akşamından her günün sabahından ışık alan bu Kastamonu’nun en büyük camisinin kendisi de ışık olup kendisini gören her kalbe her an kutsal bir inayetle doğuyordu. Kapısına doğru ilerledim; son cemaat yerinden camiye geçişin her iki yanında devasa birer saat duruyordu. Ve saatlerden birinin yanında bir yaşlı amca oturuyordu. “Zaman, varoluş ve insan” çok anlamlı bir kompozisyon değil mi?
“Nasrullah Cami gibi böylesi büyüleyici dinsel mekânların içinde zaman kavramı olağandan ne kadar farklıdır” sorusuna cevap ararken ben çoktan bir başka Beylikler Dönemi eserinin günün son ışıklarını yakalayan eşsiz edasına doğru yol almıştım. İsmail Bey Külliyesi’ndeydim şimdi. Manevi yolculuğumun bu son ama en sade, en yalın ama en estetik mekânlarından biriydi burası. Bin bir efsanenin kaynağı, bitimsiz cümlelerin yankılarını taşıyan izlerinde İsmail Bey (Candaroğulları Beyliğinin son hükümdarı) gibi bir bilgenin yazdığı ve yüzyıllardır ahlakbilimcilerin baş tacı olan Hulviyat’ın mısralarını da duyumsamamak elde değildi.
Duvarlarına sinmiş içten yakarıların, tek çare olmanın ve hep sığınılan mekan olmanın mağrur ifadesinde cami artık bu kentin bir başka akşamından kendini geceye iteliyordu. İsmail Bey Caminin duvarlarına vuran son ama canlı bir kızıl ışık, her akşam burada, bu camide, bu kentte ve bu manevi-kutsal yolculukta akşamın her akşam gibi eşsiz olduğunu söylüyordu. Işık, akşam, gün bu sonsuzluk düşüncesinden sonsuza var olmuş eserlerin kireçtaşı sırtlarında bu kentin, bu tarihin, bu kutsallığın ihtişamının renklerinin ispatıydı.
***
Gün karanlığa karışsa da artık her yolculuğun ötesinde, yaratıcının inayetine kavuşan bir sonla bitirmiştim bu yolculuğu. Görece mesafesinde kısa ama kutsallığı ve yaratılmışın yaratanına vuslatında bitimsiz bir yolculuktu bu. İnsanın var olduğundan beri çıktığı yolculuk, olduğundan beri aramak için adımladığı ve gerçeğe ermek için çabası eksik olmayacak bir yolculuktu.
Olsun, dün de çıktık insan olarak, bugün de yorulduk ama yarın da çıkacağımız bir yolculuk. Çünkü “güle güle” başlayacak, “güle güle” devam edecek ve “güle güle” bitiremeyeceğimiz bir edim bu.