RİBİNSK SU REZERVUARI VE YAROSLAVL KENTİ
Bugün gemimiz Şeksna Nehrinden geçerek devasa bir su rezervuarı olan Ribinsks Su Rezervuar’ına girecek. İki nehrin buluştuğu bu yörede yazları nehirlerin kuruması nedeniyle su seviyesi düşüyor ve gemiler seyredemiyormuş. Kendi halkına da binbir eziyet uygulayan diktatör Stalin 1932 yılında Volga Nehri üzerine bir baraj inşa edilmesine karar veriyor ve böylece yüzlerce köyü suları altında bırakan bu su rezervuarı oluşuyor. İnşaat 1941 yılına değin sürüyor ve binlerce hektar toprak sular altında kalıyor. İnşaat devam ederken baraj inşaatında çalıştırılan sayısız tutuklu hayatını yitirmekle kalmamış köylerini terk etmek istemeyen köylüler de boğularak ölmüşler. Bugün ise onlarca nehir bu devasa su rezervuarını besliyor. Moskova’ya su yollarının ulaşması ancak binlerce kişinin ölümüyle olanaklı kılınıyor. Biz ise şimdi deniz büyüklüğüne ulaşan bu kanlı sularda kayarak yol alıyoruz.
Aklıma Kastamonu Münire Medresesi banisi, uzaklardan dedem olan Reisülküttap Hacı Mustafa Efendi’nin 18. yüzyılda söyledikleri düşüyor. “Dünyanın hayrı şerriyle ikizdir. Faydası zararı ile yoldaş yaratılmıştır. İnsan ise, aklının derecesine göre iyilik veya kötülüğe meyledecek kabiliyettedir, o nedenle herkes, bu kabiliyeti gereğince iyiler zümresine dahil olabilmek için gücünün yettiği derecede bir eser ortaya koymak durumundadır.” Ne güzel söylemiş Reisülküttap Hacı Mustafa Efendi. Stalin’in döneminde ortaya konular eserlerin temelinde ise her zaman ölüm, kötücüllük ve kan olmuş. Belki de akıllı insanlar ellerinden geldiğince kötücüllükten de uzak durmayı başaran insanlardır. Ne mutlu bunu başarana diye düşünüyorum usulca.
Kiji’denGoritzsy’e giderken üstüste altı seviye havuzundan geçen gemimiz bu kez rezervuara girmeden ve çıktıktan sonra birer seviye havuzundan geçerek Yaroslavl’a vasıl olacak.
Bugün gemi programında Rus Bayramları ve Rus gelenekleri üzerine bir sohbet programı var. Öğlen yemeğinden sonra 13.30’da Yaroslav’a varıp şehir turu için harekete geçeceğiz. 13.15 ile 18.30 arası Yaroslavl’ı gezeceğiz.
Yaraslavl Rusya’nın eski şehirlerinden. 11. yüzyılda Prens Akıllı Yaroslavl tarafından kurulan bu kent aynı zamanda Rusya’nın bugün de sanayi kentine dönüşmüş zengin kentlerinden biri. Moskova Polonya işgali altındayken Yaroslavl Rusya’ya beşkentlik de yapmış. SSCB döneminde sayısız fabrika inşa edilmiş. Eski caddeleri, katedralleri ve manastırları ile önemli bir turizm merkezi olan bu kent aynı zamanda UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde de yer alıyor.
Yaroslavl’ın nehir boyunca öteki Rus kentlerinde de olduğu gibi uçsuz bucaksız parkları var.
Bir parkta İkinci Dünya Savaşı’na gönderme yapan kahraman asker heykelleri önünde öğrenciler bir tören yapıyorlar. Kadınlı erkekli Rusya’nın yeniden inşa edilmesine hatırlatıyor bu heykeller.
Öğrencilere belgeler veriyorlar. Bütün öğrencilerüniformalı, rehberimiz okulu bitiren öğrencilerle tören yapıldığını açıklıyor. Kız ve erkek öğrenciler pırıl pırıl giyinmişler, heyecanla belge alma sırasının onlara gelmesini bekliyorlar. Altın kaplama şirin kule başlıklarıyla bir katedral tüm görkemiyle adeta gurur içinde belgelerini alan üniformalı bu öğrencileri izliyor.
Her kültür alışverişinden sonsuz bilgi edinildiğini ve ülkelerin birbirlerini tanıdıkça birbirlerine daha hoşgörülü davranabileceklerini bildiğimden, keşke diyorum ortaokul ve liselerde de değişim programları olsa Rusya’yla ve bütün öteki ülkelerle. Keşke bu pırıl pırıl gençler de geçici de olsa bizim okullarımızda okuyabilseler bir süre için ve Türkiye’yi tanısalar ve bizim gençlerimiz bu güzel ve uçsuz bucaksız ülkenin okullarına gelip bu ülkeyi daha iyi tanıma fırsatını elde edebilseler. Birbirlerinin dillerini öğrenseler. Kim bilir, belki bir gün bütün bunlar olanaklı olur, aynı Avrupa Birliği’nin üniversiteler düzeyinde önayak olduğu Erasmus Değişim Programı gibi.
600.000 nüfuslu Yaroslavl kentinin amblemi bir “ayı”. Her yerde bu ambleme rastlayabilirsiniz. Bilir misiniz, Berlin kentinin amblemi de bir ayıdır. Ayı ve her türlü hayvan Batı’da amblem olarak kullanılır ve hiç kimse bundan rahatsız olmaz, bilhassa gurur duyar. Ayı ise bütün hayvanlar içinde gücü ve kuvveti temsil eder.
Yaroslavl’ınuçsuz bucaksız hal gibi kapalı pazar yerleri de var. Burada ise, şaşıracaksınız ama Türkiye’dekinden daha uygun fiyatlara çam fıstığı satılıyor. Satıcılar genelde Türki Cumhuriyetlerinden buraya göçmüşler, hepsi Türkçe biliyor, hatta bazen Türk Lirası dahi geçiyor. Fıstıklar daha tombik ve kısa boylu, tatları ise harika.
Bir manastırın bahçesinde arı kovanları var, ama bu arı kovanları minik Rus evleri gibi yapılmış.
Saat 18.30’da gemimize dönüyor ve Moskova’dan sonra son durağımız olan Ugliç’e doğru hareket ediyoruz. Artık tümüyle Volga Nehri’nde yol alıyoruz. Sağımız solumuz hâlâ orman ve nehir devasa boyutlarda.
MOSKOVADAN ÖNCEKİ SON UĞRAK YERİMİZ … UGLİÇ
Geceden kabinimize bırakılan bilgilendirici fotokopilerde program bu kez şöyle. 6.25 horoz sesiyle uyandırılma ve kahvaltıdan sonra Ugliç’e varış ve yürüyerek yapılacak tur. Saat 8.00’de Ugliç’teyiz. Devasa boyutlu Volga Nehri üzerinde kayarak ilerliyor gemimiz. Yolculuğumuz boyunca geçmemiz gereken onuncu seviye havuzunu da geçtikten hemen sonraUgliç’e varıyoruz.
Rehberimiz Ugliç’in pazarının ilginç olduğunu ve oradan istediklerimizi alabileceğimizi söylemişti. Saat 12.00’ye kadar Ugliç’te kalabileceğiz.
Uzaktan Ugliç’in güzel kubbeli şirin kiliseleri gözüküyor, biblo misali.
Gemiden iniyoruz ve grubumuzla birlikte daha yeni kurulmakta olan giysi ve hediyelik eşya stantlarının ortasından geçerek büyük bir parka giriyoruz. Özgün kıyafetli yaşlı kadınlar şarkı söylüyorlar, dans ediyorlar ve isteyenle resim çektiriyorlar. Durup bu güzel ezgileri dinleyenler gönüllerinden ne koparsa veriyor. Yine yaşlı kadınlar yolun kenarına oturmuşlar bahçe ve orman meyveleri satıyorlar.
Annem yorgun, bir banka oturuyoruz, grup çok hızlı hareket ediyor, en iyisi gruptan ayrılıp Ugliç’i yalnız gezmek diye düşünüyoruz. İstanbul’daki sevdiklerimiz için birkaç ufak tefek eşya almamız lazım. Ugliç’in şirin pazarına giriyoruz. Satıcıların çoğu Türkçe konuşuyor.Matruşkalar, renkli boyalı ahşap kaplar, tepsiler, çocuk giysileri ve binbir nesne bizi bekliyor adeta. Nesnelerin bir kısmı da Çin’den ve Hindistan’dan gelmiş buraya.
Bir stantta altmış yaşlarında bir kadın satıcı çocuk giysileri ve mutfakta kullanılacak tutacak ve benzer eşyalar satıyor, tüm ürünler özgün ve giysiler çok güzel. Oradan buradan konuşuyoruz, diyor ki,“kışın dikiyorum bunları, yazın da satıyorum. Modelini de ben çiziyorum.” Takdir ediyoruz bu yetenekli ve çalışkan kadını. Sonra satıcıların çoğunun kışın ayrı bir işte çalıştıklarını, yazın da bu pazar yerine geldiklerini ve geçimlerini aslında turizme borçlu olduklarını öğreneceğiz. Birkaç bir şey aldıktan sonra annem gemiye gidiyor ben de Ugliç’in merkezine doğru yürüyorum. İleride ilginç bir katedral var, kubbeleri yapılırken yıldızlı gecelerin göğüne öykünülmüş, biblo gibi tıpkı. Ağaçların arasından kubbeleri yıldızlı geceleri andıran bu güzel kilisenin resmini çekiyorum.
Hemen katedralinyanıbaşında bir manav var, çocukluğumdan tanıdığım harika elmalardan satıyor, satıcıya yaklaşıyorum, Rusça dersinde öğrendiklerimi satacağım, ama satıcı şakır şakır Türkçe konuşmuyor mu! Azerbeycanlı, çalışmak için gelmiş Rusya’ya, oradan buradan sohbet ediyoruz, seviniyor Türkçe konuştuğu için, ben de seviniyorum, her dediğimi anlayan birisini bulduğum için.
Hava çok değişken, bir yağmur yağıyor, bir güneş çıkıyor, bir fırtına var, sonra yine sıcak. Tam şemsiyemi çıkaracağım, yağmur ansızın diniveriyor.
Ugliç çok şirin bir kasaba, bir özelliği var bu güzel kasabanın. Saatleri ünlü. Süslü süslü saatleri var. Saat değil ama minik bir broş alıyorum, Ugliç’ten küçük bir hatıra.
100 Ruble yaklaşık 7,5 – 8,– Türk Lirası. 2000,– Ruble yaklaşık 150,– Lira yaptığına göre, 10.000 Ruble’nin ne kadar ettiğini siz hesaplayın.
Dönüşte orman meyvesi satan yaşlı kadınların yanından geçeceğim ve dayanamayıp Almanya’da kaldığımız Karaormanlarında çocukken ormandaki çalılardan topladığım Heidelbeeren’leri (bizde bu koyu mor siyahımsı minik meyvelere yaban mersini diyorlar), dağ çileği alacağım. Gemide bütün bunları yiyince midem bozulacak ve akşama kadar kabinden çıkamayacağım. Ama olsun, bütün bu güzel meyvelerle çocukluğuma dönme şansını yakalamış olacağım.
Ugliç Pazarını çekmeyi ihmal etmişim, artık gezinin sonuna geliyorduk ve yorgundum, onun dışında gemiye zamanında yetişmek için her şeyi alelacele yapmak zorunda kalıyorduk. Alışveriş de zamanımızı aldı. Oysa envaiçeşit Matruşka, envaiçeşit işlemeli örtü ve envaiçeşit üstü çiçek desenli hafifcecik ahşap kaplar ve tepsiler vardı. Ayrıca o güzel meyvelerin de fotoğrafını çekmeyi akıl edemediğim için kendime kızıyorum.
Annemin güverteden çektiğim bir resmini size çekemediğim tüm resimlerin yerine yolluyorum. Üç Matruşka ve minik bir anahtarlık Matruşka sizi izliyorlar. Bakmayın burada kocaman çıktıklarına, aslında boyları oniki cm’yi geçmiyor bu güzel ve neşeli, bereketi sembolize eden Matruşkaların. Ve dikkat edin üçünün başında minik bir uğur böceği var, “uç uç böcek” derseniz, belki uçup elinize konarlar…
Matruşkaların üçü Goritsili, soldan ikincisi ise Ugliçli, minik anahtarlık Matruşka’yı da Azerbeycanlı satıcı kadın bize hediye etti. Pencerenin camına yolculuk boyunca hiç tükenmeyen uçsuz bucaksız ormanların aksi de yansımış. Annem adeta ormanla Matruşkaların arasından izliyor bizi.
Hoşça kal Ugliç… herhalde bir daha hiç görüşemeyeceğiz, güzeldin, parkların, pazar yerin, özgün kıyafetli yaşlı kadınlarınla, sempatik satıcılarınla, gök kubbeli masal kilisenle; ancak galiba beni çocukluğuma götüren o yaban meyvelerin ve o mis kokulu elmaların daha bir güzeldi.
VOLGA TURUNUN SONUNA GELİYORUZ VE MOSKOVA İLE VEDA EDİYORUZ BU GÜZEL ÜLKEYE
St. Petersburg’dan başlayan her ne kadar farklı nehirler ve kanallar ve devasa göller üzerinden geçse de adı“Volga Turu” olan turumuzun sonuna yaklaşıyoruz. Bu kez Volga Nehri’nde seyrediyoruz. İki seviye havuzunu geçtikten sonra yapılma sürecinde onbin işçinin boğularak öldüğü elli kilometre uzunluğundaki Moskova Kanalı’na giriyoruz. Üstüste dört seviye havuzunu geçtikten sonra Rusya’nın ikinci masal kenti, sayısız badire atlatan, sayısız acıya ve sevince tanık olan başkenti Moskova’ya vasıl olacağız.
St. Petersburg’dan Moskova’ya yaptığımız 1750 km uzunluğundaki yolculuğumuzda tüm nehir kıyılarıormanlarla çevriliydi. Su yolları ve devasa göllerde bir tutam dalga dahi yoktu; bu uzun yolculuk süresince gemimiz adeta kaydı farklı farklı adlandırılan nehirler ve göllerin üzerinden ve karşılaştığımız tek dalga geminin artında bıraktığı suyun belli belirsiz hareketiydi.
Gün batımında kararan sularda sandallar ve diğer nehir gemileri ve yük gemileri seyrediyordu. Hepsi öyle sessiz sakin yanımızdan geçip gittiler.
Gün batımında ise bütün bu sular envai çeşit renklere bürünüyordu, sanki sihirli bir değnek dokunuyor ve kızılın ve sarının bütün renklerini yağlı boya fırçalarıylasalt sudan oluşan tuvale yansıtıveriyordu.
On gün süren yolculuğumuzda hiç sıkılmadık. Ya gezilerimiz vardı ya da gemideki türlü etkinlikler. Bütün gemi personeli yolcuların iyi vakit geçirmeleri için ellerinden geleni yaptılar. Harika sesli sanatçılar akşamları konser verdiler ve her gün gerek kültür gerekse dans programları sunuluyordu. Gemi personelinin ve rehberlerin disiplileri ise dudak ısırtan türdendi. Gemide bizden başka İspanyollar, İtalyanlar, Hollandalılar ve Ruslar vardı. Gemide görevli rehberler birkaç dil bilmekle kalmıyorlar, Rusça dil dersi, dans dersi, Rus kültürü dersi, şarkı dersi de veriyorlar ve bir tür animatörlük görevini de üstleniyorlar. On parmaklarında on marifet. Türk rehberlerimiz ise Rus kültürüne hakim ve profesyonel rehberlerdi.
Kazançları fazla değil Rusya’da çalışanların. Ugliç’teki Rus ve Azerbeycanlı satıcılar gibi yazları turizmde, kışları başka bir işte çalışıyorlar. Gemide hediyelik eşya satan Tatyana Hanım da aslında İngilizce öğretmeniydi, yaz tatilini gemide geçiriyor, kışın İngilizce öğretmenliği yapıyordu.
Hayat bize göre daha ucuzdu, yakıt bizdekinin yarı fiyatına, sıcak su neredeyse ücretsiz, keza devletten temin edilen doğalgaz ve öteki hizmetler de düşük.Otomobil fiyatlarının da uygun olduğunu söyledi rehberimiz. Belki de en önemlisi okullar ücretsiz ve ailelere çocukların gelişmesi için her türlü olanak sunuluyor.
Evet sonunda sekizinci günün öğleden sonra saatlerinde Moskova’ya vasıl olduk. Ben Volga Turu anılarımı burada keseceğim. Bunun bir nedeni Moskova’yı öyle çabucak anlatmanın bu güzel, tarihi ve kanlı 1917 ihtilaline tanıklık eden kente haksızlık olacağını düşündüğüm için, öteki nedeni bu gezi yazılarını oluştururken öncelikle olan onlarcaişimi ihmal etmiş olmam ve bir an önce o işlerimin başına dönmem gerektiğindendir.
Butün bu nedenlerle size Kremlin’i, Kızıl Meydanı, Nazım Hikmet’in de ebedi istirahatgâhı olan önemli Rus devlet büyüklerinin, sanatçılarının ve Rusya Devletine katkıda bulunan kişilerin defnedildiği Novodevitçi Mezarlığını, Nazım Hikmet’in anlamlı mezar taşını, 27 milyon Rus vatandaşının öldüğü İkinci Dünya Savaşı anısına inşa edilen devasa Zafer Parkını, bu parktaki camiyi, sinegogu, sayısız kiliseleri, Kum Alışveriş Merkezi’ni ve otuzlu yıllarda ve ellili yılarda yapılan olağanüstü güzel müze duraklı metrolarını belki başka bir zaman anlatacağım. Şimdilik bütün bunları aşağıda birkaç karenin altında belirttiğim altyazılarla aktarmaya çalışacağım.
Uçsuz bucaksız su yolları ve uçsuz bucaksız ormanları olan bu ülke her açıdan zengin. Yarı değerli taşlarla saraylara sütunlar yapmışlar. Baltık denizinden çıkan bal renkli kehribardan yapılan takılar ise sayısız dükkanda sergileniyor.
Ve tabii Rus el sanatının bütün görselliğini sergilediği Matruşkalar, hafif ahşapların boyanması, sıkıştırılmış kağıttan (papermache) yapılanve üstünde envaiçeşit zarif resimler bulunan kutucuklar, Rus porselenleri, nakışlı örtüler ve daha neler neler.
Rusya‘da her bir köşe başında bir tiyatro var. Sanat, müzik, spor son derece önemli Rus halkı için. Sanatın her alanı önemli. Dahası daimi sirkleri de var;ve meşhur sirk artistlerini de ünlülerin defnedildiği kabristana defnetmişler. Her yerde rastlanan buram buram sanat tüten heykeller ise hiçbir zaman aşınmayacak malzemelerden yapılmış, ya mermer ve çoğu zaman bronz. Metro istasyonlarından birinde hayran kaldığım bronz heykeller insanların nasıl çağdaşlaşabileceğini anlatıyor. İlkin tarım ve fabrikalar önemli, başka bir deyişle üretim, mühendislerin ve işçilerin ülkenin kalkınmasına katkısı. Sonra üniversiteler geliyor, üniversite eğitimi çok önemli, kitap okuyan insan boyutunda genç kız ve delikanlı heykelleri yapmışlar bronzdan, sonra hobiler geliyor, bu kez bronz delikanlılar ve genç kızlar sportif aktivitelere katılıyor. Bütün bunlar olduktan sonra evlenip çocuğa sıra geliyor. Bu aşamalar olmadan kalkınmanın olanaksız olduğunu anlatıyor bu metro istasyonu.
Moskova Metrosunun boyutları ise devasa.
Hani derler ya, “çok gezen mi, çok okuyan mı çok bilir” diye. Aslında gezerken ve okurken en önemli olgu karşılaştırma yetisini geliştirmek ve iyiyi kötüden ayırmasını öğrenmektir. İşte bu beceri kazanılırsa farklı coğrafyalarda izlenen güzellikleri de kendi ülkemize taşımak olanaklıdır. Her yolculuğun karşılaştırma yetisini arttırma gibi bir özelliği vardır. Tabii bunun için önkoşul bütün bu yerlere giden yolcuların kendini geliştirmeye, gördüğünün ardındakini merak etmeye, inceleyip araştırmaya, yabancı kültürü kendi kültürü ile karşılaştırmaya ve gördüğü güzellikleri kendi ülkesinde de uygulamaya hazır olmasıdır. Sonuçta gezmek ve okumak elele verdiği sürece insan kendisini ve yaşadığı coğrafyayı da geliştirebilir ve gelecek vaat eden yarınlara taşıyabilir.
Şunu söyleyebilirim, Rusya eski Rusya değil. Gorbaçov’un Rusya’nın yüzünü aydınlığa döndürmekte büyük bir katkısı olduğu kuşkusuz. Perestroyka (yeniden yapılanma) ve Glasnostla (şeffaflık) birlikte ülke farklı, aydınlık ve neşeli yüzünü ortaya çıkarmış. Bu yeni Rusya’da dolaşırken Komünist rejimde olduğu gibi tedirgin değilsiniz, sanki Viyana ya da Berlin’de dolaşırcasına özgürsünüz ve en önemlisi insanlarının yüzünde o eski tedirginlik ve korku yok.
Anımsıyorum, bundan kırk yıl önce Romanya üzerinden Almanya’ya gidiyoruz. Babamın eski Mercedesiyle yol alırken, yoldan Romanyalı bir çiftçiyi alıyoruz. Adam bizimle Almanca konuşuyor, hoş sohbet seyrederken, adamın yüzü birden bembeyaz oluyor ve kapıyı açıp yürüyen arabadan kendisini dışarı atıyor. Sonra bize anlatacaklar, Batı arabalarına binmek, Batı’dan gelen insanlarla etkileşim kurmak yasak, bunu yapan hemen hapsi boyluyor. Adam bizi Doğu Almanyalı sanmış, ondan binmiş arabaya.
Aynı durum Batı Berlin’den Doğu Berlin’e geçerken de geçerliydi. Karanlık yüzlü, gölgelerinden tedirgin olan gümrük memurları saatlerce sizi kontrol ederlerdi. Gorbaçov ve Alman şansölyesi Kohl’un yapıcı politikalarıyla 1989 yılında Doğu Almanya ile Batı Almanya arasında Berlin’de 1961 yılında inşa edilen utanç duvarı yıkıldı ve iki Almanya 28 yıl sonra birleşti. Bu çok büyük ve ülkelere özgürlüklerini iade eden bir hamleydi. Bununla kalmadı SSCB dağıldıktan sora sayısız ülke de özerkliğine kavuştu.
İşte artık bu tedirginlik atmosferi yok Rusya’da. Bir de bizim ziyaretimiz Futbol Dünya Kupası maçlarına denk geldi. Moskova ve bütün öteki kentler şampiyonaya ev sahipliği yapmanın gururunu yaşıyordu. Ve her gittiğimiz yerde – ki çoğu yerde kupa maçları oynanmıyordu – her yer turist kaynıyordu.
Size bu yazımda ancak alt yazılı birkaç resim gönderebileceğim Moskova’dan. Umarım metni de bir gün oluşturabilirim. Ama şimdi Ekim’de Kastamonu’da açacağım “Osmanlı Devleti’nde ve Kastamonu’da Çokkültürlülük ve Çevirmenler” Sergime odaklanmam lazım. Bu 2009 yılından bu yana açtığımonyedinci sergim olacak. Onaltıncı sergimi Mayıs ayında Avusturya’da Graz Üniversitesi’nde açtım ve bu serginin daha sonra daimi bir sergiye dönüştürülmesi beni çok gururlandırdı.
Rusya uçsuz bucaksız çelişkilerle dolu bir masal ülkesi, bin sayfa da anlatsam bitmez tükenmez türden bir ülke. Gidip görülmesi gereken yerleri anlattım sizlere elimden geldiğince ve metinlerin boyutu izin verdiğince. Dilerim bir gün siz de bir fırsat bulursunuz bu güzel coğrafyayı görmeye ve binbir badire atlatarak ve milyonlarca kurban vererek bugünlere gelen bu çalışkan halkın temsil ettiği kültürü tanımaya fırsat bulursunuz.
Bu vesileyle binbir güzel ve hayırlı işe imza atan Kastamonu Anneler Derneği’ne, Ayten Hanıma ve burs alan öğrencilere teşekkür ediyorum. Onlar olmasaydı biz bu ilginç geziye çıkamaz ve ben bu gezi yazılarını oluşturamazdım. İyi ki varsınız, dilerim hep var olmaya devam edersiniz.
PROF. DR. SAKİNE ERUZ ESEN