700 adet üryani eriği olan bahçemde gururla geziyorum. 4’er metre ara ile dikili ağaçlarım bir tümen ordu gibi hizada ve bende aralarında başkomutan gibi havalı havalı dolaşıyorum. Tam kendimi bir dünya komutanı gibi hissederken onu gördüm.
Bir tırtıl. 2-3 cm boyunda ya var ya yok. Benim ağaçlarımdan birinin dalına yerleşmiş yeşil yaprakları yiyor. Üstelik yanına kadar gidip tepesine dikildiğim halde oralı bile değil. Hiç beni taktığı yok arkadaşın. Bütün havam sönüyor aniden
Tabii ki kan beynime sıçrıyor. Sağa sola bakıyorum kimse yok etrafta.Yani ortam cinayetemüsait. Bir fiske vurup düşürsem, yerde ezsem arkada şahit bırakmadan cinayeti işlemiş olurum. Kimse beni yakalayamaz.
Kimse bilmez, ama ben bileceğim. Kaldı ki Allah da şahit olacak. Bir insanın,Allah’ın ve kendisinin bileceği bir suçu işledikten sonra başkalarının bilip bilmemesi neyi değiştirir ki? İnsanın vicdanı rahat olabilir mi?
Sonra Dostoyevski’nin ölümsüz eseri Suç ve Ceza’daki Raskolnikov’un tefeci Alyona Ivanovna ve kız kardeşini öldürdüğünü aklıma geldi. O da şahit bırakmamıştı arkasında, ama kürek mahkûmu olmaktan da kurtulamamıştı sonuçta. Benim yaprakları yiyen tırtıl gibi o kadında ölümü hak ediyordu (gerçi kız kardeşi arada kaynadı ama neyse). Hem tüm roman boyunca katilin tarafını tutmakta garip bir duyguydu tabii ki. Allah var, yakalanmasını istemedim. Acaba bir insanın,ölümü hak eden birini öldürme yetkisi olabilir mi? Olmaz canım öyle şey.
Hele bir de Franz Kafka’nın Dava romanındakiJosef K.’nınhikâyesi var ki, onunki tam dram. O gariban ne ile suçlandığını, kimin suçladığını bile bilmeden bir mahkeme bir hâkimbuluyum da kendimi olmayan suçtan aklayayım diye çırpındı durdu.
Onlar gibi adalet sistemini karşıma almamaya kesin karar verdim. Ben elimi tırtılın yeşil kanına bulamayım diye çırpınırken bizim tırtılın hiç umurunda da değil hani. Bir yaprağın çeyreğini gözümün önünde yedi. Cinayeti işlesem hafifletici sebep sayılır,resmen tahrik var.
Eskiler, ürün ekerken bir kurda, bir kuşa, bir aşa diye hesap yaparmış. Bende karşı değilim kuşda, kurt da rızkını alacak, ama daha ben bir kilo erik almadım, sıralarını bekleseler ya, hepimize yetecek kadar var nasıl olsa.
Tam o anda müthiş bir çözüm geldi aklıma; tırtılı sürgüne yollamak. Tabii ki neden daha önce düşünemedim ki? İki yaprak arasına alıp bizim tırtılı 100 metre ilerde derenin altındaki kavak ağacına bıraktım. Surat bir karış oldu hemen, elbette üryani eriği yaprağını tutmaz, ama o da idare etsin artık. Canını kurtardı her şeyden önce.
Şimdi o düşünsün artık adalet sistemi ile ne yapacağını. Çok istiyorsa idare mahkemesine dava açar eski yerine geri döner, ama aylar sürer. Geri gelse bile bu seferde onu derenin üstündeki kavak ağacına sürerim gitsin. Bir dava daha açıncaya kadar yıl geçer, zaten ömrü bir yıl, eceliyle ölür bende elimi tırtılabulamamış olurum.
Tekrar ağaçlarımın yanına döndüm ve Türkiye’de kimsenin aklına gelmeyen sürgüne yollamak çözümünü bularak katil olmadanağaçlarımı kurtardığım için kendim ile gurur duydum.
Ancak bir saat kaldıktan sonra bahçeden ayrılırken geriye dönüp baktım. Ben gidiyorum, ama kaç tırtıl daha var bilmiyorum ve ben sadece birini sürgüne yolladım. Benim arada bir uğradığım bahçe onların evi, yurdu sonuçta. Aslında onlar hancı ben yolcuyum.
“Bugünde gönderdik” diye arkamdan gülüyorlarsa da hiç şaşmam. Acaba her ayrılışımda onlar mı beni yurtlarından sürüyorlar? Düşünmedim değil.
FEZA TİRYAKİ