Köylerde gezildiğinde ve oradaki sakinlerle sohbete dalındığında aslında Anadolu coğrafyasının 10 bin yıllık kültür birikiminin içine girmiş olursunuz da fark edemezsiniz birden.
O yaşlı elleri kıvrılmış, derileri kendine çekilmiş insanların dinç bakışlı gözlerinde ve sektirmeden konuşan dillerinde ne çok hazine vardır da inanamazsınız.
Her gittiğim köyde bu onbinlerce yıllık kültürün izlerini taşıyan bilgeler, yaşına rağmen hafızaları gençlere taş çıkartan yakın tarihin her sayfasını bilen âlimler ve çevresine duyarlı olup doğa ile birlikte yaşamında değişimini ince ince gözlemleyen insanlarla karşılaşırım.
***
Geçenlerde, işte bu saydığım tüm özellikleri taşıyan bir Anadolu bilgesi, Kastamonu uzmanı Merkez Karaş Köyü’nden Faik Dede (80-Kaçakoğlu) ile karşılaştım. Anadolu’nun geleneklerinden, Orta Asya’dan buralara gelmiş özellikleri, kendi yaşamının yakın tarihinden, doğadaki birçok şeye vakıf Faik Dede, sohbetinin tatlılığıyla ellerimi kollarımı bağladı.
Her anlattığı hem bir bilgi hem de tecrübe taşıyordu. Hani kolay yollar aşmamış yaşamının bunca mesafesinde. Yokluk içinde, askere gidene kadar koyun sürüleri gütmüş, bir yandan da kavalını üflemiş. Ama hem azim hem de yetenek ile cümbüş çalmayı da öğrenmiş kendi başına. Ama yaşamında kendi ile gurur duyduğu işlerin başında yine okuma-yamayı kendi başına öğrenmesi var.
Hem köy imamının yardımları hem de kendi çabasıyla öğrenmiş dağlarda koyun güderken okuma-yazmayı. Bilen bilir, “kalyana yazarak” öğrenmiş davar güderken. Ne kâğıt var elde ne deri, ne kalem ne boya. Üç beş bir şey öğreneceksin de dimağa yerleştirmek için sert kayarla yine tebeşirimsi yumuşak kayalarla yazarak öğrenmiş yani Faik Amca.
***
Misafir etti evine öylesine geçip giderken. Çayın yanına içten misafirperverlik ve sohbet. Sohbetimize aynı köyde süt inekçiliği ve tarımla geçimini sağlayan torunu Mahmut arkadaş da (38-İslamoğlu) katıldı.
Yokluk yıllarından, okuma yazmaya, bilginin öneminden Kastamonu’nun yaşantısına cümleler Faik Amca gibi bir bilgenin ağzından dökülüyordu. Okuma ve bilginin önemine neredeyse her 5 dakikada bir atıfta bulunan Faik Amca, yakın zaman eşkıyalarından söz açınca daha bir ilginç oldu sohbet. Cincilozlar, Titirizler, Cimbekler derken konular inanışlara kadar geldi.
Faik amca, Karaş Köyü’ne çok a uzak olamayan, hem bir türbenin bulunduğu, hem yağmur duasının yapıldığı hem de dilek ağacı bulunan bir mevkiden bahsetti. Bunca özelliğin bir arada bulunduğu yeri duyunca, artık dedim burası da madem yakın, söz ile değil göz ile anlayalım diye izin istedim Faik Amca’dan.
Sağ olsun torun Mahmut arkadaş da bana yoldaş oldu. Esen Köyü sınırları içinde Tekke denilen yüksek bir tepeye doğru yola çıktık. Yerler hem karlı hem de çamurlu olduğundan epeyi bir yürümemiz gerekti. Yol boyu küçük çamlıklar varken, bu tepeye yanaştıkça devasa, birkaç asırlık sarı ve karaçamlar görülmeye başladı. Bazı ağaçların altında belli ki mezarlar, kutsal mekânlar kondurulmuştu.
Tekke denilen mevkiye tırmanmaya başladık. Tüm çevreye hâkim oldukça yüksek bir tepe. Bir yanınızda Hacetlerin beyazıyla Ilgaz Dağları, diğer yanınızda Yaralıgöz’ün zirvesiyle Küre Dağları.
Tepenin en üstünde bir türbe. Dört sanduka var içinde ancak maalesef çevre köylerde de kim yatar bilen yok.
Türbenin arkasında birkaç asırdan fazla yaşı olan meşe. Devasa. Türbenin ön tarafından ise yine birkaç asırlık çamlardan oluşmuş küçük bir koruluk.
Burada, özellikle büyük kuraklık zamanlarında nerden baksanız 10-15 köy halkı bir araya gelerek oldukça büyük yağmur dualarına çıkıyormuş. Ki bilirsiniz her köyün kendi duası için elbet bir tepesi bulunur. Ama burası nerdeyse bütün bölgenin ortak kullandığı bir kutsal mekân. Germeç’ten Obrucak, Bekdemirekşi, Merkez’den, Akdoğan, Esen, Emir, Bürmece, Yunus, Karaş, Demirci, Uzunoluk, Alpagut, Dereköy, Alipaşa, Çaycafer köyleri buraya gelen köylerden birkaçı.
Önce çayırlık alanda, su oluğu yanında kazanlar yakılıp yemekler yapılırmış. Duadan önce yemek işi hallolur, sonra ise o devasa çamlardan oluşan koruluk altında duaya geçiliyormuş. Köylerim imamları sırayla Kur’an okuyup, daha sonra bir vaiz hocası vaazını verirmiş. Yani hem kuraklığa karşı yağmur duası iken aynı zamanda bir sosyal kaynaşma ve barış ortamı da yaratılıyormuş.
Tabii ben tüm bu bilgileri Mahmut arkadaştan alıyorum. He tarihe hem de kültüre oldukça meraklı ve bilgi olan Mahmut arkadaş da belli ki elini dedesi Faik Dededen almış.
***
Tekke mevkiindeki her yer kutsal ve oldukça ilgi çekici. Burayı tamamlayan ve benim en çok ilgimi de çeken yer ise birkaç asrı devirdiği belli olan dilek ağacı. Dallarının her yerinde beyaz beyaz çuhalar bağlı.
Kim bilir kaç yüzyıl kaç binlerce insanın dileğine kulak verdi bu ağaç.
Bu kadar ilgimi çekmesindeki olay ise aslında artık Kastamonu sınırlarında bu ağaçların pek görülmüyor olması. En çok dinmeyen baş ağrıları için çul bağlanan bu Meşe ağacına, evlilik, askerlikten sağ salim dönmek, çocuk sahibi olabilmek gibi nedenlerle de dilekler iletiliyor.
Hani Anadolu kökenleri olduğu kadar Orta Asya’daki Hayata Ağacına kadar geri gidiyor bu dilek ağaçları. Kökleri ile yer altına, üst dalları ile gökyüzüne ulaşan bu ağaçlar, hayat ile göksel güçler arasında bir aracı gibi görülüyor.
Bizim Tekke’deki ağaç için ise dahası var. Ilgaz ile Yaralıgöz’ü gören ve iki ulu dağın tam arasında kalan bir yerde. Neredeyse her iki dağa da eşit mesafede. Hem yer altı, hem gökyüzü, hem de ulu dağlar arasında sonsuz kutsallıktaki bir mekân burası.
Sanırım Anadolu ilk kültür köklerine kadar geri giden bir mekân bu tekke. Hem doğaya ses vermenin, hem kutsaniyeti göklere yakın olarak yaşamanın bir mekânı. Her masum ve gerekli bir dilek işte bu tepenin üzerinden Yaralıgöz ve Ilgazları aşarak evrene dağılıyor.
Anadolu’nun her köyünde binlerce yıllık kültür kendini böyle doğayla ve inanışla iç içe gösterirken, köylerde de Faik dedeler gibi ulu çınarlarda yaşıyor ve aktarılıyor kültürümüz.
MURAT KARASALİHOĞLU