Onunla ilk kez, yağmurlu bir akşamüstü göz göze gelmiştik. Yüreğim hüzünlü bakışlarıyla nakışlanmıştı adeta. Hava kararmaya yüz tutarken, gökyüzü gecenin kapısını aralamıştı. Güneşin son ışıkları da çekilince, İplikciler çarşısının üstüne sanki yıldızlar yağmıştı.
Sıcacık esen rüzgâr içimi yatıştırmaya çalışırken, ardından bakıp kaldığım yaşlı kadının ev diye kabullendiği karanlık barınma yerini görüp, ürperdim.
O yıllarda restoresi devam eden Kurşunlu Han’ın dış tarafa bakan minik odacığına sığınmış, yaşamını sürdürmeye çalışıyordu. Sonraki günlerde oradan sık sık geçip, onunla iletişim kurmaya çalıştım.
Adının Hatice olduğunu öğrendiğim bu yaşlı ve yalnız kadının köyünde yaşadığı dönemde sözü geçen, görgülü, bilgili bir insan olduğu anlatılıyordu. Köyünde eşi ve çocuklarıyla mutlu yaşarken, ailenin başına gelen bir felâketin ardından tüm dengelerin bozulduğu ve Hatice teyzenin bugünlere geldiğiyle ilgili çeşitli öyküler anlatılıyordu.
Kim bilir belki de yüreğimizin söylencelere açık oluşundandır; kapısı kapalı her kale, her kent, her ev ve farklı olan herkesle ilgili anlatılar oluşturulması…
Bunlar söylenceyi andırsa da Hatice teyzenin otuz yıla yakın süredir burada yaşadığı ve bu küçük odayı sığınağı olarak gördüğü kimsenin karşı çıkamayacağı bir gerçekti.
Kalın naylonlardan oluşturduğu kapının ardında kimi gün tahtaları birbirine çakarak sehpa yaptığını görüyorduk. Kimi gün de büyükçe bir naylon torbaya uzun saplar dikerek, kendine sırt çantası yapıp içine birkaç eşya atarak sırtına yerleştirdiğine tanık olmuştuk. O çantayı birkaç ay kullandı.
Tuvaleti bir kova, lavabosu diğer kovaydı. Onları uygun bir yere boşaltır, sokak çeşmesinde yıkar, yerine dönerdi.
Komşuları olan çarşı esnafı onu birkaç kez huzurevine yatırmış, bir çok kez de yakınlardaki kaloriferli dükkânlarını boşaltıp Hatice teyzeyi oraya yerleştirmişlerdi. Her seferinde de kaçıp ‘evim’ dediği bu taş odaya dönmüştü.
Çoğunlukla sorulara yanıt vermeyen, bağırıp kızan Hatice teyze ile zaman ilerledikçe, hatır sormayla başlayıp kısa sohbetlere geçmiştik. Kızımla iletişimi daha iyiydi ve hazirladiğim yemekleri, yiyecekleri onun elinden olursa kabul ediyor, bazen de geçmişinden söz ediyordu.
“Bize Gümüş Pala derler.” demişti bir gün. Sonra da bir hazineyi beklediğini anlatmıştı.
“Burada üşüyorsun, seni huzurevine yerleştirelim.” dediğimde ise en büyük tepkiyi göstermiş:
“Siz iyiydiniz, sizi seviyordum ama şimdi beni kızdırdınız. Sizin de mi yerimde gözünüz var, beni gönderip buraya siz mi yerleşeceksiniz?” diye bağırmıştı. O günden sonra Hatice teyzeye uzun süre huzurevinden söz etmedik.
Derdini söylemeyen, kimseden bir istekte bulunmayan Hatice teyzemizin beni şaşırtan bir isteği olmuştu.
“Nasılsın? Bir isteğin var mı?” diye sorduğum günlerden birinde; “Sofra bezi ve bağ ipi getir.” demiş, sonra da eklemişti: “Sen bilirsin. Getirebilirsen getir.”
El sanatları çarşısında Hatice teyze için bir sofra bezi seçtim. Sofra bezini ve kumaşın tonundaki bağ ipini dört kat olarak sardırarak alıp, O’nun kaldığı yere doğru yöneldim.
Hatice teyze saatlerdir beni bekliyormuş gibi:
“Alıverdin mi?” diye sordu.
“Evet, işte buradalar.” Deyip paketleri verdim.
Elimden alıp ev olarak kullandığı taş odaya girdi.
“Beğendin mi?” diye seslendim, yanıt vermedi.
Hatice teyzemizi ertesi gün kapının önünde kucağına örtüyü yaymış, düğüm atarak, bağlayarak iplere çeşitli şekiller verirken buldum. Düzgün yapamıyor ama uğraşırken mutlu oluyordu.
Günler hızla ilerlerken, sonbahar yerini kara, buza bırakmıştı. Çok sert geçen bu kış, sonunda Hatice teyzemizin yorgun bedenine de değdi. Şiddetli öksürüğüne karşın doktora gitmeye ikna edemediğimiz Hatice teyze, bir öğleden sonra kaldığı yerin önündeki kaldırıma yaydığı örtünün üstünde uyku ile koma arasındaki bir halde bulunup hastaneye kaldırıldı.
Her zaman yanında olan esnaf hastanede de tüm sorumluluğu üstlendi. Üstelik bu öyle bir dayanışmaydı ki aralarında yirmili yaşlardaki gençler de vardı, orta yaşı aşmış komşular da. Rekabetin sınırsız ve amansız yaşandığı bir dünyada onlar el ele gönül gönüle, karşılıksız maddi, manevi desteğin, emek ve sevginin en güzel örneğini veriyorlardı.
Hatice teyze ile hastane odasında da sık sık buluştuk. Gergin, sinirli hali gitmiş, bilge insan tavrı ortaya çıkmıştı. Onu izlerken, hakkında anlatılanların doğru olabileceğini düşündüm. Hatice teyzeye doğru uzandım, yavaşça elini tuttum. Zor koşullar, soğuk hava ellerinin yumuşaklığını giderememişti. Gülümsediğini ilk kez gördüm.
“Gene gelin.” dedi.
Kızım:
“Gelirken sana ne getirelim, istediğin bir şey var mı Hatice nine?” diye sordu.
“Aklınıza ne gelirse onu getirin.” diye yanıtladı.
Onun kimsesiz oluşuna aldırış etmeden özenle ilgilenen göğüs hastalıkları uzmanı hekim, hastamızın tedaviye cevap verdiğini ayrıca sinir sistemi için vitamin takviyesi yapıldığını ve yaşlılıktan doğan hastalıklar için diğer uzmanlarla birlikte hareket ettiklerini anlattı.
Hemşirelerden doktorlara tüm personelin destek olduğu uzun bir sürecin ardından Hatice teyzemiz iyileşti. Kış aylarını hastanede atlatıp, sıcak bir ortamda nisan ayına ulaşmış olması bizleri çok mutlu etti. Doktorlara göre hastaneden çıkma, Hatice teyzeye göre sığınağına dönme, bize göre de onu huzurevine yerleştirme zamanı gelmişti.
Hatice teyzeyle ilgili çok hızlı hareket etmeliydik. Hatice teyzeyi o sokaklara tekrar dönmeden ikna ederken, bürokratik işlemlerin hızla yapılması gerekiyordu.
23 Nisan törenleri nedeniyle makamında minik öğrenci oturan Kent Valisi sorunumuzu dinleyip, anında çözerken, teşekkürümüzü de o gün için makamını sembolik olarak bırakmış olduğu öğrenciye yönlendirdi.
“Bana değil geleceğin valisine teşekkür edin.” dedi gülerek.
Bunların yanı sıra yenileme işlemi tamamlanmak üzere olduğu halde, Hatice teyzenin kaldığı bölüme dokunmayan Kurşunlu Han işletmecisi gibi Sosyal Hizmetler İl Müdürü de Hatice teyzemize gösterdiği ilgi ve sabırla bu özel hikâyede anlamlı bir yere sahip oldular.
Hatice teyzemizin huzurevi günleri sürecinde esnaf, dükkânını birbirine emanet edip bazen taksi, bazen otobüsle ama hiç aksatmadan ziyarete gitmeyi sürdürdü. Ortama uyum sağlamış görünen, tedavisi bakımı yapılan Hatice teyzenin tek isteği esnafın onu yalnız bırakmamasıydı. Giderken bir dilim kekle bir meyve suyu da götürülünce, Hatice teyzenin mutluluğu eksiksiz görünüyordu.
Yıllar geçti ve Hatice teyzemiz aramızdan ayrıldı.
O, varlığın, güzel günlerin, iyi koşullarda yaşamanın mutluluğunu tatmış, yokluğun, kötü günlerin sıkıntılarıyla da harmanlanmış dalgalı bir yaşamla baş etmeye çalışmıştı.
Hatice Teyze, yaşamın olağan akışına karşı çıkmış, uçuk kaçık davranan, yaklaşık otuz yılını geçirdiği sığınağında ezber bozan bir farklı insandı.
Hatice Teyze’nin öyküsünde yer almaktan, dayanışmayı, paylaşmayı, içtenliği unutmamış, yüreğinden sevgiyi silmemiş insanlarla bir arada olmaktan ve yaşananları geleceğe taşımak adına bu gerçek öyküyü kaleme almaktan büyük mutluluk duydum.
Hatice teyzeye rahmet, O’nun yaşama tutunmasında tüm emeği geçenlere şükranla…
Mine Akçakoca Özgür