1976 yılına kadar her karış toprağımızı ekiyorduk biz. Karasabanla hem de. Boyunduruktaki öküzlerin önüne geçirirdi beni babam. Sabanın toprağı son aktardığı çizgiden yürürdüm hep. Babam böyle öğretmişti.
Karasabanla tarlanın her yeri sürülemezdi. Kayalıklar arasında saban salmadığı ve bu nedenle öküzler dönemediği için buraları annemler kazma ile kazarlardı. Buralar bizim mercimek yerimizdi. En güzel yeşil mercimekler buralarda olurdu. Ayrıca bu alanların adı da mercimek yeri idi. Sabanla aktarıma uygun yerlerebuğday ekilirdi.
Bölgemizde geniş araziler yok bilindiği gibi. Burası Karadeniz… Tarlalarımız küçük. Büyük olanlar 2-3 dönüm veya biraz daha büyük. Tarlaların tamamını toplasan yine de başka bölgelerdeki gibi bir miktar etmez. Toprak varlığı iyi olanlarınki böyle, yöre halkının çoğunluğunda bu da yoktu ama küçük büyük bütün tarlalarekilirdi.
Buğdaylar olgunlaştığında biçmeye yardıma gelenler olurdu. Biçme elde orak, komşularımız ve akrabalarımız olan kadınlar tarafından yapılırdı. Erkekler biçilenleri bağ yapma, onları öküz arabasına yükleme ve harmana taşıma, orada indirip çoğul yapma işiyle meşgul olurlardı. Bu işlerde yardıma gelenlerle aramızda para söz konusu olmaz, yerine işe gidilir veya ürünlerden verilirdi.
Harmana getirilen buğdayların birkaç gün güneşlendikten sonra saplarının samana, başaklarının da buğday tanelerine ayrılması gerekiyordu. Harman almak denilen bu işi en son öküzlerle 1974 Temmuz’unda yaptık. Temmuz ayı boyunca her gün çalışmıştık. Her gün aynı iş, her gün bir önceki günün tekrarı.
Sabah çiği ortadan kalktığında buğday bağlarını aç ve harmana saç. Öküzleri boyundurukla ve döveni bağla. Güneş tepende saatlerce dön dur. Biz çocuklar çok severdik dövene binmeyi. Hatta tüm akraba çocukları da gelirdi dövene binmeye. Özellikle gurbetten gelenlere çok ilginç gelirdi, eğlenirlerdi çok. Dövene binen çocukların iki görevi olurdu. Birincisi temiz işti, öküzler için su taşımak. Çok fazla su içerdi öküzler. İkincisi ise ciddiye alması gereken, asla hata kabul etmeyen bir görev…Öküz kuyruğunu kaldırmaya başladığında küreği kapıp öküzün arkasına uzatmak. Hayvanın dışkısının buğdayların üzerine düşmesine engel olmak. Bu hareket halinde pek de kolay olmazdı. Biz de özenle yapardık görevimizi.
Harman dövme işi saat 14.00 gibi biterdi. Öküzler gölge bir yere alınır, sulanır ve ot verilerekrahatlatılırdı. Tüm aile bireylerin bir arada olduğu harmanda heybetli bir incir ağacının altında hep birlikte yemek yenirdi. Her zaman yanımızda olan akraba çocuklarıyla birlikte epey kalabalık olurduk. Yemekten sonra mola verilemezdi. Harmanda dövülerek samana ve buğday tanelerine dönüşen ekinler önce kürüyerek sonra çalı süpürgelerle süpürülerek ortaya toplanırdı. Sonra rüzgâr beklenirdi. Bizim harmanımız da diğer harmanlar gibiher yönden gelen rüzgâra açık alana konumlandırılmıştı.Ortadaki yığının saman ve buğday tanelerini ayırmak için tınar savrulurdu. Yabalarla havaya doğru atılan samanlar rüzgarla birkaç metre uzağa düşerken buğday taneleri hemen yakına düşerek samanlardan ayrılırdı. Büyükler buğday tanelerini çuvallarken, çocuklar samanları taşımaya girişirdi. Aslında çok zor ve uzun süren bu işi biz eğlenceye çevirir zevkle yapardık. İş bitiminde doğru denize koşardık. Samanları taşırken vücutta özellikle kol ve bacaklarda oluşan çizikleri hemen tedavi ederdi deniz suyu.
Günlerce süren harman alma işi biter; buğdaylar çuvallara, samanlar samanlığa girer. Peki iş biter mi? Hayır…
Bulgur yapılacak buğday çuvalları, babamın kendi elleriyle yaptığı öküz arabasına konulur yıkanmak için ırmağa götürülürdü. Irmak dediğim: Devrekani Çayı, Osmanlı’da adı Sal Deresi. Köprü ile deniz arasında şu andakinden çok geniş bir yatağı vardı. Birçok yerinde sığ ve geniş akıntılar oluşurdu. İşte tam da istediğimiz yerler buralardı. Buralara yine ırmağın içindeki taşlardan kendirlerimiz boyutunda havuzlar oluşturulurdu. İçine kendir serilir, kenarları taşların üzerinden dışarı kıvrılarak başka taşlarla sabitlenirdi. Suyun akış yönüne göre baş tarafından istenilen kadar suyun girişine izin verilirdi. Suyun derinliği 25- 30 cm olur ve içine sırta alınan çuvallardan omuzdan aşağı buğdaylar boşaltılırdı. Çok özenli yapılması gereken bir işti bu. Buğdaylar suya kaptırılmadan yıkanmalıydı. Batmayan buğday tanelerini ellerimizle suyun yüzeyine vurarak batırırdık. Suyun içinde buğdayları karıştırdıkça içinde bulunan toz toprak suya kapılıp giderdi. Yıkanan buğdaylar temiz çuvallara doldurulur suyun içinde yanımızda duran öküz arabasına tekrar yüklenirdi.
Burada çocuklar için çok keyifli ve benim belleğimin duvarlarına kazınarak bugünkü gibi gözlerimin önünde olan bir etkinlik vardı. 2,5-3 m boyundaki fındık sırıklarına bağlanan aynı boydaki misina, misinanın ucunda bir iğne ve suyun derinliğine göre takılan şamandıradan oluşan olta ile balık tutmak. Buğday yıkayan ailelerin havuzlarının devamında balıklar kendi nasipleri almaya gelirlerdi kalabalık sürüler halinde. Buğday yıkama süresince ailenin akşam yiyeceği kadar balık tutardı çocuklar. En değerli balıklar da buğdaycılardı. Tatlı su kefallerine bu ad verilirdi. Sanırım buğdaya geldikleri için. Akşama doğru iş biter tekrar eve dönerdik.
Islak buğdaylar çuvallarda bekletilemeyeceğinden ya aynı gün ya da ertesi gün buğdayları kaynatılması ardından serilerek kurutulması gerekmekteydi. Sabah erkenden en az iki kazanın altı yanar, suyun kaynaması beklenirdi. Kaynayan suyun içine çuvallar bir bir boşaltılıp bir süre bekletilerek haşlanırdı. Bu sürenin ne kadar olacağını annemler çok iyi bilirdi. Haşlanan buğdaylar kendirler üzerine, güneş ve rüzgâr gören yerlere serilirdi. Serme işini biz çocuklar da yapardık ama daha çok avuç avuç pişmiş buğday yemek için. Pişerken de süzgeçle bir tepsiye boşaltır önümüze koyarlardı. Bu nasıl bir tat idiyse bayılırdık biz buna. İştahla yediğimiz ve bayıldığımız başka bir şey daha vardı! Ağaçlardan birer ikişer elma, armut toplar onları annemlere verirdik. Onlarda kaynayan buğdayların içine atar pişince bize verirlerdi. Pişmiş elma, armutları yemekten büyük keyif alırdık.
Yıkanan buğdaylardan bir miktarı da nişasta için ıslatılırdı. Tam olarak ne kadar beklenirdi anımsamıyorum ama bir süre sonra ekşi kokardı. Bu aşamada ayakla çiğnenerek beyaz bir su elde edilirdi. İçindeki posası özenle toplanıp, sıkılır hayvanlara verilirdi. Geriye yalnızca beyaz su kalırdı. Bu su tekrar kazanlara konur üstü kapatılarak bırakılırdı. Kazanın içindeki o beyaz su bir süre sonra peynir kıvamında dibe çöker üzerinde duru su olurdu. Üzerindeki su dibe çöken nişastayı harekete geçirmeden alınır kazanda yalnızca nişasta kalırdı. Nişasta beyaz patiska örtülere serilerek kurutulurdu. Hepimiz bu ayakla çiğnenen buğdaylardan elde edilen nişastayla büyüdük.
Buğdaylar kuruduktan sonra toplanır. Gerektiğinde bulgur yapmak üzere çuvallara doldurulurdu. Un ve keşkek için ayrılan buğdaylar ise elle döndürülen ve çocuk halimle çalışma sistemini çözemediğim için bana hep ilginç gelen bir makinada içindeki çerçöpten temizlenirdi. Gerektiğinde kullanılmak üzere peyderpey çuvallar halinde su değirmenine götürülürdü. Annemin sırtına yaklaşık 40 kiloluk bir çuval yüklenip 3km’den fazla yürüyüp Ova Deresi’ndeki değirmenine gittiğinde yanındaydım. Aynı çuvalı un doldurup geri gelmiştik.
Annemin ve babamın bu kadar iş içinde çalışmaktan mutsuz olduğunu görmedim. Hatta köydeki tüm üreten insanların. Onlar biten her işin geleceklerine yatırım olduğunun farkındaydılar ve bunun mutluluğunu yaşıyorlardı. Her adımı emek ve alın teri olan buğday üretiminden söz ettim. Yalnızca buğday üretimi bile ailelere yeterince güven vermekteydi. Bir sonraki yıl üretimine kadar ekmek, yufka, makarna, nişasta, bulgur, keşkek, tavukların yemi ve unla yapılan her şey garantide idi. Üretmekten başka yaşama şekli bilmiyorlardı. Ürettikleriyle çoluk çocuğunun güvende olduğunu bilmenin huzurunu yaşıyorlardı. Ürettiklerinin dışında çok az şeye ihtiyaçları vardı.
Sonra ne oldu?
1975 veya 76 yılıydı sanırım ilk kez traktörle ekim yaptık. İş çok kolaydı. Günlerce çift sürmek yoktu. Öküzler satıldı veya kurban edildi. İnsanlık için büyük bir buluş olan karasaban kaldırıldı. Traktör sürüyor saat başı ücret alıyor. Ekinleri taşıyor mesafeye göre ücret alıyor. Batöz samanı buğdayı rüzgârı beklemeden ayırıyor ve o da saat ücreti alıyor. Bakıldı ki bu işlerin toplamı önemli bir miktar tutuyor. Traktör işleri kolaylaştırdı. Olması gereken buydu ama bizim sermayemiz emeğimizdi, birlikteliğimizdi. Bir sonraki yıl daha az tarla sürdürüldü. Daha sonraki yıl ise “Sürdürme parasıyla un satın alsak daha iyi.” deyip 1978- 79 yıllarından sonra başta traktör sahipleri olmak üzere bir elin beş parmağı kadar aile dışında tüm yöre halkı anlaşmış gibi ekip biçmekten vazgeçti. Ardından şehre göç ve sonrası zaten malum…
Bugünlerde buğdayın yetersizliği hatta yokluğu çok konuşuluyor. Batı Karadeniz sahillerinde buğday ekip biçmeyi bırakalı çok oldu. Üretimin her aşamasıyla ilgili yapılan keyifli sohbetlerden, bir arada mutlu kalabalıklar oluşturmaktan, öretebilmenin muazzam gururunu yaşamaktan vazgeçeli çok oldu.
Alışkanlığımız oldu. Konu ile ilgili bir yemek tarifi yapalım: Bizim evde ahşaptan siyah renkli kocaman bir havan vardı, ne ağacından yapıldığını bilmediğim. Havana ait 20 cm uzunluğunda deniz taşından bir de döveci… Evin kadınları hazırlardı keşkeğimizi kendi buğdayımızdan, bu havan takımıyla döverek. Annem, ablam veya yengem. Kim yaparsa güzel yapardı, hep beraber keyifle yemek için.
KEŞKEK
Malzemeler:
- 2 su bardağı keşkek
- 150 g. Tereyağı
- Salça (isteğe bağlı)
- Toz biber (isteğe Bağlı)
- Tuz
- Pul biber (isteğe bağlı)
Hazırlanışı:
Keşkek iki su yıkanır. Bir kapta 2-3 katı su ile 4 saat kadar ıslanır. Süzülerek kaynatılacağı tencereye konulur. İki katından fazla su konularak bir taşım kaynatılır. Ocak kapatılarak tencere bir örtüyle 3 -4 saat sarılır. Sonra suyu kontrol edilir. Gerekirse su eklenerek keşkek taneleri patlayana kadar sürekli karıştırılarak kaynatılır. Son aşamada tuz eklenerek biraz daha kaynatılır. Altı kapatılır. Bir tavada tereyağı eritilir. Servis tabağına alınan keşkeğin üzerine tereyağı eklenir. İsteğe bağlı olarak tereyağına salça, toz biber, pul biber eklenebilir. Yine isteğe bağlı olarak et suyu ile yapılabilir. Et suyu kullanımı yörede çok yaygındır. (Soğuksu ve Şenpazar’da farklı tariflerle yapılır.)
RECAİ YILMAZ