Rıfat Ilgaz ve Cide denildiğinde akla ilk gelen kişidir Minibüsçü Süleyman… Süleyman Salcı yani… Rıfat Ilgaz’ın yoldaşı, dostu; benim ağabeyim… Süleyman abi ile Rıfat Hoca’yı hep konuşuruz. Bu defa siz okurlar için konuştuk.
Minibüsçü Süleyman’ın Rıfat Ilgaz’la bu dostluğu nasıl kurduğunu merak ediyorsunuzdur. Öyle ya, durup dururken oluşmaz bu dostluk. Öyle bir başlangıç olmalı ki devamında böyle bir can yoldaşlığı oluşsun.
Sordum… Şöyle yanıtladı:
– Bir bankaya şoför alınacakmış. Bana da söylediler. Hatta Türkiye’nin göllerine, akarsularına çalış. Şoförlüğün de iyi kazanırsın dediler. Çalıştım ve sınava girdim, yedi kişiydik. Ben yaptıklarımdan emindim ama sınav sonucu bir türlü açıklanmıyor. İş uzayınca dedikodu da başladı. Rıfat Ilgaz’ın bir kişi için torpil yapacağı konuşuluyor. Yanına gidip konuşmaya karar verdim. Ekrem Tekiner’in evinde oturuyordu. Gittim, kapı açıktı zaten. Buyur etti, içeri girdim. Baktım içeride işe girmesine yardımcı olacağı kişi de var. Güzel karşıladı beni. Adımı sordu, ne iş yaptığımı… Birçok sorudan sonra ziyaretimin sebebini öğrenmek istedi. ‘Bankaya şoför alınacak, sınava girdim. Sizin bu kişinin torpili olduğunuz söyleniyor. Siz halkçı kişisiniz. Biz farklı sınıflardan değiliz, bırakın da eşit koşullarda yarışalım’ dedim. Çok memnun oldu. ‘Sana söz veriyorum bu işe karışmayacağım’ dedi. Beni uğurladı, tekrar beklediğini söyledi. Ben de daha sonra ziyaret ettim. Bu ziyaretlerin sonu hiç gelmedi. Yanından ayrılmaz oldum.
Bu cevap yeterli mi sizce? Bana da yetmedi. Eksik bir şey var.
“Peki, bankada şoför olarak kim işe başladı?” diye sordum bu kez…
“Rıfat Hoca sözünü tuttu. Tarafsız kaldı. Ben giremedim. Diğer kişi girdi. İyi ki de girememişim! Minibüsçü Süleyman oldum” dedi; kısa ve net.
Haydi! Söyleşiyi bitirdi sanki Minibüsçü Süleyman! Mesleğine saygı bu olmalı. Bu cümleden sonra biraz ara verdik. Ne diyeceğimi şaşırdım. Söyleşinin sonunda yazmayı düşündüğüm bir cümle idi oysa bu…
Devam etmemiz gerekiyordu.
“Süleyman abi (Ağabeyim olduğunu söylemiştim), ne yapıyordun yanında, gidip yalnızca oturuyor muydunuz, konuşuyor muydunuz?”
– Elbette konuşuyorduk… Ayrıca ben gazetesini alıyordum, alışverişini yapıyordum… Odununu taşırdım hatta, aylığını çeker getirirdim… Ben yoldan geçerken iki elini gazete şekline getirerek bana işaret ederdi. Anlardım gazetesini istiyor.
Buradan devam edebilirdim.
“Evde işleri kendisi mi yapardı? Odundan söz etmişken, sobayı kendisi mi yakardı? Zor iştir soba…”
– Odunları ayrı, kabuklarını ve kırpıntıları ayrı istiflerdi. Sobaya önce odunları yerleştirir önüne de kabuk ve kırpıntıları koyardı. Kapağı kapattıktan sonra küçük sürgülü kapağı açıp gazetelerin gereksiz sayfalarını rulo yapıp o küçük kapaktan doğru yakardı.
Rıfat Ilgaz’ın soba yakmasını bir türlü gözümde canlandıramadım. Sanki hiç durmadan yazıyormuş gibi düşünüyor insan ister istemez. “Gazete ile soba yakıyordu.” cümlesini ben de tekrar ettim istemsiz.
– Cumhuriyet Gazetesi kutsalıydı, onu asla böyle işlerde kullanmazdı.
Bunu ben de gözlemlemiştim. Cumhuriyetler ayrı bir yerde, diğer gazeteler karışık olarak ayrı yerde. Bugünkü gibi gözümün önünde.
Madem insan Rıfat Ilgaz’ı konuşuyoruz, işi daha ilerletmeye karar verdim. Ne yer ne içerdi merak ettim. Öyle ya hastalığı olan bir adam, yaş da ilerlemiş!
– Kastamonu’da 80. yaş günü etkinliklerinde rahatsızlandı. Otele götürdük. Yanımda Zafer ve Aysel hemşire var. Bir iki kişi daha vardı, hatırlayamadım. Aysel hemşire ilgileniyor. Ateşini ölçüyor, nabzını sayıyor. Bu telaş arasında Zafer, ‘Ne yersiniz hocam, size ne aldırayım?’ dedi. ‘Köfte, biftek…’
‘Siz bana yarım kâse yoğurt, bir dilim ekmek alın’ dedi. Ne yiyeceğine kendisi karar verirdi, başkasının kararına bırakmazdı. Öyle etle, balıkla da pek işi yoktu. Yoğurda ekmek doğrar yerdi.
Ben kefal pilakiyi sevdiğini biliyordum. Selahattin abi bir ara ‘Rıfat Hoca benim kefal pilakime bayılırdı’ demişti diye hatırlıyorum. “Yanlış mı biliyorum acaba?” diye sordum, yanıtı şöyle oldu:
– Doğrudur. Kendisinin özellikle yemek istediği yiyecekler değildi et, balık. Sofrada varsa elbette yerdi. Orada balık yediğini biliyorum. Hatta başka bir şey anlatayım: Selahattin iki patates haşla ama aynı büyüklükte olsunlar. derdi. Nedenini de şöyle açıklardı: Büyük olanı haşlansın diye beklerken küçük olanı fazla haşlanıyor. Patates için midenin betonu derdi. Bir de çok güzel barbunya pilaki yapardı.
Benim bildiklerimle Minibüsçü Süleyman’ın anlattıkları çakışınca mutlu oluyorum.
Kumluca’yı, Yıldırım Lokantası’nı neden tercih ettiğini de merak ediyorum. Cide merkeze beş altı kilometre uzaklıktaki bir yere niye sık sık giderdi, bilmem gerekiyor. Ayrıca belirtmem gerekir: Uzun yıllar önce kaybettiğimiz Rıfat Ilgaz’ın müdavimi olduğu Yıldırım Lokantası sahibi Selahattin Yıldırım benim çok sevdiğim biriydi. Selahattin Yıldırım’ın Rıfat Hoca’yı nasıl güzel anlattığını iyi bilirim. Bir de küçük not: Rıfat Ilgaz lokantaya geldiğinde hep aynı kadehi ve kahve fincanını kullanıyormuş.
İşte o kahve fincanı ve kadeh bende. Selahattin Abi, bunların kıymetini sen bilirsin diyerek bana verdi.
Hoca’nın Kumluca tercihi konusunda şunları söyledi Süleyman abi:
– Kumluca’yı tercih etmesinin sebebi şu… Polis sürekli takipte. Bazen çok da sıkıcı olmakta bu durum. Kumluca ise jandarma bölgesi. Orada rahat ediyor. Sivil polisler bekliyor otelin önünde. Cide küçük yer, polis sivil ama herkes tanıyor. Otel ve altındaki lokantanın işletmecisi Abaza Mehmet polisleri kovardı. Sizin yüzünüzden müşteri gelmiyor diye. Hoca da Kumluca’ya giderdi. Hem kendi, hem de işletme sahibi için. Selahattin abi de çok değer verirdi Hoca’ya.
Burada Abaza Mehmet’ten de söz edelim. Abaza Mehmet Rıfat Ilgaz hem çok iyi dostu hem de hem de Rüştiye Mektebinden sınıf arkadaşıdır. Hoca Memiş köyünde yaşadı.
Toplumcu bir yazarın merak ettiğim yanı. Halkla arası nasıldı? Süleyman abi, bu merakımı şu yanıtıyla giderdi:
– “Memiş köyü suyunda sorunlar var. Çeşmelere su gelmiyor. Suyun kaynağına ulaşılamıyor. İş makinesine ihtiyaç var. Liman inşaatı var o zaman, orada da iş makinaları var. Köy sakinleri Memiş köy kahvesinde yakalıyor Rıfat Ilgaz’ı. Limandan bir iş makinası isteyelim de şu su işini çözelim. Rıfat Hoca hemen harekete geçip iş makinesini gelmesini sağlıyor, suyun kaynağına yol açtırıyor. Çeşmelerden yeterli ve temiz su akmaya başlıyor. Halktan gelen isteklere özel önem verirdi. Mutlaka yapmak isterdi. Buna çok örnek verebilirim.
Tamamen insan Rıfat Ilgaz’ı konuşuyoruz. Böyle devam edelim.
Bir silah olayı var. ‘Ben biliyorum da yine de bir anlatabilir misin.’ diyorum Süleyman abiye. Bilineni anlatmak zor, ama katlanacak benim için.
– 80 öncesi sağ-sol davaları var. Rıfat Ilgaz Hoca ile ilgili de bazı tehditler var. Bize de yansıyor. Tek kırma bir tüfeğim vardı onu vermek istedim ve ısrarcı oldum. Karşı çıktı. Yapacak olan nasıl olsa yapar. Kapımı bile kilitlemem. Rahat edeceksen yatağın altına koy, dedi. Ben de dediğini yaptım.
Aradan epey bir zaman geçti; silah konuşuldu. “Bak bakayım elimi sürmüş müyüm?” dedi.
Saygı duyulacak ve beklendik bir durum. Silaha, şiddete karşı bir düşüncenin ne işi olur silahla?
Merak ettiğim çok şey var ve ben sormaya devam ediyorum ama hepsini bu yazımda paylaşamayacağım kesin artık.
“Süleyman abi, Rıfat Hoca sana, yaşantına ne kattı? Sende ne bıraktı? Bu arada torununun adı da Rıfat Ilgaz…”
– Bana çok şey kattığını düşünüyorum da zaman geçtikçe kaybediyoruz kattıklarını. Günümüz menfaat dönemi. Ekonomik olarak kendini korumak zorundasın. Dolayısı ile maddiyat da ilgilendiriyor herkesi. Ben de kapılıyorum bazen. Oysa Hoca’dan öğrendiklerimiz böyle değil. Torunumun ismine gelince: Okula adı verildi. Sokağa adı verildi… Ben de insanda yaşasın istedim. Oğluna, yakınlarına sordum. Sakıncası yok dediler. Ben de verdim. Mutluyum, torunum da şikayetçi değil.
Minibüsçü Süleyman ile söyleşimizin çok uzun olduğunu söylemiştim. Benden bir ricası vardı: “Benim adım öne çıkmasın…” Çıkmadı sanırım. Ben çok şeye şahidim. Nasıl öne çıkmaz? Küçük bir gözlemim ile kapatayım.
92 yılıydı, tam tarihi anımsamıyorum. Atatürk Caddesi’nde Süleyman abi ile karşılaştık, “Rıfat Hoca burada” dedi. Hemen peşine takıldım. Kemal Ece’nin otelinde kalıyor. İçeri girdik. Beni tanımadı. “Delikanlı kim?” diye sordu. Ben açıkladım: “Yaşamak Bir Görev oyunundaki Migros Nuri.”
Birden yüzü değişti, “Tamam” dedi. Söyleştik.
Bu arada Hoca hasta, Süleyman Abi eczaneden ateş ölçer getirmiş, ateşini ölçmek istedi.
Hoca izin vermedi, kendim yapacağım diye. Tam koltuk altına ateş ölçeri koyacakken elinden düşürdü ve ateş ölçer kırıldı. Süleyman abi ta o zamandan beri çok saygı değerdir benim için. Rıfat Hoca yerdeki kırıkları toplamak için hamle yaptığında hemen müdahale etti. “Ben yaparım, sen dokunma, cam onlar, elini kesersin. Ben şimdi onları toplar yenisini alır gelirim, canını sıkma” dedi. Yüzünde, davranışlarında tam bir sevecenlikle. Otel deniz kenarında, eczaneler çarşı merkezinde!
Teşekkürler Minibüsçü Süleyman. Rıfat Ilgaz torununla sağlıklı ve uzun bir ömür sür.
Rıfat Ilgaz’a saygıyla…
RECAİ YILMAZ