İstanbul’da elli yıldır sahaflık yaparak kitap dünyamıza önemli katkılar sağlayan Cideli hemşehrimiz Lütfü Seymen, İBB’nin yayın organı İST DERGİ’nin Mart sayısına konuk oldu…
Sakallı Lütfü adıyla tanınan Seymen, Şiir Alkan’ın sorularını yanıtladı…
•••
Kadıköy’ün efsane sahafı: Sakallı Lütfü
Sahaf denince akla gelen ilk semtlerdendir Kadıköy. Bu güzel semtin bir de nevi şahsına münhasır bir sahafı var. Gelin Lütfü Seymen’in, herkesin bildiği ismiyle Sakallı Lütfü’nün hikâyesine ortak olalım.
Memleketi Cide’de kitap ticareti ile başlayan sahaflık yolculuğunun kırılma noktasını üniversite için geldiği İstanbul’da yaşıyor Lütfü Seymen. Meslekte 50. yılına girmişken kendi hikâyesi üzerinden İST okurlarına sahaflığın kapılarını açıyor…
Nasıl başladı sahaflık serüveniniz?
Başlangıç olarak Deli Sabri diye bir adamın kitapları bizim evimize girdi. Deli Sabri bir zamanlar Köylü Partisi’nin başkanlığını yapmış bir gazeteciydi. 2000-2500 kadar kitap. Ben ortaokul öğrencisiydim. Babama bu kitaplar “Sen, sizin çocuk, okuyorsunuz al bunları ya da ben atacağım” denilerek verildi. Ben onlarla büyüdüm. Resimli hikâyeler, Akbaba… Kışın bu kitaplarla vakit geçirirdim. Kendime tavuk kümesinden biraz büyükçe bir kulübe yapmıştım. Yaz tatillerinde Teksas Tommiks’leri çocuklara kiralardım, her şey böyle başladı. Bu durumun mesleğe dönüşmesi ise 1974’te başladı, İstanbul’a gelince. Beyoğlu’nda yaşarken Vahan Usta’yı tanıdım sonra hurdacıları keşfettim, onları dolaşmaya başladım. Topal Mustafa, Arap Metin, tanıdığım ilk kaldırım kitapçılarıydı. Sonra kitapları biriktirdim, Osmanbey’de sergi açmaya başladım. Askerlik, evlilik derken araya bir memurluk dönemi girdi iki sene kadar. Fakat bu süreçte de sergiciliğe devam ettim. 1984’te ise dükkânlaştım.
Nerelerde dükkân açtınız? Elinizden kaç kitap geçmiştir?
Hiç saymadım ama 250-300 bin kitap geçmiştir, belki de daha çoktur. Üç dükkân değiştirdim ben, depodakiler, birikenler… Kadıköy, Akmar Çarşı’da iş yapamayacağımı anlayınca taşınmak zorunda hissettim. Çarşı’nın yanındaki apartmanda bu apartman dairesinin boşaldığını fark ettim, burayı ofis gibi yaparım, derginin ofisini buraya taşırım fikriyle buraya geldim. Sonra hemen karşıda bir yer daha açıldı, orası dükkân olur hâle geldi. Ve orayı kiraladım. Müteferrika Sahaf böyle yola başladı.
Sahaflığa başladığınız dönem ile bugün arasında ne tür farklılıklar var? Müşteri tipi de zaman içinde değişti mi?
En büyük fark müşteri. Mesela, eski müşterilerin çoğu akademisyen müşterilerdi. Şimdi Z kuşağı şeklinde tabir edilen kuşağın da kitap okuduğunu görüyorum ben açıkçası. Ama onlar daha çok popüler romanları, dedikodulu kitapları istiyorlar… Şiir isteyen çocuk çok az, eski edebiyat, Balzac, Dostoyevski diyen de çok az… Eskiden, seksenli yıllarda kitap sattığımız Sahaflar Çarşısı’na da 1985’ten sonra gitmeyi kestim ben. Çünkü sahaflıktan çok tespih satan, hacı yağ satan başka bir konsept hâline geldi orası. Kitap var mı var ama netice itibarıyla ders kitabı var, üniversite kitabı var… Eski müşteri ile yenisi arasında, okuyucu arasında fark var. Eskiden mesela koleksiyon yapan müşteri çok fazlaydı. O insanların çok büyük bir kısmı kütüphanelerini doyurdular, artık seçerek almaya başladılar. Eskisi kadar sık kitap almıyorlar. Mesela, eskiden şehir tarihi toplayan bir sürü insan vardı, folklor toplayan bir grup insan vardı. Onlar cumartesi günleri Akmar Çarşı’ya gelen malı kaçırmamak için sabahın köründe gelirlerdi. Sabah dükkânı açardık daha kahve çay içerken müşteriler gelmiş olurdu. Öğleden sonraya kalıp da kitapları kaçırmamak için. Bitpazarları kurulurdu, sabah 5’te, 6’da bitpazarlarına giderdik bizler de. Şimdi öyle bir müşteri yok. Eski kuşakların çoğu doydu, kütüphanesini kurdu. Onların zaten büyük bir kısmı akademik insanlardı. Yazılarını yazıyorlar, ihtiyaç duyduklarında kütüphaneden de alıyorlar, arkadaş çevrelerinden de alıyorlar. Tabii uğramaya devam ediyorlar bizlere ama eski sıklığı yok… Yeni kuşaktan böyle bir grup yetişmedi, 90’lardan sonra doğanlardan böyle bir kuşak yetişmedi. Tek tük var tabii eyvallah fakat kitaplara da gelirsek, eskiden Osmanlıca kitap çok fazla çıkıyordu, eskisi gibi hikâye, roman, araştırma, tarih çıkmıyor.
Türkiye’nin tek kitabiyat dergisi Müteferrika’ya gelelim o hâlde. 1993’ten beri yayın hayatına devam ediyor dergi. Nasıl ortaya çıktı Müteferrika?
1993’te çıkmaya başlasa da fikir olarak daha önceden vardı. Bu işe başladığım zaman sahaflık tarihi vs. üzerine dergi çıkartmak gibi bir fikir vardı. Şu anda her sene altı aylık iki sayı yapıyorum. Ekim’de 30. yılını dolduruyor, 64. sayı olacak. Müteferrika dergisi kitap ve kitapçılık tarihi, sahaf ve sahaflık tarihi üzerine yazıları toplama, bir araya getirme fikrinin tezahürü. Muhibban-i kütübün (kitapseverlerin) ilgisine de mazhar oldu, kendi mecrasında şimdilik akıyor.
Sahaf olmak için kitap sevdalısı olmak şart… Peki bunun bir ticaret oluşu nasıl hissettiriyor? Bağ kurduğunuz kitapları satmak, onlardan vazgeçmek… Mesela hiç müşteri seçtiğiniz oluyor mu? “Bu kitap değerini bilecek birine gitsin” dediğiniz?
Para için yapılacak iş değil… Ben bu işe bulaştığımdan itibaren kendime bir kütüphane kurmaya kalktım. En ucuz kütüphane kurmanın yolu buydu çünkü. Bir parça mal alırsın, sende olmayan 20-30 kitabı evine alırsın, geri kalanı satarsın. Hem para kazanırsın geçinirsin hem de yeni mal alacak sermaye oluşturursun ama o 30 kitap sende kalır. Ben herhâlde bir 30 sene falan böyle kitap biriktirdim. Şehir tarihleri, hatıratlar topladım ve daha bir sürü kitap… Ve bir süre sonra baktım ki bu işin dibi bucağı yok ve hırslandıkça kişiliğinden kaybediyorsun, kıskançlık başlıyor… Arındım temizlendim mi? Herhâlde temizlenmemişimdir ama ben kitaptan vazgeçer hâle öyle geldim. Bir de bir sürüsünü kullanıyorsun, okuyorsun bakıyorsun. Benim işime yarar duygusu ile hesaplaşma öyle oluyor. Hâliyle diyelim ki ev aldın veya araba ve paraya sıkışıyorsun bir parti yapıp topluca satıyorsun iyi kitapları. Ve iyi kitaplar da çabuk satılıyor tabii. Müşteri seçerim ben. Müşterinin çoğu da beni tanıyanların çoğu da bilir, mesela bu sayıda da yazısı olan Erol Abi (Üyepazarcı), polisiye roman çalışıyor, Sabri Abi (Koz) folklor çalışıyor, benim elime folklor kitabı geldiğinde ister istemez Sabri Abi’ye gösteriyorum… Geçenlerde Erol Abi’de olmayacağını düşündüğüm bir kitap elime geçti, ona gösterdim şaşırdı, “Bu bende yoktu nereden buldun?” dedi. Bunu tahmin ediyorsun bir yerde. Ben sattığım kitabın peşinden ağlamam, paraya sıkışıp sattığım kitabın peşinden de ağlamam çünkü vedalaşıyorsun… Eskiler “Kitap ziyaret edilir” derlermiş ama kitapla vedalaşılır da ayrıca. Nasıl ziyaret ediliyorsa, her ziyaretin de bir sonu vardır vedalaşırsın, evine dönersin. Eskiden bu kadar çabuk yapmıyordum bu işleri, tutuyordum elimde fakat sonra baktım ki okumadığın, kullanmadığın kitap da sana yük olmaya başlıyor ayrıca. O da başka bir kambur… O kitabı kullanacak kişiye vermek en mantıklı yol… Başlarda ben de bencildim ama başkalarını görüp onlarla dalga geçince, seninle de geçileceğini düşünüp vazgeçiyorsun. İnsanlar imzalı kitap topluyorlar, ilk baskıları mesela… Bu bir bencillik ürünü bir manada. Ama kütüphane dediğin de biraz bencillikle oluşturulan bir şey. Ben onlara da hak veriyorum.
Semtler sahafları nasıl besliyor sizce? Kadıköy nasıl besledi sizi?
Sahaflar tanıdıklardan aldıkları kitaplarla geçinmiyorlar, hurdacı dükkânlar var, eskiciler, antikacılar var. Tabii ki ilişkilerle birtakım kütüphanelere ulaşıyoruz ama eskiden beri sahaf dükkânlarını besleyen en büyük yerlerden bir tanesi Kadıköy’ün hurdacılarıydı. Ben de oralardan toplayarak dükkânı oluşturdum. Öyle birikir zaten, biri ölür eşyası başka birine gider, kitapları başka bir yere gider, sen denk düşersen, rastlamışsan alırsın. 20 çuval kitap da alırsın bir torba kitap da alırsın. Öte yandan tanıdıklar var, birileri ölünce sana getirirler, antikacılar ölü evlerine girdikleri zaman toptan alırlar, kitapları da alırlar. Sen gidersin kitaplara talip olursun, antikacı anlar anlamaz, kitaplar üzerinden sana bir fiyat biçer, teklif eder, alırsın sen de… Böyle işler süreç.