Sizi memleketime götüreceğim bugün…
Çocukluğuma, ilk gençliğime…
Altı, üstünden çok daha kıymetli…
“Büyülü topraklar”a gideceğiz yani…
Küre’ye…
●●●
Güzel günlerdi…
Bilinenin aksine…
En taze çaylar sabahçı kahvelerinde içilirdi…
Mütevazı lokantalar, sıcacık “kelle paça”larının bol sarımsaklı kokusuyla vardiya yorgunlarını beklerdi…
Aniden bastıran sis-duman, mevsimler arası seyahat hissine sürüklerdi insanı…
Karlı, soğuk ve uzun süren kış aylarından sonra ne baharın keyfini sürebilirdik adam akıllı, ne yazın…
Birbirinin tekrarına dönüşen günler akıp geçerdi…
Sıkılırdık…
●●●
Derken…
Panayır artığı bir “çadır” gelirdi…
“Hele göz önünde olsunlar…” diye düşünüldüğünden olacak, neredeyse ilçenin orta yerine kurulurdu çoğu zaman…
Langırt… Halka… Havalı tüfek…
Bazen ip cambazı bile olurdu fazladan…
8-10 gün şenlenirdik…
Etraf, “neşeli arabeskin mümtaz temsilcisi” Hakkı Bulut’un “Ben buyum sevgilim” diye bağıran şarkılarıyla çınlardı:
“Yalanla kuramam aşkın temelini
Allah’tan korkarım aldatamam seni”
●●●
Kurulan çadırlarda kimi zaman “fal kabini” de olurdu…
İçine ancak tek kişinin sığabileceği derme çatma “fal kabini”nin dört bir tarafı bezle örtülüydü…
Sadece ön kısmının yarıdan yukarısında kırmızı renkli başka bir perde bulunurdu…
Oyalı yemenisini başının arkasından dolaştırarak saçlarını toplayıp alnının üzerinde fiyonk yapmış bir “taze”, isteyenlerin falına bakardı…
Perde, iri yarı adamların sırtını yarı örter yarı örtmezdi…
Kırmızı, gizemi simgelerdi…
●●●
Diğerlerinden fazla ücret aldıklarından olacak…
Fala meraklananlar, genellikle yer altında çalışan babayiğit maden işçilerinin arasından çıkardı.
“Taze”, ne söyler ne anlatırdı bilmem…
Nasıl ikna ederdi, onu da bilmem…
Yalnız…
Başlangıçta verilen paranın dışında, pamuk ellerin 2-3 kez daha cebe gittiğini ve falcının parasının sürekli “tazelendiği”ni görürdük.
Kabinden ayrılış anı da ayrı bi şamataydı…
Falına baktıran, arkadaşlarıyla göz göze geldiğinde mağrur bi edayla:
“Öptüm… Vallahi öptüm…” diyerek yüksek perdeden böbürlenirdi…
Bu sözlere muhatap olanlarsa birbirlerinden onay beklerdi:
“Öptü mü… Öptü mü?”
●●●
Gerçi…
Konumuzla uzaktan yakından bi alâkası yok ama…
Yazıma yoğunlaşmışken bir haber ilişiyor gözüme:
“Küre maden payına kavuştu.”
(Sahi, Yaradan garip kulunu sevindirmek isteyince ne yapıyordu? Neyse, şimdi aklıma gelmedi.)
Haberin peşi sıra…
Polemikleeer… Polemikler…
Sadra şifadan gayrı her işe yarayan…
Hâl-i pürmelâlimizin asıl sebebi…
Ahh… O bitmeyen polemikler…
●●●
Boğazım düğüm düğüm…
Memleketim dilimde buruk bi şarkı:
“Saçların tarumar gözlerinde nem
Ateşe benzerdin küle dönmüşsün
Hayâl mi gerçek mi gördüğüm bilmem
Elden ele gezen güle dönmüşsün
Bir eser kalmamış eski halinden
Yazık geçmez akçe pula dönmüşsün
Hayâl mi gerçek mi gördüğüm bilmem
Elden ele gezen güle dönmüşsün”
●●●
Ve…
Kulaklarımda çınlayan…
İlk gençlik günlerimizdeki “çadır”ların bez tavanlarına asılı kalan o muzip soru:
“Öptü mü… Öptü mü?”
MEHMET YÜCEL