Tekrar merhaba dostlar. Zaman zaman sizlerle sohbet edebilmek için her defasında elimde kalemim bomboş bembeyaz sayfanın karşısına geçtiğimde “bu sayfa nasıl dolacak şimdi?” demişliğim var. Ve bir şekilde yazı bitip de sayfa dolduğunda da çok şaşırmışlığım da var. Her seferinde yazıyı bitirmeyi başarmamın iki koşulu var.
Birincisi başlamak. Tüm işlerin en zor kısmı sanırım başlamayı becerebilmek. Bir kez başladıktan sonrası bir şekilde akıp geliyor.
İkincisi de “Ne kadar zor olabilir ki?” diye sormak ve zorluğu en baştan yok etmek. Elbette her iş kendi içinde kendine has zorlukları taşır fakat zorluk da kolaylık da bir şekli ile zihnimizin içindedir diye düşünüyorum.
Bir işe başlamaya ya da bir şekilde bitirmeme yardım eden “Ne kadar zor olabilir ki?” konseptimden söz etmek istiyorum. Ancak öncesinde gelin sizinle ufak bir oyun oynayalım. Aşağıdaki paragrafı okuduktan sonra okumaya küçük bir ara verin ve size anlatacağım oyunu oynayın. İsterseniz ondan sonra yazıya devam edersiniz. Ama muhakkak oyunu oynayın. Ve bana güvenin çok şaşıracaksınız.
Şimdi sevgili dostlarım normalde bu oyunu ayakta oynatırım ama bu yazıyı çok farklı yerlerde okuduğunuzu varsayarak olabilecek en küçük hali ile oynatacağım. Öncelikle eğer oturuyorsanız iki ayağınızı birbirine paralel olarak ve iki tabanınızda tam olarakyere basar şekilde düzeltin. Sonra da ister sırtınızı oturduğunuz yere dayayın, isterseniz de azıcık öne doğru gelin fark etmez ama dimdik oturun. Oturuşunuz düzeldiğine göre şimdi ister sağ kolunuzu isterseniz de sol kolunuzu fark etmez sanki sınıfta öğretmeninin sorusuna ilk cevap vermek isteyen sınıfın en çalışkan öğrencisi olarak yukarıya doğru kaldırın. İster avuç içiniz açık olsun isterseniz de parmak kaldırın fark etmez. Öğretmeninizin kaldırdığınız elinizi görmesi için mümkün olan en yükseğe kaldırın. Bu arada önemli alt gövdeniz oturduğunuz yerden hiç kalkmayacak. Belinizden yukarısını uzatabildiğiniz kadar uzatacaksınız. Evet, sevgili dostlarım uzatın elinizi… Son noktanıza, canınızın azıcık yanmaya başladığı yere kadar uzatın… Eğer uzatabildiğiniz son noktaya geldiyseniz ve daha da yukarısıolmaz diyorsanız o uzandığınız son noktaya gözünüzle bir kerteriz koyun. Ve kolunuzu indirin. Şimdi bir kez daha kolunuzu yukarı kaldırmadan önce azıcık dinlenin. Dinlenirken de gözlerinizi kapatın ve şunu hayal edin. Başka hiçbir şey yapmayın. Burası çok önemli. Sadece zihninizde yapacaksınız. Hiçbir şekilde fiziksel olarak yapmayın. Yine aynı şekilde oturmuşsunuz. Ve kolunuzunu kaldırmışsınız. Sadece hayal edin. Yine aynı yerdesiniz ve yine aynı şekilde kolunuzu kaldırıyorsunuz. Fakat bu sefer geçen seferden farklı olarak kolunuzu çok daha rahat uzatıyorsunuz. İç içe geçmiş birkaç kolunuz varmış gibi rahat rahat kolunuzu uzatıyorsunuz da uzatıyorsunuz. Veeliniz olduğunuz yerin tavanına değiverdi. Hem de oturduğunuz yerden hiç kalkmadan, hem de hiç uğraşmadan. Şaka gibi ama şu an tavana dokunuyorsunuz. Ve şimdi dostlarım oyunumuzun en eğlenceli yerine geldik. Gözlerinizi tekrar açıyorsunuz. Oturuşunuzu tekrar düzeltiyorsunuz. Ve tekrar kolunuzu kaldırıyorsunuz. Şimdi sahiden kaldırıyorsunuz. Tıpkı ilk seferinde olduğu gibi. Kaldırın… Kaldırın… Ve kaldırmaya devam edin. Ve ikinci defada da kaldırdığınız yeri işaretleyin. Ve kendinize hayret edin. İlkinden daha yükseğe nasıl kaldırdınız diye…
“O işi yapmak çok zor!” cümlesi ile “o işi yapmak için konfor alanımı bozamam” cümlesi benim için eş anlamlı. Çünkü zorluk da kolaylık da bir biçimi ile beynimizin bize getirdiği önerme. Konfor alanımızı rahatsız etmemek için geliştirdiği bir savunma mekanizması. Oysa konfor alanı azıcık ısrarla genişleyebilen bir şeydir. Ve daha da kötüsü konfor alanı öyle egoisttir ki zorlanmadıkça kendi rahatı için kendini küçültür de küçültür. Ta ki sizi oturduğunuz yerden asla kalkamayacak hale getirinceye kadar. Yapılacak tüm işleri erteletinceye, her işe zor dedirtmeye başlayıncaya kadar. Hani o kolunuzu ilk kaldırdığınızda canınızın yanıp durduğunuz yer var ya. Hah, işte tam orası sizin konfor alanınızın sınırı. Ve ikincide o sınırı aştınız.
Çünkü beyninizi bir şekilde işin yapılabilirliğine ikna ederseniz o zaman beyniniz konfor alanınızı dinlemez ve ben bunu yapabilirim deyip uğraşmaya devam eder.
“Ne kadar zor olabilir ki?” diyerek bir şeylere başlamayı Atamdan ilham alarak bulmuştum. (Zafer, “zafer benimdir” diyebilenindir. Başarı ise “başaracağım” diye başlayarak sonunda “başardım” diyenindir) diyen Mustafa Kemal Atatürk’e de “Düşman çok güçlü kazanamazsın” dediklerinde onları dinleseydi neler olurdu bir düşünün.
Elbette bir şeyler zor olabilir. Ama ne kadar zor olabilir ki? Zoru da kolayı da denemeden bilemeyiz. O halde bu iş çok zor demek yerine yeni mottonuz “Ne kadar zor olabilir ki?” olsun. Bugün de bu kadar. Sevgi ve muhabbetle. Güzel bir hafta diliyorum hepinize…
ZEKİ GÜRDAL KARAOĞLU