Dilimizde güzel atasözleri ve deyimler var, uzun anlatılacak bir konuyu daha kısa yoldan ifade ediyor. Bu açıdan Türkçe çok zengin. “Rüzgâr eken fırtına biçer”, sözü de başlıktaki ifadeye yakın.
Bu yıl her yönden uğursuz geçiyor. Martta başlayan korona virüsü belası ne yazık ki ağırlaşarak devam ediyor.Bu yetmezmiş gibi, depremler de yakamızı bırakmıyor. Birine bela, diğerine felaket diyelim, sanki yarış ediyorlar.
Önce virüs üzerinde birkaç söz söyleyelim. Daha önce de “virüs belası”, “virüsle mücadele ciddiyet istiyor”, ”sakala sardırmak” başlıklı üç yazı yazdım. Bugün tam anlamıyla belanın içinde kaldık. Önlemler zamanında alınmazsa böyle durumlarla karşılaşmak kaçınılmaz olur. Haziran başında, “yeni normalleşme ” adıyla başlayan dönem, maalesef işleri kötüye götürdü. İnsanlar gerçekten iş bitti sandı. Düğünler salonlara sığmadı, sokaklara taştı; davullar, zurnalar, halaylar çekildi, toplu yemekler yendi. Virüsün yayılması için uygun ortam hazırlandı.
Kurban bayramının da eski yıllardan pek farkı yoktu. Bunun yanına taziyeler, sünnet düğünleri, asker uğurlamalarıda eklendi.Akşamları rakamları görünce işlerin sarpa sardığını, etrafımızdaki çemberin gittikçe daraldığını görüyoruz. Bütün bunlar vatandaşlık bilincine sahip olmayan insanlar yüzünden oldu. Ancak devlet de bunları seyretti ne yazık ki. Maskeye gerek yok diyen uzmanlar, şimdi acaba ne düşünüyor? Ya maskeyi çenesine, koluna takanlar, bunları seyredenler memnun musunuz şu durumdan?
Biz, ailecek virüs belasını yakından yaşadık. Eşim bir ay önce koronaya yakalandı, bir aydır sıkıntı içindeyiz. Dün itibarıyla otuz günlük süre doldu ama geride büyük bir korku ve yorgunluk bıraktı. Yakın temastan dolayı ben de on beş gün karantina hayatı yaşadım. Allah herkesi bu beladan korusun, karantina sadece ev hapsinden ibaret değil. Her gün “acaba ne olacak, bugün bir şey çıkacak mı?” diye korkuylabekliyorsunuz. Ev içinde de ayrı bir karantina; ayrı odalarda yatıp kalkıyor, yemeklerinizi ayrı yiyorsunuz. Her şey bir yana, korkulu bekleyiş insanı gerçekten çok rahatsız ediyor.
Biz kendi derdimizle boğuşurken, evimizin karşısındaki düğün salonu hiç boş kalmadı maşallah!Türkiye’nin diğer yerleri de böyle. Düğün yerine nikâh yapılsaydı günah mı olurdu? Düğünler neden yasaklanmadı? Bir saatlik, iki saatlik düğün nerede görülmüş? Tavşana kaç, tazıya tut diyoruz. Netice nereye varır bilemem, ancak vaziyetçok vahim. Her halde,“ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” der, geçeriz. Sorumsuz, vicdansız, vatandaşlık bilinciyerleşmemiş insanların cezasını ne yazık ki biz çekiyoruz.
Sağlık personeli perişan, millet düğünlerde coşuyor. Biz hastaneye gitmeye korkarken binlerce sağlık personeli her gün mesaide. Onların canı can değil mi? Eşleri, çocukları, aile hayatı yok mu? Onlarcası hayatını kaybetti. Bir taraf ağlarken diğeri eğleniyor, böyle toplum olur mu? Herkes rant peşinde, keyif peşinde. Tehlike kendi kapılarını çalıncaya kadar “beni sokmayan yılan bin yaşasın” diyorlar.
Üzerinde durulacak ikinci konu depremler. Şunu kesin olarak bilelim, deprem insanı öldürmez. Bu hususta da çok duyarsızız. Erzincan, Varto, Van, Adapazarı, Gölcük gibi büyük felaketlerle sonuçlanan depremleri görmüş bir ülkede yaşıyoruz. Yarın daha büyükleri bekleniyor. Önce kamu otoritesi geçmişten ders çıkardı mı, gerekli önlemleri aldı mı?
Bütün ağır sanayi tesisleri Düzce’den Çorlu’ya kadar deprem kuşağı üzerine yapıldı. Aralarında petrokimya gibi, yaşamsal değeri olan, tehlikeli tesisler de var. Deprem anında yaratacakları facianın boyutları bir yana, Allah korusun ülkemiz ekonomisi felç olur.
Binaların çoğunun, yapı tekniğine uygun bir şekilde inşa edilmediği görülüyor. Bir deprem anında ya yıkılıyor veya çatlıyor. Mühendisleri çok eleştiriyoruz. Mühendislik projesinin düzgün olması tek başına yeterli değil. İnşaat sırasında kullanılan demir, çimento ve çakılın kalitesi de çok önemli. İnşaatın sonraki aşamalarını hiç düşünmüyoruz. Temelinden iskân ruhsatına varıncaya kadar, bu işler bir bütünlük içinde ele alınmalı, her aşamada ciddi kontroller yapılmalı. Esasen Türkiye’de mevzuat yeterli ama asıl sıkıntı ciddi denetimin olmayışından kaynaklanıyor. Bu husus her konuda böyle.
İmar Affı ve İmar Barışı ile kaçak yapılar yasal hale geldi. Binalar yeniden projelendirilirken eğrisine, doğrusuna bakılmadı.Kasaya milyarlarca para girdiği için devlet memnun; vatandaş da problemini hallettiği içinkeyfinden dört köşe. Parayı verdiğin zaman iş yasal hale geliyor. Devletin böyle bir mantığı olabilir mi?
Yatay mimarinin önemi ısrarla vurgulanıyor. Buna rağmenşehrimizde gökdelenler yükseliyor, ufkumuz gasp ediliyor.On beş kattan aşağı inşaat yok. Bunlar bir deprem anında ne olacak, garantisi var mı?
Kentsel dönüşüm dedik, ranta döndü. Binalar yıkıldı, altlarına iki kat dükkân sıkıştırıldı, üstüneyeni katlar eklendi. Kentsel dönüşümün şu memlekete ne faydası oldu, birisi anlatsın, biz de bilelim.
İzmir’de görüldü; bostan tarlaları imara açılmış. Haydi açtınız diyelim, yapılacak binaları zeminin özelliğine göre projelendirdiniz mi? Daha birçok soru var ortada.En ilginci, çürük raporu verilen binalar bile boşaltılmamış.
Vatandaş, satın aldığı veya kiraladığı dairenin sağlamlığını nereden bilecek? Herkes mühendis mi? İlgili kurumlar iskân izni verdiğine göre, devlet, binanın sağlam olduğunu onaylıyor demektir. Sağlam denilen binaları Yalova depreminde ve son olarak da İzmir’de gördük. Bu işin sonu ne olur, diyorsunuz. Söyleyeyim, birkaç gün sonra unutulur gider. Ne yazık ki, ateş düştüğü yeri yakıyor.
Yazıyı bitireyim. Sağlık çalışanlarımıza Allah yardımcı olsun, onları her türlü beladan korusun. Zor şartlarda görev yapıyorlar. Diğer bir husus, depremde görev alan arama,kurtarma ekipleri. Gece gündüz büyük bir özveri ile çalıştılar. Hepsi birer kahraman. Enkaz altından insan kurtarmak çok sevap ama o nispette de tehlikeli.Bir çocuğun, saatler sonra, ekipten birinin parmağına tutunması unutulacak bir olay değildir.
Son sözüm sorumsuz televizyonlara. Bağışlayın beni, yaptığınız habercilik filan değil. Çok fazla duygu sömürüsü yaptınız, aynı şeyleri defalarca söyleyerek vatandaşı bıktırdınız. Toplum psikolojisini hiç düşünmediniz.
MUSTAFA ESKİ