26-27 Haziran 2020 tarihlerinde Türkiye’nin en gözde gazetelerinden Hürriyet’te izlediğimiz, Kastamonu’nun Osmanlı dönemine ait en önemli camisi kabul edilen, II. Bayezid dönemi eseri, Kastamonulu Kadı Nasrullah’ın 1506’da yaptırdığı Nasrullah/Nasrullah Kadı Camisi’nde 2016 yılında tamamlanan restorasyon çalışmaları hakkında Tosyalı hemşehrimiz, Diyanet İşleri Başkanlığı yayın bölümünden emekli, din görevlisi, hattat, sanat tarihi araştırmacısı Mustafa Bektaşoğlu’nun başlattığı tartışma, gazetenin yayın yönetmeni Ahmet Hakan’ın “ikna oldum” yazısıyla bitmişe benzemiyor. Bizim de Kültür ve Turizm Bakanlığındaki 28 yıllık, yurt dışında da 38 ülkede gördüğümüz örneklere göre bazı söyleyeceklerimiz var.
Şunu hemen belirtelim ki, Türkiye’de restorasyonu yapılan birçok eser için benzeri tartışmalar yaşanmıştır. Çünkü, çok sayıda taşınmaz restorasyona muhtaç eseri bulunan Türkiye, bu konuda yeterli bilgi ve teknik donanıma, tecrübeye henüz sahip değildir. Üniversitelerimizde ilk restorasyon bölümlerinin kuruluş tarihlerine bakarsanız (1990’dan sonra) ne dediğimi gayet iyi anlarsınız. Bakanlıktaki aylık yönetici değerlendirme toplantılarında, Bakanlığımızdan ayrı Vakıflar Genel Müdürlüğünün (şimdi bağlı) restorasyon çalışmaları da gündeme gelirdi. Çünkü, bu bir kültür olayıydı. Arkeolojide, arkeologlar restorasyon işinde daha tecrübeliydiler. Uluslararası standartları vardı.
Bakanlıkta, politikacılarla yöneticileri en çok karşı karşıya getiren konu; ören yerleri, eski konaklarla ilgili Anıtlar Kurulunun/sonra kurullarının aldığı kararlardı. Rant sebebiyle, birçok kişi evinin eski eser olmasını, arsasının tarlasının örenyeri ilan edilmesini istemiyordu. Belediye Başkanlıkları ile kurullar arasında imar planı savaşı yaşanıyordu. Şimdi Kastamonu’daki restorasyon çalışmaları Ankara 1 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunun onayıyla gerçekleşiyor. Bundan 4-5 yıl önce Kastamonu Lisesi/Kastamonu Üniversitesi Rektörlüğü binasının dışındaki alacalı yağlı boyayı uygun görmemiştik. Eleştiriye Rektörlükçe verilen cevapta, binaya ait eski fotoğraflara bakılarak bu boyamanın Koruma Bölge Kurulunca uygun bulunduğu açıklanmıştı. Restorasyon çalışmalarında böyle bir noktaya gelmiş kurula güvenimiz asla yoktur. Kaldı ki mahkemeler dahi yanlış, eksik karar verdiğinden İstinaf, Yargıtay, AYM aşamalarında kararları gözden geçiriliyor.
Nasrullah Kadı tarafından 1506 yılında inşa ettirilen cami ve külliye şehrin en önemli Osmanlı dönemi camisidir. Mimarı ve ilk kalem işlerini, hatları yapanlar, yazanlar belli değildir. 1746 tarihinde Reisülküttap Hacı Mustafa Efendi, camiyi onartırken üç kubbe daha ekelyip dokuz kubbeli hâle getirmiştir. Bu onarımda, süslemeler ve hatlar da önemli ölçüde yenilenmiş, eklemeler yapılmıştır.Cami, tezyinatındaki eklemeler sonraki yüzyıllarda da devam etmiştir. Taşra camilerinin çoğunda durum aynıdır. İstanbul’da selatin camiler yapılırken dönemin en ünlü mimar ve sanatçıları görev alırlardı. Bu bakımdan restorasyonlarında birinci dönemin esas alınması gerekiyordu. Oysa, hayırseverlerin yaptırdığı taşra camilerinde her nesilden sanatkârların eklemelerine rastlanır. Bir cami, nesillerin zevkiyle günümüze ulaşır, hatıralarına yerleşir. Nasrullah Camisi’nde korunması, restorasyonda esas alınma gereken dönem, Mehmet Âkif Ersoy’un vaaz verdiği 1920 yılındaki durumudur. Şehir için önemli hatıra dönem budur. Madem ki, süslemede birinci dönemi esas alıyorsunuz, o hâlde niçin camiyi altı kubbeye indirmiyorsunuz? Minarenin yerini niçin değiştirmiyorsunuz?
Restorasyonda, çeşitli anlayışlar, akımlar söz konusudur. Restorasyonu yapan, üstlenen şirket kurduğu bilim kurulunun tavsiyesiyle projesini yapmış, koruma kuruluna onaylatmıştır. Bu sebeple, Gürsoy Grupa söyleyecek sözümüz yok. Oluşturduğu bilim kurulunda da ilk akla gelen bilim insanları olabilir. Onların, taşra camileri için farklı değerlendirmeleri bulunmalı,, asıl önemlisi 1. Numaralı Koruma Bölge Kurulu ile Vakıflar Genel Müdürlüğü yöneticileri daha hassas davranmalıydı.
Nasrullah Camisi, artık uhrevi görüntüsünü kaybetmiş, beyazlar içinde bir bedesten-medrese- cami karışımı bir şekle bürünmüştür. Hattatlar, böyle manevi değeri yüksek camilere levhalarını armağan edip asmak isterler. Bunların hepsi aynı sanat seviyesinde değildir şüphesiz. Bir kısmının da armağan olarak değeri vardır. Depoya kaldırılanlara, hattatın mirasçıları da onay vermeli. Kastamonu’yla ilgili bir eser restore edilirken bundan böyle Kastamonulu ilgili bilim insanı ve sanatkârların da görüşleri alınırsa tartışmaya gerek kalmaz, sonuç herkesi memnun eder. Unutmayalım, Kastamonu’nun 2006’dan bu yana üniversitesi olduğu gibi her alanda yetişmiş yüzlerce akademisyeni var…
NAİL TAN