Bazı yerleşimlerin tarihleri içinde önemli olay yada şahsiyetlere ev sahipliği yapması yanında geniş bir alana yayılmış ve çok büyük bir coğrafyanın kültürünü yansıtan mitolojik öykülerinde de binlerce yıldır anılıyor olması o yerleşimlere ayrı bir şahsiyet tanır.
Bahsettiğimiz elbette ki içinde bulunduğumuz coğrafyaya bakarak klasik mitoloji. Ama klasik mitoloji dendiğinde de Akdeniz ve Ege Bölgeleri ilk akla gelen yerler oluyor. Kastamonu ki bir yanıyla İç Anadolu ile bir yanıyla da Karadeniz’e sınır vermesiyle bu klasik mitolojinin öykülerinin yaşandığı coğrafyalara uzak kalmakta…
Tabii bahsi geçen bölge bu mitolojinin yaşandığı, konuşulduğu yerlere bakıldığında aynı atmosferin uzağında gibi görünse de belki dalgalar, belde de rüzgârlar sayesinde Karadeniz’in kıyılarına kadar ulaşıpbu topraklara da bulaşmış, hatta bulaşmakla da kalmayıp Cide’nin kıyılarından içlere de sızarak Ilgaz’ın doruğu Hacet Tepe’ye kadar da ulaşmış…
***
Anadolu’nun Karadeniz kıyılarında İzmit’ten batısı hariç doğuya doğru gelindiğinde mitoloji adına bir şeyler bulmak neredeyse imkânsızdır. Karadeniz Ereğli, antik ismi ile Herakleia Pontika mitolojideki yarı tanrı Herakles’in (Herkül) kurduğu bir şehir ve aynı zamanda Hades yani yer altı dünyasına indiği şehir; Sinop, bir Amazon Kraliçesi ya da nymphe (peri) tarafından kurulan bir kent, Samsun Terme antikçağın ünlü savaşçı kadınları olan Amazonların yurdu ve son olarak da Iason Adası yani Ordu’nun Perşembe İlçesi’ndeki Yason Adası mitolojide yer alan Karadeniz yerleşimleri. Ancak bunların içinde başka bir yer daha var ki pek bilinmese de mitolojinin birçok öyküsünde çeşitli şekillerde geçen Kytoros yani günümüz Cide ve Gideros Koyu.
Şimdi başlayalım Akdeniz havzasından uzak topraklarda usul usul yerleşmiş mitosların neler olduğuna ve onların arkasındaki bazı tarihsel gerçekliklere.
***
Klasik mitolojide günümüz Kastamonu kıyılarının Cide sınırları önem taşır. Ve bu kıyıların öyküleri bu mitolojinin yaratımına yani en başına giden örgülerle doludur…
Cide kıyılarının klasik mitolojide geçtiği en erken örnek aynı zamanda Batı Edebiyatı’nın ilk örneği de sayılan Homeros’un İlyada Destanı ile olur. Yunanistan’dan gelen Akhalar ile Anadolu’nun yerli bir krallığı ve halkı olan Troyalılar arasında geçen savaşı anlatan eser, Klasik Mitolojinin Hesiodos’unThegonia (Tanrılar Doğuşu)eseri ilk birlikte en erken ve kurucu yapıtı olarak kabul edilir. Çünkü İlyada’da sadece savaş anlatılmaz; tanrılar ve onların özellikleri, kahramanlar ve soyları, halklar ve kökenleri ile birçok olaya atıf da bulunur.
İlyada’da Cide kıyıları ve tüm bölgemize antik çağda isim vermiş olan Paphlagonlardan şu şekilde bahsedilir:
“Erkek yürekli Pylaimenes komuta eder Paphlagonialılara,
Gelmişler yaban katırlarıyla ünlü Enetlerin yurdundan
Kytoros’ta, Sesamos’ta otururlar,
Parthenos Irmağı çevresinde kurmuşlardır ünlü saraylarını,
Kentleri Kromna, Aigialos, yüksek Erythinoi’dur”
Homeros’un MÖ 8/7. yüzyılda yaşadığı kabul edilmekte ve İlyada’nın da bu zaman diliminde oluşmaya başladığı öne sürülmektedir. Ancak İlyada’da geçen olaylar ise tarihsel kayıtlara göre MÖ 12. yüzyıla kadar geri gitmekte. Yani destan aslında halkın ortak belleğinde kalmış olan olayların yaklaşık 500 yıl geriye giden öyküsü.
Bu satırlarda geçen Pylaimenes Paphlagon önderi olarak Enetlerin kralı, ki bu isim MÖ 1. yüzyıla yani yaklaşık bin yıl boyunca bu halkın liderlerinin en sık kullandığı isim olacak. Satırlardaki Kytoros günümüzde Gideros Koyu çevresi, Aigialos ise Cide sahilinin olduğu kesimdir. Bu isimlerin sayılması Karadeniz kıyılarının MÖ 12. yüzyılda tanınmaya başladığının ve bu noktada Gideros ve Aigialos’un aslında ne kadar da geriye giden yerleşimler olduğunu göstermekte.
***
Şimdi gelelim bu destanın devamında başka bir antikçağ eseri ile antik Cidelilerin Roma’nın kuruluş öyküsünde de bir şekilde yer alışlarını mitoloji içinde görmeye…
Homeros Paphlagonları, Cide yöresinden gelip Troyalıların yanında yer alan Enet kabilesini tanıttıktan sonra eserinin devamında Paphlagonlarla ilgili olarak daha dramatik sahnelere yer verir. Bu sahneler Paphlagonların lideri Pylaimenes ile onu korumaya çalışan oğlu Harpalion’un sırasıyla ölümleridir.
“O sıra avladılar Ares’in dengi Pylaimenes’i,
Mert savaşçılar Paphlagonialıların önderini,
Kargısıyla ün salmış Menelaos, Atreusoğlu,
Önünde görünce onu boylu boyunca…”
Görüldüğü üzere, Paphlagon kralı Pylaimenes Helenlerin Savaş Tanrısı Ares ile bir tutulurken, onun trajik sonu Troya Destanı’nın başkahramanı ve savaşın çıkma nedeni olan dünyanın en güzel kadını Helen’in kocası Akhaların liderlerinden biri olan Menelaos tarafından getirilir. Pylaimenes Menelaos’un mızrağıyla ölürken onu korumak için savaş alanına oğlu Harpalion atılır ve o da bir ok ile öldürülür.
“O sıra saldırdı üstüne Harpalion,/Kral Pylaimenes’in oğlu,/Savaşmaya gelmişti Troia’ya, sevgili babasıyla,/Ama bir daha dönemeyecekti baba toprağına./İşte kalkanının ortasından o vurdu Atreusoğlunu,/Çok yakından vurdu, ama delemedi tuncu,/Çekildi geri geri, arkadaşlarına doğru,/Dört bir yanına bakına bakına,
Biri etine saplamasın diye tuncu./Tam o sırada Meriones saldı oku üstüne,
Vurdu onu sağ kalçasından…
Ulu yürekli Paphlagonlar çevresine üşüştüler, Koydular arabaya, götürdüler kutsal İlion’a./Hepsinin içi kan ağlıyordu,Babası da gidiyordu gözyaşı döke döke…
Paris görünce Harpalion’un ölüsünü,/Yüreğinde büyük öfke duydu,Harpalion, bunca Paphlagonlu arasında konuğuydu onun…”
Bu satırlarda da görülen en önemli şey ise yine İlyada Destanı’nın başkarakterlerinden olan Paris’in yani Helen’i kaçıran Troyalı Prensin Paphlagon prensi Harpalion’u özel olarak konuk etmesiyle verdiği önemdir.
***
İlyada’daTroya Savaşı’nın son 50 günlük bölümü anlatılır. Ancak savaşın kesin sonucu sonraki mitologya yazarlarınca tamamlanmıştır. İşte bunlardan bir tanesi Roma’nın efsanevi kuruluş öyküsünü anlatan Romalı yazar Vergilius’un Aenas Destanı’dır.
Bu destan da Troya Savışının bitmesi ve bazı Troyalı prens ve soyluların gizlice kentten kaçışı ile İtalya’ya olan serüvenini anlatır. İşte o kaçışta yine Paphlagonlar ve Enetler de önemli yer tutar. Lidersiz kalan Paphlagonlar, savaş sonuna kadar kahramanca mücadeleye devam ederler ancak, savaş sonunda yenilen tarafta kalırlar. İşte savaş sonunda PaphlagonlarAthamas isimli bir Troyalı komutanın önderliğinde şehirden çıkıp Adriyatik kıyılarını izleyerek Kuzey İtalya’daki Veneti Bölgesine kadar gider ve orada yeni yerleşimler kurarlar. Günümüzde Venedik, Padova kentlerin bulunduğu bu bölgenin ismi Cide’den giden Enetlerden dolayı Veneti olarak günümüze kadar oluşur. Troya’da kaçısın bir bölümü de yine Troyalı bir prens olan Aenas’tır ve bugün bildiğimiz Roma’nın Anadolulu kurucusu olarak mitolojideki yerini alacaktır.
Kahramanlar Çağındaki Cide ve Gideros’un antik isim kaynağı
Cide’nin, mitolojinin keyifli, gizemli ama çok şey anlatan sayfalarındaki yerinde şimdi bugün öyküleri keyifle okunan, sinema filmlerine çevrilen kahramanlar çağı var. Konumuzu oluşturan başka bir büyük öykü de destandan geri kalmayan bir eser.
ApolloniusRhodios’un yazmış olduğu bu eserin ismi ise Argonutlar Seferi… Eser, yazılışı bakımından İlyada’dan çok sonra yani MÖ 3. yüzyıla ait ama konu bakımından ise Troya Savaşı’ndan önceki içinde Herakles’in, Argo’nun, Iason’un, Orpheusların olduğu kahramanlar çağını içerir.
Efsanede Yunanistan Kralının oğlu olan Phriksos ile kızı Helle, postu altından olan ve uçabilen bir koçu günümüzdeki Gürcistan’da yer alan Kolkhis Krallığına kaçırırlar. Ve koç burada tanrılar kralı Zeus’a kurban edilip pöstekisi saklanırken, kahramanlar ise bu pöstekiyi Yunanistan’a geri getirmek için “Hızlı” anlamına gelen Argo Gemisi ile sefere çıkarlar. İşte bu seferde yukarıda bahsettiğimiz Herakleia Pontika (Karadeniz Ereğlisi) kentinin kuruluşu, Iason Adası yani Yason Adası’nda geçen bazı olaylarla birlikte Kastamonu kıyılarından da Kytoros, Aigialos ve Karampis’in (Gideros, Cide ve Kerempe Burnu) isimleri de birkaç kez zikredilir.
Bu eser çok önemli bir mitolojik öykü olmanın yanında araştırmacılar tarafından Helenlerin Karadeniz’i keşfi, ilk tanışmasının hikâyesi olarak da kabul edilir. Yani olaylar aslında Son Tunç Çağı’na kadar geri gider ki işte Gideros, Cide ve Kerempe’nin ne kadar eski yerleşimlerini göstermek açısından olağan üstü bir belge olarak kabul edilir.
Gideros’un antikçağ isim kökeni geldiğimizde ise bu ismin yani Kytoros’un bu Arganoutlar Seferi öyküsüne bağlı olduğu görülür. MÖ 1. yüzyıl sıralarında yaşamış olan ünlü antikçağ coğrafyacısı Strabon, bize Kytoros isminin, işte bu Altın Postlu Koçu kaçıran Phriksos’un dört oğlundan biri olan Kytissorus tarafından kurulduğudur.
Mitolojinin vazgeçilmezi Cide’nin şimşiri
Bugün olduğu gibi tarih boyunca Karadeniz’in ve bilhassa Kastamonu kıyılarının orman zenginli gözleri kamaştırmıştır. Öyle ki bölge “ağaç denizi” olarak bile adlandırılmış. Bölgedeki ormanlardaki ağaç çeşitliliği ev, samanlık ve bilumum günlük ve tarım eşyasının yapımı yanı sıra gemi, tekne, çektirme, sandal, mavna gibi deniz araçlarının da yapılması için çok uygundur. Bu nedenledir ki hem antikçağda hem de ortaçağda Kastamonu kıyıları bir nevi topyekûn tersane olarak adlandırılmış durumda. Hatta bu tersanelerde yapılan tekneler o kadar övgü almış ki antikçağda Roma’nın en ünlü ozanlarından biri Kytoros’ta (Gideros’da ) şimşirden yapılmış bir tekneye övgülerini çok güzel bir şiirle düzmüştür…
“Gemilerin en hızlı gideniymiş/gördüğünüz o kayık, yolcular,/geçmediği tekne yokmuş/sözüne bakılırsa, suyun üzerinde,/uçar gidermiş gerek kürekle gerek yelkenle,/yalan desin istediği kadar./Korku veren Adriyatik kıyısı, Kiklad adları,/ünlü Rodos, tüyler ürperten Trakya,yabanıl Marmara, Pontus Koyu,/ormanda bir ağaçken eskiden,/daha kayığa dönüşmeden önce/ıslık çalarmış boyuna konuşan saçlarıyla./Cytorus’un doruğunda Karadeniz’de Amasra’da şimşir üreten Cytorus’ta,/bunları çok iyi bilirmişsin,/kayığın söylediğine göre,yücelerinde dikiliymiş oldum olası,/küçük küreklerini suyuna bastırırmış senin,/efendisini taşımış oradan,/onca azgın dalgalar arasından,/ister sağa ister sola essin yeller,/isterse birlikte vursun iki yanana”
Gaius Valerius Catullus’un (MÖ 84-54), Carmina adlı şiirlerinde geçen bu parçaya göre Kytoros’ta yapılan tekne tüm Akdeniz Havzasını dolaşırken sürati, güvenilirliği ve dengesiyle tam anlamıyla denizle, dalgayla ve rüzgârlarla uyum içinde olduğu gösterilmiş.
***
Bölgenin ormanlarında yer alan şimşir yukarıdaki şiirde de örneklendiği üzere oldukça özel bir yere sahip. Bunu edebiyata kadar girmiş olmasının yanında antikçağın ünlü mitos yazarı Ovidius Naso (MÖ 43 – MS 17) Metamorphasis (Dönüşümler) adlı eserinde Gideros’un şimşirine iki çok önemli öyküde yer vermiştir.
İlk öykümüz çok güzel ve bir çeşit sonsuzluğa erişen aşk öyküsü olan Nymphe (Su Perisi) Salmakis ile Hermaphroditos’un öyküsüdür. Bu öyküye göre Nymphe Salmakis, bir gün yaşadığı gölün kenarında (Bodrum, Bardakçı Koyu) genç bir delikanlı olan Herpmaphroditos’a âşık olur. Delikanlı isminden de anlaşılacağı üzere Tanrıça Aphrodit ile Tanrı Hermes’in oğludur. Ancak delikanlının yaşı henüz çok genç olduğundan Salmakis’in aşk çağrıları karşısında ürker ve iç acıtıcı şekilde periyi reddeder. Ama bu sırada genç delikanlı Salmakis’in gölüne girmek hatasını yapınca Su Perisi Salmakis onu suyun içinde delicesine kavrar ve o anda tanrılara yalvararak “ikimizi birbirimize kavuşturun” der. Bu çağrıya kulak veren tanrılara güzel aşığı kırmaz ve her iki bedeni, yani erkeği ve kadını tek bir bedende buluşturup, hünsa dediğimiz aynı anda kadın ve erkek olan Hermaphodit’i ortaya çıkarır.
Bu öyküde Gideros nerede derseniz; Ovidius Naso bu öykünün şiirinde Peri Salmakis’in güzelliğini anlatırken, “Salmakis saçlarını Kytoros’dan gelen şimşir tarakla tarardı” der.
***
Diğer öykümüz ise Tanrıça Athena ile ölümlü bir kadın olan Arakhne’nin mücadelesidir. Bu öyküye göre Arakhne el zanaatlarında çok becerikli, elinden her iş gelen ama zamanla da bu becerisi kibre dönüşüp, savaş ve bilgeliğin tanrıçası olduğu kadar el zanaatlarının da tanrıçası olan Athena’ya kafa tutmaya karar varır. Tanrıça elbette ki bu kibri affetmez ve önce bir yarışma yapılmasını sağlar, Arakhne’yi yendikten sonra da iş onu cezalandırmaya geldiğinde önce Tanrıça Arakhne’yi döver ki işte burada Gideros’un şimşiri yeniden devreye girer. Şair Naso bu kavga sahnesini betimlerken “Athena’nın Arakhne’nin alnına Cytoriaco radium de monte (Kytoros Dağından) gelen şimşir mekik ile vurduğunu” söyler. Tabi ki kibrin cezası sadece bir dayak olmamış, Tanrıça Athena Arakhne’yi bir örümceğe çevirerek sonsuza dek tozlu duvar köşelerinde ağ örmeye mecbur kılmış.
Tanrıların sofrası: Olgassys (Ilgaz)
Cide sahilleri deniz aşırı bir yer olması nedeniyle Helen kültürü ve klasik mitoloji ile elbette ki Kastamonu’nun diğer yörelerine göre daha fazla haşır neşir olmuştur. Ama bir dağımız var ki, mitolojinin yine trajik öykülerinden birinin ev sahipliğini yapar; orası yücelerin yücesi Ilgaz’dır…
Ilgaz Dağı ki hem sıra dağ olarak hem de yüksek zirveleriyle Hititlerden bu yana her çağda yazılı kaynaklara, öykülere konu olmuş ve her çağda da kutsal bir dağ olarak tanımlanmıştır. Hitit döneminde bu dağın tanrılarından bahseden belgelerin yanı sıra antikçağda da her yanının tapınaklarla dolu olduğu yazılır. Şimdi aktaracağım mitolojik olay ise daha çok Roma Döneminde popüler olmuşsa da yazlı kaynaklara bakarak Homeros öncesine adar geri giden bir öyküdür.
***
Ilgaz ve onu en yüksek noktası olan Hacet Tepe, mitolojide tanrıların buluştuğu bir sofra olarak geçer.
Hikâye şöyledir: Tantalos, Lydia Kralı olarak baş tanrı Zeus ile ölümlü Pluto’nun oğludur. Onun da çocukları vardır Niobe ile Olimpiyat oyunlarını başlatan Pelops… Tantalos bir yarı ölümlü olarak tanrıların meclisine kabul edilen tek kişidir ve aynı zamanda tanrıların yiyeceği ve içeceği olan nektar ve ambrossia’yı yiyebilen de. Ama Tantalos’un bu Olymposlu tanrıları bir hor görme huyu da vardır. Kendini onlardan üstün görür. O yüzden tanrıların sofrasından çaldığı nektar ve ambrossia’yı kaçırıp insanlara sunar, Zeus’un altın köpeğini çalar ve yalalar konuşur. Hatta bir seferinde öyle bir düzen kurar ki tanrılara, onlardan üstün olduğunu kanıtlamak ister.
Tantalos oğlu Pelops’u kesip doğrar ve onu bir yemek haline getirir. Sonrada tanrıları bu ziyafete davet eder ki o ziyafetin verildiği yer Ilgaz’ın yani antik Olgassys’in zirvesidir. Bu şölende, tanrılar masadaki yerlerini alırlar ve tam yemeğe başlayacakları sırada Tanrıça Demeter dışında tümü aldatıldığını anlar. Sadece Demeter dalgınlıkla bir parça et yer. Zeus hemen oyunu bozar, torunu olan Pelops’u yeniden birleştirip can verir. Demeter’in yediği parça ise Pelops’un omzudur. O kısma da Hephaistos Tanrı bir protez yapar. Sıra Tantalos’un cezasına gelir. Bu ceza onun Tartaros’a (yer altı dünyası) atılıp bir göle hapsedilmesidir. Ancak Tantalos, hapsedildiği bu göl ağız seviyesine gelmesine rağmen sonsuza dek ne bir damla su içebilecek ne de bir lokma yemek yiyebilecektir…
***
Bu öykü bölgede Roma Döneminde çok sevilmiş, özellikle Çankırı (antik Gangra) kenti bastığı sikkelerde sık sık bu konuyu işleyerek sikkelerinde “Tanrıların Ocağı” anlamına gelen “HestiaTheon” ifadesini çok kullanmıştır.
Sonsuz rüzgârlarla çok uzaklardan dalgalarla taşınıp Karadeniz’in, Cide’nin kıyılarına vuran klasik mitolojinin doyumsuz öyküleri, Ilgaz’ın doruklarından yükselerek Kastamonu’nun kadim topraklarının atmosferine usul usul karışarak kentimize başka bir atmosfer tabakası daha kazandırıyor…