Sunuş: Okullar tatile girdi. Dileğim çocukların, gençlerin çok okuması. Hem bunu düşünerek hem de ocak ayı doğumlu olan rahmetli annemi anmak için “Buğdayın Sesi” adlı öykü kitabımda yer alan bir öykümle seslenmek istedim:
Ormanların buğulu görüntüsünü andırırdı sonsuz derinlikte bakan gözleri. Mutlu olduğunda yapraklarına güneş ışıkları düşmüş ağaçlar gibi kıpır kıpır aydınlanırdı göz bebekleri. Bakışları ile yanındaki her kese mutluluk aşılasa da; gülen gözlerinde her zaman akmaya hazır birer damla yaş hapsolmuş gibi dururdu.
Arkadaşım, sırdaşım, dostum, sevdiğim; annemdi o benim.
Gülücükler barındıran sesiyle “Günaydın” diye güne başlardı. Kahvaltı bile ziyafet sofrası olurdu, onun elinden. Akşam yemekleri bir şölene dönüşürdü. Ya da bana öyle gelirdi…
Bizlerse Mavişehir’in ilk gençleriydik. Ayaklarımızın altında bütün renkler, başımızın üstünde tüm umutlarımızla toplanırdık her yaz. Bazen 10’a düşer bazen de 30 kişiyi geçerdik. Günün her saatinde, her dakikasında değişen ışığın peşinde sürüklenirken, denizin, güneşin, müziğin, eğlencenin ve hepsinden önemlisi de arkadaşlığın, dostluğun tadını en çok orada bulurduk. Öyle olmasaydı 40 yıl sonra hala arkadaş, dost kalabilir miydik?
Mavişehir’e ilk gelişim, sıcak bir Ağustos akşamındaydı. Annem ve babamla birlikte Bolu’dan sabaha karşı yola çıkıp, gün boyu yolculuk yapmıştık. Sitenin girişindeki tozlu topraklı yolun ardından yarısı tamamlanmamış binalarla karşılamıştı bizi, şehir.
Birden koyu mavi denizini gördüm. Üstünde kıpkırmızı bir gökyüzü. Bu, bildiğim, daha önce gördüğüm güneş batışından farklıydı. Denizin içine doluyordu güneş. Değdiği yer kızarıyor, denizin yüzeyinde nazlı nazlı dalgalar salınıyordu. Hafif bir rüzgar, o keskin sıcaktan bunalmış tenlerde dolaşıp, tatlı bir serinlikle buluşturuyordu.
Mavişehir’e ilk geldiğimiz o gün, denizin kıyısında kalakaldım. Güneş tümüyle kaybolunca aklıma geldi, dönüp de arkama bakmak. Yan yana sıralanmış çay bahçelerini gördüm. Annem ve babamın en sevdiği şey, dostlarıyla buluşup sohbet etmekti. “Denizden çıkmayı başarabilirsen, sen de çay içmeye gel. Akşamüstü Çağdan Çay Bahçesi’nde oluruz” derdi annem.
Arkadaşlarımla olduğu kadar bizim sokaktaki komşularla ve ailemle birlikte de Altınkum’a gitmekten çok keyif alırdım. Bazen Vakıflar Müdürlüğü’nün plajındaki yuvarlak dediğimiz iskeleden bazen de uçsuz bucaksız halk plajından denize girerdik. 5 -6 aile espriler, fıkralar, buz kutularında getirilmiş ev yapımı yiyeceklerle saatlerin nasıl geçtiğini fark etmezdik. Evet, annemin her zaman “Her kes kumda, Mine gün boyu suda… “ dediği gibi ben denize girmeyi çok sevdim, denizden çıkmayı hiç sevemedim.
Ailemin; “Güneş ışınından korun, motordan kayalık yerlerde atlama ve mutlaka gecikmeden, bizi merak ettirmeden dönün” şeklindeki uyarılarına aykırı hareket etmemeye çalışırdım ki tekrar gidebilmek için izin alabileyim. O yıllarda bu sözlerin beni korumak için söylendiğine tüm kalbimle inanmıyor, anne ve babalara ait sözler olarak kabul ediyordum. Sonraki yıllarda ancak güneş çarpıp, hastanelik olduğumda anladım haklı olduklarını.
Söz verilen saatte ve yerde olmaksa karşındakine saygı göstermenin ilk adımıydı.
Geceleri kumsalda ateş yakıp şarkılar söylerdik. Gitar çalanlar, şiir okuyanlarla güzelleşen gecelerde mutlaka sahilde dolaşan ailelerden bir kaçı katılırdı. Mavişehir’in tam kalbinde yer alan dört tarafı açık diskosuna giderdik. Müzik dinler, dans eder ve birbirimizi duymaya çalışarak sohbet ederdik. Genelde konuşmalar, “Yarın ne yapacağız?” şeklindeydi. Bu günü yaşamadan yarını düşünmeye başlardık.
Her yarım saatte bir, birkaç yetişkin belirirdi. Annelerimizden küçük bir gurup; “Biz eve gidiyoruz, gelmiyor musunuz?”, “Baban geç kalmasın dedi” ya da “Müzik çok güzel geliyordu, şöyle bir kapıdan bakalım dedik” gibi cümlelerle bizlere göz atarlardı. Bizim disko dediğimiz de yönetim binası, market ve çay bahçelerinin ortasında yer alan gençlerin dans ederek, orta yaşlıların da onları kontrol ederek eğlendikleri bir yerdi.
İlk gidişimizden on yıl sonra annemin yeşil gözlerinde yanıp sönen ışıklar solmuştu sanki. İlk kez o yıl yorgun gitti Mavişehir’e, durgun döndü geriye. Ne olduğunu anlayamamıştım. Tüm aile merak ediyorduk. Bolu’da annemle birlikte gittik doktora. .Doktorlar tanıdık, Baş Hekim akraba olunca; her ne olursa olsun annemi kurtarırlar diye umutlanıyordum. Ben inanmak istemesem de çaresizlik onları da sarmıştı. “Annemin nesi var?” sorusunu yanıtlamaktan korkarcasına kaçamak bakışlar, tekrarlanan tahliller, kontroller… Sonra Ankara’da hastane günleri başladı. Annemi Ankara’da, Bolulular gibi Mavişehirliler de yalnız bırakmamışlardı.
Yaşama erken veda etti; arkadaşım, sırdaşım, dostum, sevdiğim annem. Annemin zamansız ölümünün ardından Mavişehir’e mi küstüm, yoksa annemi yitirdikten sonra kızlarıyla yaşıt kişilerle üç kez evlenip boşanan babama mı kırıldım? Bu sorunun yanıtını bilmiyordum.
Lodosa kapalı, imbata açık, nemi az, oksijen oranı yüksek havası ile “limonata” serinliğini yaşatan Mavişehir’den tümüyle kopmak olanaksızdı. Çünkü; herkesin yaşadığı farklı farklı kentlerden kaçıp sığındığı o sıcacık tatil beldesini annem de çok sevmişti.
Mavişehirlilerin ise annemi ne denli sevdiğini yıllar sonra görüştüğümüzde tüm kalbimle duyumsadım. Annemden sonra ilk gelişimizdi. Önce şehrin girişinde durup, denize uzaktan baktım. Sokaklarda, evlerde amaçsız gezindi gözlerim. O sahil kentinde denizsiz kalacağımı hiç düşünmemiştim. Benim için her şey anlamını yitirmişti sanki.
Sonra, bizim sokağa yöneldik. Komşuların birbirine “Günaydın” sözleri, kahvaltı yapanların çatal bıçak seslerine karışırken neşeli bir melodiye dönüşüyordu. Sokaklar dar, yaz sıcağında tüm günler balkonlarda geçtiği için, her kes birbirini görüyor ve duyuyordu. Yıllar sonra geldiğimizi görenlerin “Hoş geldiniz”, “Gülümseyişin, duruşunla anneni anımsatıyorsun” sözleri yüreğimi sızlatırken, bir taraftan da yanımıza gelenlerle kucaklaşıyorduk. Bu karşılanmaya şaşıran o zamanlar 8 yaşında olan kızımın, oğluma; “Hepsi akrabamız mı? Ne kadar çok akrabamız varmış, değil mi abi?” diye sorması, hepimizi neşeye boğmuştu. Evet, dört kuşağı bağrına basan Mavişehir’in kan bağı olmayan akrabalarıydık biz.
Kimimizin çocukluğunda, kimimizin ilk gençliğinde Mavişehir; kocaman bir aile gibiydi. Havasıyla, toprak yollarının kenarında salkım salkım meyvelerini yediğimiz incir ağaçlarıyla ve tabii ki insanlarıyla yuvamızdı bizim.
Babam, evleri ve yeri hiç görmeden almıştı. Tarihi çok severdi ve Cemal Kutay’ın iyi bir okuyucusuydu. Çok uygun taksitleri, faizsiz ödemeleri kadar Mavişehir’in sokak ve apartman adlarını tarihçi yazar Cemal Kutay’ın koymasından da etkilenmişti.
Babam bir de gezmeyi çok severdi. “Didyma” antik kentinde tüm görkemi ile yükselen Apollon Tapınağı’nda Medusa ile Griffon kabartmaları, Milet antik kenti, Priene gibi yakın tarihi beldelerin yanı sıra Bafa Gölü, Fethiye, Marmaris, İzmir Fuarı ve Bodrum’a yapılan gezilere katılırdık, yıllar yıllar önce… Annem, bir kitapta okuduğu ve çok sevdiği şu tümceyi tüm yaşamında olabildiğince uygulardı:
“Bir inci avcısı gibi, ta derinlere dalıp tek tek bütün istiridyeleri açarak, bir sevinç arayacaksın”
O sevinci bazen Mavişehir’in yazlık sinemasında, bazen de yol kenarındaki tarladan alış veriş yaparken bulurduk. Domates, salatalık, patlıcan, kırmızı ve çarliston biberler, hemen yanındaki tarlada mısırlar, arkada şeftali ağaçları… Yol kenarında bir terazi ve zeytin ağacının dalına asılmış boş poşetler… İstediklerimizi tarladan toplar, tartar ve parasını öderdik, çiftçiye. Şimdi yörenin en büyük pazarına sahip olan Mavişehir’in, o günleri tatlı bir anı olarak kaldı. Ege’nin sıcak kanlı insanlarının gülen yüzünü yansıtan pazar ise gelişerek, yöreye hizmet veriyor.
Güneşin denizde kayboluşuna yakın annemlerle sahile inerdik. İzlemeye gitmek değildi o günlerde yaptığımız. Biz olmazsak güneş batamayacakmış gibiydi. Belki de o nedenle “güneşi batırmaya çıkıyoruz” diye koşardık sahile. Sanki bir görev, bir zorunluluktu o dakikalarda orada olup, o ana tanıklık etmek…
Yıllar sonra bunun devam ettiğini görmekten çok mutlu oldum. Güneş denize doğru akmaya başladığında onlarca kişi denizin kıyıyı yaladığı noktada hayranlıkla durup, her akşam tekrarlanan bu güzelliği izliyor. Beldenin yeni konukları İngilizler ve diğer yabancı ülkelerden gelenler ise daha çok fotoğraf ve video çekmeyi yeğliyorlar.
İşte o oradaydı. Denizin öğle sıcağında kristal gibi parlayan yüzeyinde oynaşan ışıklara gözünü dikmiş, bakıyordu. Bu kocaman çoban köpeği beni bir kez daha yıllar öncesine taşıdı.
Annem bir sabah rüyasında benim üzerime kayaların, toprakların düştüğünü gördüğünü anlatıp; “Bu gün arkadaşlarınla denize gidecek misin? İstersen birlikte gidelim, içimde bir korku var, gerçek gibiydi rüyam. Hiç değilse gözümün önünde olursun” demişti. Ben de onun sözünü tutarak, arkadaşlarımla değil, onlarla vakit geçirmiştim. Ailecek gittiğimiz deniz dönüşü uyuyan bir çoban köpeğini severken, elimi ısırdı. Köpek çok büyüktü ve insanlara alışkın değildi. Babam çoban köpeğini yanımdan güçlükle uzaklaştırmıştı. Kuduz iğnesiyle de böylece tanışmıştım.
Köpeğin bana zarar verebileceğini hiç düşünmemiştim. Kendimi bildim bileli Bolu’daki evimizin bahçesindeki kulübesinde bir köpeğimiz olurdu. Önce fino, sonra teriyer en son da kurt köpeği… Kurt köpeğimiz okula kadar yanımda gelir sonra geri dönerdi. Çarşıya, bakkala hep birlikte giderdik. Bir gün annemi sokakta gören gençlerden biri arkadaşına “Öğretmen geliyor” demiş. Diğer arkadaşı da anneme bakarak; “Yok öğretmen değil, kurtlu Mine’nin annesi” diye cevaplamış. Bu söz genelde çok gezen ya da yerinde duramayanlara söylendiği için, annem şaşırmış. O sırada konuşan sözünü tamamlamış; “Kurt köpeğiyle gezen sarı kızın annesi, O”
Köpeklerle bu kadar iyi dostluğum varken, Mavişehir’de bir çoban köpeğinin bana yaptığına ise oldukça içerlemiştim.
Mavişehir, bu gün de turizme katkısı ile olduğu gibi; toplumsal değerlerin hırpalandığı, kolay harcanan bir hale geldiği günümüzde sergilediği güçlü karşı duruşuyla ışıldamayı sürdürüyor.
Çam ağaçlarının, palmiyelerin gölgelediği yollarında; mimozaların kokusu baş döndürüyor. Renk renk papatyalar, kır çiçekleri, akşam sefaları, begonviller ile bezeli sitede, çiçek koparmak, ağaçlara, parklara zarar vermek yok. Çünkü buradaki çocuklar ilk önce annelerinin, babalarının, dedelerinin, ninelerinin bunca emekle var ettikleri kentin her taşına saygı duymayı öğrenmişler.
Mavişehir’in tüm güzellikleri benliğimin içinden akıp gidiyor. Milli bayramlarda süregelen coşku, dini bayramlarda çocuklar, torunlar, kardeşler, yeğenlerle şenlenen evlerle Mavişehir yaşıyor.
Bundan beş yıl önceki yaz tatilimde güzel bir sürpriz de yaşadım. Girişe konulmuş ışıklı, büyük panoda Mavişehir ile ilgili yazdığım, ulusal basında yer alan yazılarım beni karşıladı. Çok mutlu oldum, yüreğim çiçeklendi.
Bu, uzun zamanın kısa bir öyküsü. Masal değil gerçek bir hikaye olduğu için; Mavişehir’in yapacak bir şeyi olmayan, kendini yaşamaya mahkûm edilmiş hissedenleri de var. Oysa ki boş saatlerle hiç tanışmadım ben. Biliyorum ki yapılan iyiliğin olduğu gibi, kötü düşüncenin de sahibine geri dönüşü vardır. O nedenle kızgınlığı, öfkeyi ulu bir gölgeliğe yatırıp, dinlendirmeyi seviyorum. Yalnızca kendi yaşam sevincimi gönderiyorum, cevap olarak.
Annemle birlikte çocuklarımı büyütmeyi düşündüğüm Mavişehir’de; anneme ithaf edeceğim öyküyü yazmaya başlıyorum.
Ve güneş batarken rengi kızıla dönen bu masmavi umutlar kentinde; saçları deniz kokan “arkadaşım, sırdaşım, dostum, sevdiğim” annemle ilgili anılarımla avunuyor, çocuklarım ile mutlanıyorum.
MİNE ÖZGÜR