“Dört nala gelip uzak asya’dan” diyor ya şair, o uzak ülkeden gelip “Ana”dolu dediğimiz vatan’ın tehlikede olduğunu gördüğünde yırtıcı bir direnişi tetikleyen kadınlarımızdır Kurtuluşun Anneleri…
…
Nice hain tuzakları, nice savaşları görmüş gözyaşı ve su gibi aksın ve dönsün denilip; su dökülerek uğurlananların, uğurlanmanın hüznü ile kalbe gömülmüş özlemleri, umutları ile vatan müdafaasına gidenlerin zafer türküleri ile dönüşlerinde
“Anneler dindiriniz gönlünüzün yasını,
Düşman kanıyla sildik palamızın pasını…
Yeniden çizmek için vatan haritasını
Hep ateşten ve kandan bir sahneye çevirdik
Gökleri çatırdayan bir vatan parçasını.” (1)
Dediklerinde yüreği utangaç, mahcup gururlarla dolan, minicik yürege sığmaz sevinçlerini oğul-uşak, emmi, dayı sarmalayan iki kol’a sığdıran kadınlarımızdır Kurtuluşun Anneleri…
“Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir milletinde, Anadolu köylü kadınından daha fazla çalışan bir kadından bahsetmenin imkânı yoktur ve dünyada hiçbir milletin kadını “Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar gayret gösterdim” diyemez ”le (2) işaret edilen Anadolu kadınıdır Kurtuluşun Anneleri…
…
Köyünde,kentinde acısına yanan, çaresizlikten ilenen insanlar nasıl oldu da, savaşın en önemli halkası haline geldiler. Stratejiyi belirleyen Başkomutan Mustafa Kemal bu top yekün savaşın püf noktasını şu sözleri ile özetleyecekti
“Harp ve muharebe, yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün mevcudiyetleriyle karşı karşıya gelmesi ve vuruşması demektir. Binaenaleyh bütün Türk Milletini, cephede bulunan ordu kadar fikren, hissen ve fiilen alâkadar etmeliydim. Milletin fertleri, yalnız düşman karşısında bulunanlar değil, köyde, evinde tarlasında bulunan herkes, silâhla vuruşan muharip gibi kendini vazifeli hissederek, bütün mevcudiyetini mücadeleye hasredecekti.
Biz, bu maksadın teminine çalıştık.”
İşgaller; bedeller,şehitler,kayıplar,gaziler vermiş ve acısını yaralı yüreklerinde taşıyan Kastamonulu kadınlarının feryadı olup dile gelerek 10 Aralık 1919’da yankı bulacaktı …
Hanımlar!
Biz, dünyayı kanlara boğan, insanları tavuklar gibi boğazlayan erkeklere müracaat edecek değiliz.
Bizim gibi şefkatle, merhametle düşündüklerine şüphe etmediğimiz İtilâf devletlerinin büyük kadınlarına müracaat edecek ve birer telgrafla, bize yapılan haksızlıkları yazacak ve anlatacağız. Eğer onlar da hakkımızı teslim etmezlerse, evlâtlarımızın kanlarına kendi kanımızı karıştırarak erkeklerimizle bir safta, dinimiz ve istiklâlimiz için ölecek; haksızlara, zalimlere tarihin lanetlerini terk ederek şehâmetle(cesaretle) öleceğiz”
Ve çok geçmeden bunun örneklerini vereceklerdi de…
Çocuklarının kanına kendi kanlarını da katacaklardı…
Er’ini, oğlunu,Baba’sını sırtını sıvayarak cepheye uğurlamış kadınlar çıplak gücün destanını yazacaklardı. Sevincinden, kederinden, sıkıntısından umutsuzluğundan velhasıl yaşamın ta içinden destan yazabilendir Kurtuluşun Anneleri …
…
Bu toprağın kadınları olarak hürriyete gelin gidip bağımsızlığa yatak sermişlerdi. Kağnı katarları ile karınca misali evladının üstündeki örtüyü alıp düşmana yağacak mermileri örten fedakâr Şerife Bacıların gayretleriyle Millî Mücadele’nin kalbi olan Ankara’ya gitmişti. Kendisi bir mücadele olan yaşam kavgasının içinden başka bir mücadelenin içine savrulup yenilmeden dimdik ve alnı ak çıkabilenlerdir Kurtuluşun Anneleri…
…
Ankara’da düzenlenen “Kastamonu Günleri” etkinlikleri çerçevesinde bir de panel düzenleniyor. Atatürk Kültür Merkezi’nde Vali Yardımcısı Ömer Faruk Ateş’in İstiklal Yolu ile ilgili yapılan çalışmaları anlatacağı sunumda teknik yardımda bulunmak üzere ben de katıldım. Konuklardan biri Turgut Özakman. Gururumuzu okşayan ve tavsiyelerle dolu konuşma sonunda ilk hazırlık döneminden itibaren katıldığım ve sonrasında Sayın Valimiz Mustafa Kara’nın talimatları ile Arkeolog Murat Karasalihoğlu ile birlikte hazırladığımız Valilik yayını kendisine takdim ettim. Çok memnun olduğunu ifade eden Özakman.
- Aman ne olursunuz 2 kitap var bunları muhakkak okuyucu ile buluşturun. Biri Nurettin Peker’in kitabı diğeri Dr. Ferruh Niyazi Bey’in kitabı. Her iki kitaptaki anekdetlar sizin için çok önemli.
- Hemen temin etmeye çalışacağım.
Sözünü verdim. Döndükten sonra Milli Eğitim Müfettişi Emin Arık hocamın yardımı ile Dr. Ferruh Bey’in kitabını temin ettim. Gerçekten önemli anekdotlarla dolu kitaptan Kastamonu’da Sıhhıye Müdür olarak görev yapan ve yürekli bir Kuvva-i Milliye’ci olan Dr. Ferruh Niyazi’nin eşinin anılarını paylaşmak istedik bu anlamlı günde.
Saime Ayoğlu Kastamonu Müdafai Hukuk Kadınlar Cemiyeti üyesi ve Genel Sekreteri. Noktasına virgülüne dokunmadan Kurtuluşun Anneleri’nin birinci ağızdan anlatımı ve işte o anılar.
Saime Hanım Kastamonu Günlerini Anlatıyor(*)
-1-
Müdafaa-i Hukuk Kadınlar Cemiyeti
Yıl 1919 sonları. Eşim Kastamonu Sağlık Müdürü Ferruh Niyazi. Yurdumuz istilaya uğramış, milletçe kan ağlamaktayız. Bayraklarımız siyaha bürünmüş. Vatanımızın kurtulması için, başımızda eşsiz Atamız, milletçe çırpmıyorduk. Bu sıralarda aziz Atatürk’ün emriyle her vilayette açılan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine biz Kastamonu kadınları da katılarak Müdafaa-i Hukuk Kadınlar Cemiyeti’ni açtık ve çalışmalarımıza başladık. Kastamonu Valisi olan vatanperver, milliyetçi Cemal Bey’in direktiflerinden çok yararlandık. Şunu da ekleyeyim, orada bulunan Mevlevi amil Çelebi’nin de Kastamonu Müdafaa-i Hukuk Kadınlar Cemiyeti’ne büyük yardımları olmuştur.
Mahalle mahalle geziyor, milli davanın önemini konferanslar, müsamereler, mevlitler, mitingler ile anlatıyor ve toplanan yardımları cephelere ulaştırıyorduk. Bu arada yabancı devlet reislerinin eşlerine protesto telgrafları göndererek Türk milleti hakkında reva görülen haksızlıkları belirtiyorduk…
-2-
Telgraf Müdürü Doktor
Eşim çok vatanperver, milliyetperver bir kimsedir. Kastamonu’ya gider gitmez orada Gençler Kulübü’nü ele aldı. Gençlerin yetişmesi için çalıştı. Ayrıca orada Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin de Başkanı olarak çalıştı. Doktor, Kastamonu’da Vali Cemal Bey’in sağ kolu idi. Vali Bey, telgraflarını ona yazdırırdı. Doktora okutmadan hiçbir telgraf çektirmezdi. Hatta Telgraf Müdüründen şüphe edip işine son verdiği zaman onun yerine doktoru oturttu.
-3-
Zafer Şarabı
1919’da İngiliz kruvazörleri ara sıra İnebolu’ya geliyorlardı. Bu durum karşısında Vali Cemal Bey doktoru çağırıyor ve diyor ki, “seni vazife ile İnebolu’ya gönderiyorum. Sahil sıhhiye senin emrindedir. Oranın kayıklarına, deniz araçlarına silah, cephane, top yerleştireceksin. Sağlık Müdürü olduğun için bunu ancak sen yaparsın. Sen bu vasıtalara, sıhhi malzeme yerleştiriyormuş gibi davranacaksın. Eğer İngiliz kruvazörü İnebolu’ya çıkmak için ateş açarsa, bunlarla müdafaa edeceğiz.
Kocam orada epeyce kaldı. İşgal altına girmeyen sadece Kastamonu ve civarı kaldı. Antep, Maraş hep işgal edildi. Hatta biz Maraş’a bile, Müdafaa-i Hukuk Kadınlar Cemiyeti olarak asker giyeceği gönderdik.
Sonra Sivas’da kuduz hastanesi açılmasına ihtiyaç görüldü. O zaman İstanbul’dan başka yerde kuduz hastanesi yok. İstanbul yolu da kapalı. Eşimi Sivas’a kuduz hastanesi kurmaya memur ettiler. Sivas’a gittik. Dr. Akif İsmet Bey ve Dr. Tevfık Bey gibi mekteten yeni çıkmış milliyetperver gençleri davet ettik. Hemen geldiler. Kuduz aşısını Anadolu’da bulmak mümkün değil. Bunu da İstanbul’dan bir genç hemşire kaçırdı. Bu suretle o hastane çalışmaya başladı.
İzmir’in alındığı gün, biz Elazığ’da idik. O gece sabaha kadar eğlendik. Doktoru çekemeyenler fazla içtiğini ileri sürerek Ankara’ya şikayette bulunmuşlar. Bunun üzerine Sağlık Bakanlığı doktordan durumu sordu. O da cevabında dedi ki, “size şikayette bulunanlar az bile yazmışlar, evet ben o gece sabaha kadar sarhoş oldum. Çünkü zafer şarabı içmiştim.”
-4-
Protesto Telgrafı
Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kurulunca bir gün eşime dedim ki, “doktor, biz kadınlar da vatanın kurtuluşu için cemiyet kurabilir miyiz?” “Hay hay” dedi. Biz Polis Müdürü Halil Bey’in eşi Zekiye Hanımla çok iyi görüşürüz. Kendisine düşüncelerimi anlattıktan sonra, “erkeklerimiz nasıl Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kurmuşlarsa biz de böyle bir kadınlar cemiyeti kuralım” dedim. O da hemen kabul etti. Daha sonra Vali Bey’e sorduk, Polis Müdürü Halil Bey’e sorduk, “hay hay, pek münasip olur” dediler. Bu konuda esas fikri ortaya atan benim. Hanım arkadaşlar hiç itiraz etmediler.
Birinci Başakanımız Mevlevi Şeyhi’nin eşi, İkinci Başkan Polis Müdürü Halil Bey’in eşi Zekiye Hanım, Genel Sekreter benim, diğer üyeler Reji Müdürü Ömer Bey’in kızı, Defterdar Ferit Bey’in eşi, İzbeli Hafız Hanım, Maarif Müdürü Talat Bey’in eşi, Ziyaeddin Efendi’nin eşi. Amil Çelebi’nin eşi okur yazar değildi, fakat onun parasından ve forsundan istifade ediyorduk. Ben okur-yazar olduğum için genel sekreter oldum. Bütün yazı işlerini ben idare ediyordum. İzbeli Hafız Hanım oranın yerlisi olduğu için onu veznedar yaptık. Kocası ölmüş, çiftliği vardı, kendisi işletiyordu. Cesur bir kadındı. Parayı ona veriyorduk. Onun kasası vardı, paraları orada saklıyordu.
Müdafaa-i Hukuk Kadınlar Cemiyeti, tek kelime ile memleketi kurtarmak için kurulmuştu. Yani bu davada payına düşeni yapmak azmindeydi. Bu cemiyet, sayısız faaliyetlerde bulunmuştur. Bunlardan birkaçını saymaya çalışayım.
Birgün Nasrullah Camii’nde mevlit okutuk. Vali Bey daha önceden tellal bağırttı. Biz Müdafaa-i Hukuk Kadınlar Cemiyeti’nin tüm üyeleri mevlit günü siyahlar giydik. Eseri cedit kağıtları vardır ya, onları makasla dört parmak genişliğinde kestik ve üzerlerine “Allah bizimle beraberdir” diye yazdık ve üzerimize iğneledik. Biz, yönetim kurulunun bütün üyeleri çarşıyı dolaştık. Halbuki böyle bir hareket hiç vaki değil. Kadınlar orada hiç çarşıya çıkamazlar. Çıktık ve çarşıyı dolaştık. “Allah bizimle beraberdir” yazısı üzerimizde olduğu halde. Oradan camiye geldik. Vali, bir iki gün öncesinden propagandasını yaptırmıştı. Ondan bir ay önce de biz, bütün Kastamonu mahallelerini aramızda taksim etmiştik. Bütün mahalleleri dolaştık. Onlara Müdafaa-i Hukuk Kadınlar Cemiyeti’nin ne yapacağını, askere don gömlek dikileceğini, hükümdar eşlerine telgraf çekileceğini, parası olanın para, dikiş bilenin yardımda bulunmasını istedik. Hepsi de “elimizden geleni yaparız” dediler. Böylece bir ay öncesinden mahalle mahalle dolaşarak bütün hazırlıklarımızı tamamladık.
Mevlit günü camide ilk olarak İkinci Başkanımız Zekiye Hanım kürsüye çıktı ve toplantının amacını anlattı. Sıra bana gelince dedimki, “Ben genel sekreterim. Vatanımızı istilaya kalkışan düşman hükümdarların hanımlarına protesto telhrafı çekeceğiz. Biz sizden yetki alacağız ve ondan sonra bu telgrafı çekeceğiz.” Benden sonra Reji Müdürü’nün kızı konuştu. Sonunda sıra para toplamaya geldi. Aksi gibi evden tepsi getirmeyi unutmuşuz. Parayı neyle toplayacağız? Neyse, civardaki kahvelerden tepsi getirttik. Bu gelen tepsilerden bir tanesi de üstten tutulan ters huni biçimindeydi. Arkadaşlar bu tepsiye pek rağbet etmediler. Bunun üzerine ben de onu alırım dedim. Biz dört kişi, sen surdan, ben buradan diyerek para toplamaya başladık. İnanın bana, hayatımda bunu unutmam. Bileziğini çıkaran, küpesini çıkaran şıp diye tepsiye atıyor. Bütün kadınlar yardımda birbirleriyle yarışa girdiler. Yüzüğü olan yüzüğünü, küpesi olan küpesini, parası olan parasını atıyor. Bazısı da evden gönderirim diyor. Birinin önünden geçiyordum, sıkılarak yanıma sokuldu ve dedi ki, “ah hanımcığım, ben fukarayım, hiçbir şeyciğim yok. Benim evde dikiş makinem var, çoluk çocuk enterasi dikerim, getireyim onu, satın parasını alın.” “Sen dikiş biliyorsun değil mi, bizim eve gel, haftada 2-3 gün diliş dikersin” dedim, “yaparım hanım” dedi. İşte böyle büyük bir kadın topluluğundan yetki aldıktan sonra sıra, yabancı devlet hükümdarlarının eşlerine protesto telgrafı çekmeye gelmişti:
“Türk milletinin kadınlı erkekli, savaşlarda can vermekte asla düşünmeyeceğimi, eğer silah ve cephanemiz bulunmadığına ümit bağlanıyorsa düşmanları tırnaklarımızla boğacağımızı ve gerekirse toprağın üstünde şerefsiz yatmaktansa, toprağın altında kahramanca yatmayı tercih edeceğimizi bildiririz.
Kastamonu Vilayeti
Müdafaa-i Hukuk Kadınlar Cemiyeti
Genel Sekreteri
Saime FERRUH”
Bu telgrafı çekmek üzere iken Vali Cemal Bey ile aramızda şöyle bir konuşma geçti.
– Siz buna imza atacak mısınız?
– Tabii, genel Sekreter olduğum için benim atmam lazım.
– Bunu iyi düşünün, madalyonun bir de tersi var. Milli kuvvetler başarılı olamazsa sizi
asarlar.
– Assınlar, ben kararımı verdim, ya istiklal ya ölüm.
-5-
Gelinliğini Bağışlayan Gelin
Birgün Mevlevi dergahında bize ayrılan yerde oturuyoruz. O gün nöbet sırası benimdi. Kapı tık tık etti. Bir bey, hiç gözümün önünden gitmez, yanında bir de çarşaflı hanım. Benim de başımda namaz örtüsü var. “Buyurun” dedim, “ben tephir memuru Ziya, yanımdaki de kızım Hatice” dedi. “Ne istiyorsun kızım” demeye kalmadı, başında büyük bir sepet, başka birisi içeri girdi. Bu Hatice dedi ki, “nikah oldum. Yarın akşam evleneceğiz. Fakat bayraklarım siyahken, vatanımı düşman işgal etmişken gelinlik giyemem, tel duvak takamam. Gelinliğimi, tel duvağımı, bana takılan altınları Müdafaa-i Hukuk Kadınlar Cemiyeti’ne bağışlıyorum.” Ben o sırmalı bohçayı aldım, gözlerim yaşararak.
-6-
Kağnı Arabasında Donan Çocuk
Biz çamaşırları, oturduğumuz vali konağının salonu müsait olduğu için orada dikiyorduk. Benim bir Ermeni aşçım vardı. Sabah gelip, akşam giderdi. Fakat o gece misafirim olduğundan erken bırakmadım. Bir ara aşçı kadın bana “hanım” dedi, “seni aşağıdan biri çağırıyor”, “kim?” diye sorduğumda “bir erkek” dedi. Lambayı elime alıp aşağıya indim. Karşımdaki adama “kimsin sen?”dedim, “bekçiyim” dedi, “yanımda bir kadın var, kucağındaki çocuğu ölmüş”. “Gel bakayım bacım buraya” diyerek kadını içeri aldım. Kadın konuşmaya başladı: “Kağnı ile mermi taşıyorduk. Çocuk arkamda idi. Yanımdakiler, çocuğu yorgana saralım da fişeklerin olduğu yerde dursun dediler. Sardım yorgana, oraya koydum. Yürürken bir de çocuğa bakayım dedim, baktım ki donmuş çocuk. Burası yakındı. Kocam beni buraya kadar getirdi, bu bekçiye teslim etti. O da beni buraya getirdi. Bu sözleri dinledikten sonra kadını teselli ettim, dedim ki; “Sen şimdi al şu çocuğu, imam efendinin evine götür. O camiye koysun ve başında beklesin, yarın sabah, Müdafaa-i Hukuk Kadınlar Cemiyeti çocuğu defnettirecek. Sen müsterih ol bacım. Bakın milletçe çalışıyoruz. Yukarısını bir görsen, herkes harıl harıl çalışıyor, hepimiz çoluk çocuğumuzla hizmet edip bu memleketi kurtaracağız.” Yukarıya çıktım, kadına yatak yaptırdım, karnını doyurdum. “Haydi bacım sen yat” dedim, “uykum yok” dedi, ben de “yoksa gel, bizimle otur” dedim.
-7-
Bu Millete Benim Oğlum Feda Olsun
Padişah askerleri Safranbolu’ya yürüdü. Ben bunu kocamdan haber aldım. Padişah kuvvetlerinin Safranbolu üzerinden Kastamonu’ya gelmek üzere olduğu haberi alınıyor. Hemen durum Ankara’ya bildiriliyor ve asker isteniyor. Onlar da “göndereceğiz” diyorlar. Bizim oturduğumuz ev, çalışmaya fevkalade müsait, geniş, ferah bir yerdi. Size hiç hilafsız söylüyorum, şu dakika gibi aklımdadır. Tam 38 makine harıl harıl çalışıyoruz. Ben biçki biçiyorum, afedersiniz don, gömlek biçiyorum amerikandan. Ben metod bildiğim için, mesela 42 numara, 44 numara, 50 numara, zayıfa şişmana göre birer tane biçiyorum. Diğer arkadaşlar da benimkini örnek alarak aynı şekilde biçiyorlar. Size şunu da söylemek isterim, amerikan nasıl geliyor hamiyetli tüccarlarımız tarafından Cemiyete anlatamam.
Rüesayı memurin hanımları, yerli hanımlar bizim oturduğumuz evin geniş salonunda çalışıyoruz. Gece sabahlara kadar dikiş dikildiğini bilirim. Biz bu dikilenleri Hilaliahmer’e veriyoruz. Onlar da askeriyeye gönderiyorlar. Biz böyle kalabalık bir şekilde çalışırken doktor heyecan içinde geldi. Tabii, eşim doktor olduğu için defterdarın hanımı, polis müdürünün hanımı, maarif müdürünün hanımı gibiler kaçmazlar. Birer başörtüsü örterler o kadar. Çünkü kendilerine bakar, hastalarına bakar. Hiddetle geldi doktor, vurdu kapıyı ve arkasından sesi duyuldu: “hanım, girebilir miyim içeriye?” “Çocuklar” dedim, “örtüverin başınıza bir şeyler, doktor gelsin bakalım ne diyor?” Beyin elinde bir tabanca. “Hanım” dedi, “Halife Ordusu galip gelirse, asker yetilmezse, biz bütün memleket gençleri silahlandık, Safranbolu’ya gideceğiz. Belki işler ters gider. Bu gafiller, size kötülük yapmak isterler.” Diğer kadınlara bakarak, “biz kocalarınızla konuştuk, hepsi aynı şeyi yapacak”. Ve bana hitaben dedi ki, “bu tabanca ile evvela seni vuracağım. Çünkü gözünün önünde çocukları vurursam dayanamazsın. Evvela seni, sonra çocukları, en sonunda da kendimi vuracağım.” Doktor, “inşallah yetişirler, haber alındığına göre yarı yola gelmişler” diye sözlerini tamamladı. Biz hiç telaş göstermedik, “gelir inşallah doktor, hiç merak etme, Cenabı Hak bizimle beraberdir, ne yapalım, takdir-i ilahi neyse o olsun” dedik. Çok şükür ertesi sabah asker geldi, bütün eşraf evleri, camiler, oteller asker doldu.
Ankara’dan gelen asker, derhal Safranbolu Tepesi’ne hareket etti. Onlar dağın tepesinden aşağı inecekler, bizimkiler de yukarı çıkacak. Tepenin yamacına gelindiği zaman kumandan “bir fedai istiyorum” diyor. Derhal ileri atılan bir teğmen “hazırım kumandanım” deyince, kumandan “peki oğlum, teşekkür ederim” diyor. Kumandan teğmene yapılması gerekenleri şöylece anlatıyor: “Şimdi senin koluna beyaz bir bez bağlayacağız. Düşman bu beyaz bezi görünce kurşun atmaz. Onlara diyeceksin ki, siz de Müslümansınız, biz de, birbirimize tüfek atmayalım, siz isterseniz Kuvvayı Milliye’ye geçin, isterseniz hiçbir şey yapmadan geriye dönün, kan dökülmesin.” Teğmen “emredersiniz” deyip tepeye tırmanmaya başlıyor. Çıkıyor, çıkıyor, zirveye tam 10 metre kala, birinin silahıyla şehit oluyor. Doktor bunları bana naklen anlattı. Bu olaydan sonra Vali Bey ile muhabere ediyoruz. O zaman şimdiki gibi karşı karşıya konuşma yok. Saklanma var, peçe var. Emirlerini bana mektupla, jandarmayla gönderiyor. Mektubunda bana diyor ki: “Size 20 altın gönderiyorum, siz de ilave edin üzerine, 30 mu yaparsınız, 40 mı yaparsınız, çarşıdan bir ipekli mendil alın, içine bu paraları koyup düğümleyin. Filan otele gideceksiniz, emrinize araba verildi. Şehit teğmenin anası babası gelmiş İstanbul’dan. Orada onları Müdafaa-i Hukuk Kadınlar Cemiyeti adına ziyaret edeceksiniz, parayı vereceksiniz. Akşama da Mevlevi Şeyhi ‘ Hilaliahmer: Kızılay.
Amil Çelebi’nin konağında kendilerine yer ayrılmış, 2-3 gece orada kalacaklar. Bu akşam oraya rüesayı memurin davetlidir. Bey de oraya gelecek.” (Saime Ayoğlu bu mektubu aldıktan sonra Amil Çelebi’nin hanımına gidiyor, durumu anlatıyor, İkinci Başkan Zekiye Hanım ile beraber bir ipekli mendil alacaklarını söyler. Amil Çelebi’nin hanımı akşamki ziyafetten haberi olduğunu, misafirlerin odasının hazırlandığını bildirir ve “sen şimdi çarşıya gitme, bizde Mısır’dan gelme bir ipekli mendil var” diyerek 20 altın da kendisi ilave eder, mendili düğümler ve Saime Ayoğlu’na teslim eder.) Mendili aldıktan sonra Zekiye Hanım ile bir araba çevirdik. Birlikte o otele gittiğimizde kapıda bir teğmen (emekli General Setfettin Çalbatur) bizi kimi aradığımızı sordu. Cevap verdik, “efendim bu otelde misafir olarak şehit teğmenin annesi babası kalıyormuş, biz Müdafaa-i Hukuk Kadınlar Cemiyeti’nden geliyoruz, bize müsaade eder misiniz, kendilerini görelim. “Hayhay efendim” diyerek bizi içeri alıyor, kendisi yukarı çıkıp iniyor ve “buyurun sizi götüreyim” diyor. Merdivenlerden çıktık, kapıyı vurduk, odadan içeri girdiğimizde bir hanımcağız, başı bağlı -hani kadınlar başları ağrıyınca başlarını bağlarlar, öyle bağlamış başını-karyolanın üzerinde oturuyor. Sandalyede de kocası oturuyor, yaşlı bir bey. Biz içeri girince ayağa kalktı. Ben hemen söze başladım: “Efendim, biz Müdafaa-i hukuk Kadınlar Cemiyeti üyesiyiz. Size taziyeye geldik. O, yalnız sizin evladınız değil, bütün milletin evladı, hepimizin evladı. İnşallah onun intikamını Türk milleti alacaktır.” Bu sözlerimi şehidin babası, “bu millete benim oğlum feda olsun” cümlesiyle karşıladı. Başörtülü hanım başladı ağlamaya. Aklım fikrim paraları nasıl vereceğimizde, utanıyorum. Şehidin anne ve babasına “bu akşam Amil Çelebilerde ziyafettesiniz, burada kaldığınız müddetçe orada misafir edileceksiniz. Burası ne de olsa bir oteldir, rahatsız olursunuz. Sizi buradan biraz sonra alacağız. Biz aşağı inelim, belki hanımefendi giyinir. Şimdi biz çıkalım” dedim ve çıkarken de karyolanın üzerine, içinde para bulunan düğümlü mendili bıraktım. Biz aşağıda teğmene durumu anlattık, tekrar döndük yukarı. Hanım çarşafını giymişti. Birlikte aşağıya indik. Beyi de orada subaylar aldılar. Biz hanımı aldık koyduk arabaya, getirdik eve. O akşam görülmemiş bir ziyafet verildi. Altın sahanlar içinde yemekler yenildi. Tavşan başı elmalar vardır, meşhurdur Kastamonu’nun. Dallarıyla koparılmış, büyük vazolara konmuş, sanki elmayı dalından koparıp yiyorsunuz, öyle muhteşem bir sofra. Amil Çelebi bize de orada aşağı katta iki oda vermişti. Kapıdan girince hemen sol tarafta iki oda. Birine gelen amerikanları, eşyaları yerleştiriyoruz, diğerini de yazıhane olarak kullanıyoruz. Haftada bir gün nöbetle bekliyoruz. Ev kadını olduğumuz için bir gün ben bekliyorum, bir gün Hafız Hanım. Yani Müdafaa-i Hukuk Kadınlar Cemiyeti üyeleri dünüşümlü olarak bekliyoruz. Amil Çelebi tekkesinde bize verdiği bu iki odayı dayadı döşedi, kalemiyle
hokkasıyla. Kapının üzerinde Müdafaa-i Hukuk Kadınlar Cemiyeti yazılıydı. Gelenler bizi orada buluyorlardı.
-8-
Yetmişlik Bir Nine Görev Almak İçin Direniyor
Köylere gidiyoruz, yün temin etmek için. O da münavabeli oluyordu. Yaylı arabalar var. Onlara biniyoruz. Tabii, o zaman kadın, yalnız başına herhangi bir yere gidemezdi. Jandarma, sağlık memuru, erkek öğretmen veriyorlar yanımıza. Erkekler bir arabada, biz kadınlar başka bir arabada gidiyoruz. En yakın köyden başlıyoruz. Erkek çalamaz köylünün kapısını. En yakın evden başlıyoruz. “Ey nasılsınız, eyi misiniz, biz geldik, biz Müdafaa-i Hukuk Kadınlar Cemiyeti…” Anlatıyoruz maksadımızı, “askere çorap öreceğiz, yün istiyoruz.” “Aaa verelim” diyorlar, “hepimiz, köylümüz kentlimiz birlikte çalışacağız ki askeri giydirelim” diyoruz. İki kilosu olan iki kilo, üç kilosu olan üç kilo veriyor. Kapıdan çıkıp gidiyoruz, arkamızdan bir ses, “dur, buldum” diyor, “çocuğun yatağından da bir kilo çıkardım.” Onu da getiriyor. Köyleri bu şekilde tarama yapıyoruz. Diyoruz ki bunları size dokutacağız, “dokuruz” diyorlar. “Geleceğiz tekrar” diyoruz. Bu şekilde köylerden yün topluyoruz ve topladığımız yünleri dergahtaki odamıza koyuyoruz. Orada amerikan topları vesaire de var. Hemen bütün dükkanlar gönderiyorlar.
Bir gün oturuyordum, kapı çalındı. Bir ihtiyar kadın. Üzerinde eski pırtık siyah bir çarşafı var. Bugünkü gibi hatırımdadır. Saçları kınalı, yarısı erimiş, bağrı açık bir ihtiyar. Dedi ki:
– Hanım, ben işittim ki siz herkese iş veriyormuşsunuz, gavuru memleketten atmak
için. Askere çamaşır örüyormuşsunuz. Bana da iş ver, ben de yapayım.
– Bacım, sen yaşlısın. Sana ne iş verebilirim? Sen namaz kılar mısın?
– Evet.
– Ben senden günde beş vakit dua istiyorum.
– Ben buldum işi.
– Ayol ne iş buldun?
– Kastamonu’da altı hamam var. 35 seneden beri hamam tellağıyım, baş yıkarım. Biz bütün hamam tellalları bir olduk, gavur bastı memleketi bak hanımlar çalışıyorlar, şunu yapıyorlar, bunu yapıyorlar, yün topluyorlar, bu yünler kirlidir, mal sahibi hamamcılardan müsaade aldık. Biz bu kirli yünleri alalım,
götürelim hamama yıkayalım sıcak su ile. Temiz pak getirelim Müdafaa-i Hukuk’a.
– Şimdi oldu, çalışabilirsin.
Tekkedeki bütün yünleri taşıdılar, yıkadılar, kuruttular. Tertemiz, gıcır gıcır getirdiler. Ondan sonra tekrar biz o yünleri aldık arabaya gittik. Yine köylerde kapı kapı dolaşmaya başladık. Her gittiğimiz eve önce hep beni sürerler, kendileri utanıyorlar. Her zamanki gibi başlıyoruz. “Bacım biz geldik, sen kaç kişisin?”, cevaplıyor, “genlim var, ben varım”, “peki 15 günde kaç çorap örersin?”, “6 tane örerim, akrabama da veririm, hepsi eder 8”, yazıyorum bilmem hangi eve, 8 çorap. Sonra, öteki eve gidiyoruz. Ona da veriyoruz. Bu şekilde dağıtıyoruz. Onlara diyoruz ki, “biz buaraya gelmeyeceğiz, muhtarla şuraya yolla. Gelen çorapları Hilaliahmer’e veriyoruz, o da askere yolluyor.
NOT :
Müdafaa-i Hukuk Kadınlar Cemiyeti Genel Genel Sekreteri Saime Ayoğlu ile yapılan röportajda aktarılanlar, Mustafa Baydar tarafından hazırlanan bir yazı dizisi olarak “Kurtuluş Savaşında Türk Kadını” başlığıyla 1972 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanıyor. Yazı dizisinin 2 Temmuz 1972 tarihli son gününde yer alan “Sonuç” bölümü şöyle bitiyor:
“Bu yazı dizimizde Kurtuluş savaşında sadece bir yurt köşesinin kadını ile erkeği ile nasıl bir arı kovanı gibi çalıştığını belirtmeye gayret ettik. Kurtuluş savaşında bütün yurt köşeleri böyle çalışmıştır.
İşte sıradan düşünenlerin bir türlü inanamadıkları Kurtuluş Savaşı’nı zafere ulaştıran en büyük neden, Türk ulusunun birlik ve beraberlik ruhu ile birbirine böyle kenetlenmesidir.
Kurtuluş savaşında Türk kadını, Türklüğün ölüm-kalım mücadelesi içinde idi. Yükü ağır değil “dayanılmaz”dı. Buna rağmen en güç ve en talihsiz koşullar altında bile vatan sınavını yüz akıyla vermiştir.
Bugünün Türk kadınına gelince… onu da büyük görevler beklemektedir: Sanatta, bilimde, teknikte, devrimde Türk kadınının ve Atatürk’ün sesini ve gücünü duyurmak. Fakat hepsinin başında, bunca fedakarlıklar bahasına kazanılmış bu vatanı, gönül rahatlığı ile teslim edebilecekleri evlatlar yetiştirmek. Bütün bunlar, günümüzün ve yarınımızın Türk kadınlarını değerlendirecek yüce ülkülerdir.”
Bu bölümde aktarılanlar Saime Ayoğlu’nun 1972 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan aktarımlarından alınmıştır.
KURTULUŞA, CUMHURİYETE ve SITMA’YA ADANAN YÜREK : Dr. Ferruh Niyazi Ayoğlu’nun Anıları
Dr. Ferruh Niyazi AYOĞLU- Zonguldak 2008
Zonguldak Tabip Odası Yayınları 01-2008
(1) Zafer’den Dönenlerin Türküsü -Kemalettin Kamu
(2)1923-M.Kemal Atatürk
(*) 90. yıl ekimizden