İlk kez…
Yunan Stoacı filozof Epictetus söylemiş iki bin yıl önce…
Sonra…
Brezilyalı yazar, JorgeAmadodaha da rafine ederek günümüze taşımış:
“İnsanın anavatanı, çocukluğudur.”
●●●
Biraz vaktiniz var mı?
Varsa…
Küre’ye bi kez daha gideceğiz…
Çocukluğuma…
Anayurduma…
Hadi o zaman…
●●●
Evet…
Kabuğuna çekilmiştir…
Yaşadığı haksızlıklar karşısında yalnızlaşmıştır…
Tevekkül sessizliği içindedir…
Ama yanıltmasın…
Yasını yüreğine gömmüş insanlar diyarıdır memleketim…
Adıyla bile farklıdır…
Düşünsenize…
Üç bin nüfuslu…
Avuç içi kadar bi yer…
Ama adı Küre!
Maden ocağı deyip geçmeyin…
Görmeyi bilen için…
Kocaman ve sıcacık dünyalar taşır içinde…
●●●
Daha önceki “yolculuğumuz”da paylaştıklarımızı unutmadınız umarım:
“Güzel günlerdi…
Bilinenin aksine…
En taze çaylar sabahçı kahvelerinde içilirdi…
Mütevazı lokantalar, sıcacık“kellepaça”larının bol sarımsaklı kokusuyla vardiya yorgunlarını beklerdi…
Aniden bastıran sis-duman, mevsimler arası seyahat hissine sürüklerdi insanı…
Karlı, soğuk ve uzun süren kış aylarından sonra ne baharın keyfini sürebilirdik adam akıllı, ne yazın…
Birbirinin tekrarına dönüşen günler akıp geçerdi…
Sıkılırdık…”
Böyle söylemiştik ya…
●●●
Gri hayatlarımız…
Düğünlerle renklenirdi sık sık…
Küre; nişanlarla, kınalarla, gelin ve güyo (damat) hamamlarıyla, haklarla şenlenir…
Kadını erkeğiyle…
Yaşlısı genciyle…
Hepimiz yaşadığımızı hissederdik…
●●●
Şimdilerde kafeterya olarak kullanılan eski belediye binasının altında…
Asma katıyla…
Yüksekçe sahnesiyle…
Mütevazı bir sinema salonu nice mutluluğa ev sahipliği yapardı…
Şimdilerde harabeye dönüşmüş olan Etibank Sinema Salonu nöbeti devralmamıştı henüz…
●●●
En renklisi de gelin kınalarıydı…
Unutulması mümkün olmayan kareler,o günkü canlılığıyla hâlâ belleğimde…
●●●
Akrabamızdı aynı zamanda…
Ama hissettirdiği dostluk,akrabalığından da yakındı…
Her daim rahmet ve minnetle andığım Vacide Halam’ın (Uygur) buğulu ses tonuyla, bir“ağlama ritüeli”ne dönüşen gelin kınaları dillere destandı…
“Baban pazara vardı mı
Alın, yeşilin aldı mı
Seni yadlara saldı mı
A gızım kınan al olsun
Vardığın evler şen olsun
Hani bu kızın anası
Elinde mumlar yanası
Daha çok murat alası
A kızım kınan al olsun
Vardığın evler şen olsun…
Ak bakracı susuz koydun
Büyük evi ıssız koydun
Kız ananı kızsız koydun
A kızım kınan al olsun
Vardığın evler şen olsun…”
Göz yaşları sel olurdu desem yeri…
●●●
Kınalar yakıldıktan sonra…
Yine rahmetle andığım kıymetli büyüğümüz Badar Şaziye Teyzemizin (Dinçer) muziplikleriyle dürü faslı başlar, geline verilmek üzere getirilen hediyeler sahnede tek tek toplanırdı…
Bu işin erbabıydı Şaziye Teyze…
Hediyeleri toplarken, veren kişinin geline olan yakınlık derecesini gürül gürül bir ses tonuyla mutlaka vurgulardı:
“Geliniŋ deezesindeeen…”
“Geliniŋ dayısınıŋ gızındaaan…”
Bazen…
Az bulduğu hediyelerin sahiplerine de ulu orta söylenirdi:
“Bu gadacuk mu? Utanmayosuŋuz da…”
Kınaya gelirken ergenliğe adım atmış ya da atmak üzere olan erkek çocuklarını getiren anneler de kurtulamazdı gazabından:
“Bubasını neye götümediŋ? Onu da ala geleydiŋ!”
●●●
Nedendir bilmiyorum…
Pek de kafa yormadım.
Ama ne zaman “topluca” bir işe kalkışılır gibi olsa… Kendimi, çocukluğumun o güzel günlerinde bulurum…
Gelin kınalarıyla…
Dürü fasıllarıyla…
Küre’nin geçmiş zamanları, yüreğimi burkan bir hüzünle, film şeridi gibi geçer gözlerimin önünden…
Bin bir afra tafrayla…
“Pekbi havalı” süren “çalışma”ların sonunda dağ fare doğurduğunda…
Şaziye Teyze’nin sözlerini hatırlarım hep:
“Bu gadacuk mu? Utanmayosuŋuz da!”
Mehmet Yücel