Sekiz yıl önce…
Yine bir seçim arefesinde, 10 Haziran 2011’de yazmışım aşağıdaki satırları…
“UtanıYORUM” üst başlığıyla…
Tam gaz bir seçim sürecini daha yaşıyoruz ya…
Az mı gitmişiz uz mu gitmişiz?
Bi bakın…
Karar sizin…
● ● ●
“Yalancı…”
“Alçak…”
“Şerefsiz…”
“Edepsiz…”
“Kalpazan…”
“Angut…”
● ● ●
Saydıran saydırana…
Seçimler geçip gittikten sonra, aklıselimin utanacağı bir dilin hâkim olduğu, nevi şahsına münhasır bir propaganda dönemi izliyoruz…
Hele şükür ki sonuna geldik.
İnsan düşünmeden edemiyor…
Hadi, çağdaş bir siyaset dili oluşturmadık…
Bari geleneksel kültürümüzden ilham almayı becerebilseydik…
Unuttunuz mu?
Ne derdi eskiden büyüklerimiz:
“Bakacağın surata pislemeyeceksin!”
● ● ●
Birisi kalkıp, “12 Eylül’ün toplumumuza en büyük zararı ne oldu?” diye sorsa, “illiyet bağının ilgası” cevabını alır benden.
İnsanımızın bilinçaltında bir zamanlar az buçuk da olsa bulunan “sebep-sonuç ilişkisinin ortadan kaldırılması”nı kast ediyorum…
Ne oluyor… Neden oluyor…
Ne, nerede, ne zaman, kim tarafından ve kimler yararına yapılıyor…
Kafa yorana aşk olsun…
Varsa yoksa, “seninkiler”, “benimkiler…”
Mesela…
12 Eylül Anayasası’na yüzde 92 evet oyu vermiş olan toplumumuzun, aradan tam otuz yıl geçtikten sonra, “12 Eylülcüler”e deyim yerindeyse “mezarda tutukluluk” diye güya yanıp tutuşması, “illiyet bağının ilgası”ndan başka neyle izah edilebilir ki…
Rıfat Ilgaz, Hababam Sınıfı’nda İnek Şaban’a “sürat-i intikal dakikada yarım santim!” diye takılır.
“Ne alâkası var şimdi” diyeceksiniz…
Var…
Seviyemiz irtifa kaybedince toplumsal dil de ona eşlik ediyor çünkü.
Adorno “kötü para, iyi parayı kovar” diyor ya, kötü söz de iyi sözü kovuyor…
Hem de büyük bir hızla…
Bize, “anlayabildiğimiz” dilden konuşuluyor!
● ● ●
Seviye, propaganda, üslûp demişken siyasete ilişkin çok sevdiğim iki anekdotu anlatayım…
Biri yabancı, biri yerli…
Churchill, Avam Kamarası’nda konuşurken, muhalif partiden bir kadın milletvekili kendisine bağırıyor:
“Eğer karınız olsaydım, kahvenizin içine zehir karıştırırdım.”
Churchill, kadın milletvekilinin bulunduğu tarafa doğru sakince dönüyor ve müstehzi bir ifadeyle şöyle sesleniyor:
“Hanımefendi, eğer siz karım olsaydınız, ben o kahveyi seve seve içerdim!”
…………….
Turan Güneş’e, 70’li yıllarda seçim çalışması yürütürken bir köy kahvesinde kulpu kırık fincanla kahve ikram ediliyor…
İçtikten sonra kahveciyi yanına çağırıp diyor ki:
“Ellerine sağlık… Sen bu kulpu kırık fincanı hemen bizim genel merkezimize gönder…”
Kahveci, “aman efendim ne münasebet, kulpu kırık fincanı gönderip de ne olacak, bize yakışmaz” mealinde bir şeyler söylüyor…
Güneş üsteliyor:
“Gönder sen, gönder… Bizimkiler ona da takacak bir kulp bulur!”
● ● ●
Bir bu örneklerdeki dilin zarafetine bakın, bir de şimdiki siyasetin diline…
Sakın, suçu kampanyaları hazırlayanlara atmayın…
Bizi, bizden iyi tanıyorlar!
Araştırmaydı, anketti derken, algılarımıza en uygun dili kurguluyorlar…
Bundan emin olun.
Ne diyordu Horatius:
“Ne gülüyorsun, anlatılan senin hikáyen!”
Yani…
Kulak ver ve dinle…
Kullanılan senin dilin!
● ● ●
Ama bilirsiniz…
“Kendini dinlemek” pek hayra alâmet değildir.
Daha da çok “hasta” eder insanı!