Son yıllarda köye karşı bir özlem başladı. Çocukluğu köyde geçmiş bizim kuşağınnostaljisini anlamak mümkün.Romantiklik güzel ama köyde yaşamak hiç de kolay değil. Üretim yapmak; tarla, bahçe ekmek, hayvan beslemek gerekir.
Köyler uygarlığın nimetiyle son elli, altmış yıl içinde tanıştı. Yollar yapıldı; elektrikle birlikte televizyon, buzdolabı, çamaşır makinesi gibi modern araçlar evlere girdi. Buna rağmen insanlar köyden ayrılıyor, göç devam ediyor. Köylü üretmediği zaman ülkemiz sıkıntıya düşer.O nedenle köy sorununu çözmeliyiz.
Köye ve köylüye bakışımız hiç değişmedi.Bizim lisenin Edebiyat öğretmeni İsmail Habib Sevük, 1921’de Köylü Ruhu başlıklıbir makale yazmış. Devrekâni köylerinde gördüklerini de anlatıyor, okuyalım:
“Köylü denince benim de herkes gibi gözümün önüne cehalet içinde saf ve basit bir mahlûk geliyordu: Köylünün dini basit, hayatı basit, emelleri basit, her şeyi basitti. Hâlbuki üç sene evvel, üç ay kadar Devrekâni nahiyesinde kontrol memurluğuyla yüzlerce köy gezip köylüleri pek yakından tanıyınca anladım ki, köylü hiç de böyle basit hüviyet değilmiş. Onda akıl da var, durgunluk da; bilgi de var, cehalette de; taassup da var, müsamahakârlık da!
Köylüyü tek yapraklı bir kitap gibi kolay anlaşılır zannedenler aldanıyorlar. Vâkıa o, zâhirensâkin ve mahdut havuzlar gibidir. Öyle bir havuz ki, kıyısındaki yosunlara bakarsan “Ne kadar kirli” diyeceğin gelir. Suyundaki mavi berraklığa bakarsan “Ne kadar saf” dersin. Bazen havuzun dibindeki çakıl taşlarını görünce ne kadar “sathî” diye hüküm verirsin. Bazen de o havuz,umku görülemeyecek derecede koyulaşınca “Ne kadar derin” diye kendini hayretten alamazsın. O havuza yosunlu desen aldanırsın, temiz desen yanılırsın, sathî desen yalandır. Derin desen hakikatten uzak!
Yok, köylü ruhu tek yapraklı bir kitap değil, her halde mürekkep bir halitadır. Ona yalnız bir cepheden bakarsan daima aldandığına emin olabilirsin. Bizdeki idare memurları da, jandarma çavuşları da, zaten hep bundan aldandılar. Köylü, bir angaryaya gitmek için dayak mı yemişti? Zannettiler ki onu kımıldatmak için daima kamçı lazımdır. Köylü, çocuğunu mektebe mi göndermedi? Hemen onun mektep düşmanı olduğunu zannettik.
Kimisi, köylü sesini çıkarmaz, ne istersen yaptırırsın dedi. İstediğini yaptıramayınca köylüye kızdı. Kimisi köylü mutaassıptır, gözüne girmek için ibadet etmeli dedi. Riyâlı ibadetin bir fayda vermediğini görünce, köylüde din râbıtasının gevşediğine hükmetti.
Köylüyü saftır diyen doğru söylüyor. Kurnazdır diyen yalan söylemediği gibi. Köylüye fedakârlık demek hiç de yalan değildir. Köylüyü menfaatini düşünür demenin doğru olmaması gibi.
Mesela bir köylüye “Ilgaz dağı dün gece yerinden üç saat ileri gitmiş desen, sana “ya!” der. Yalan söylüyorsun demez, o kadar saftır! Hâlbuki aynı köylü en ince bir meselede, en kuvvetli delillerine ve en ince mıntıkalarına karşı saf kelimeler altında öyle zeki bir cümlecik söyleyiverir ki sen de bu dirayete hayran olursun.
Yine mesela, işte Devrekâni’nin bir köyünde, zengin bir köy ağasının odası:İçerisi is ve duman dolu. Pencerelere yapıştırılan kâğıtların renginden belli ki, senelerdir bu pencereler açılmamış. Aman bu köylüler ne kadar yaşamasını bilmiyor dersin. İşte yarım saat ileride diğer bir köy ki alelâde bir köylü evindesin; fakat o kadar temizi sofaları ve o kadar zevk ile döşenmiş odaları var ki lisandan gayr-ı ihtiyarı, “Ah bu köylülerin seviyeleri şehirlerden bile yüksek” cümlesi dökülüyor. Yalnız bu iki müşahededen bile kani olursun ki, münferit görüşlerden umumî düsturlar çıkarmak kadar kabahat yoktur!
Yine mesela işte bir nahiye müdürü ki, huzuruna muhtarlardan başka hiçbir köylüyü kabul etmiyor. Sadrazamınkilerden başka mühür görmek istemeyen eski padişahlar gibi, bu da mini mini bir hükümdar taslağı. O biçare dimağa bu hareketin hikmetini sorsan sana “Makamın vakarını muhafaza ediyorum.” cevabını verir. Hâlbuki diğer taraftan ayağı çarıklı, kaba kıyafetli bir köylüye o vakur müdür hakkındaki fikrini sordum: ”Efendim, müdürümüzAdemAleyhisselâm’ınsulbünden değil başka bir yerden gelmiş olmalı!” nüktesiyle mukabele etti. Köylüyü bir şey anlamıyor sananlar, kendi dimağlarının bir şey anlamadığına emin olsunlar.
Yine mesela Hisarcık köyüne vardım: Köyün yanındaki tepede mukaddes bir çam ağacı varmış. Ona adaklar yaparlarmış. Bir gün muhacir ve titiz huylu bir hoca geliyor. Bir gece sabaha kadar uğraşıp çamı kesiyor. Sabahleyin köylüler bu hali görünce baltalar ve tırpanlarla hocaya hücum ediyorlar. Az kalsın zavallıyı öldüreceklermiş. Hoca birkaç el silah atarak ellerinden güç kurtulmuş. Siz bunu işitince “ne taassup, ne taassup” diyeceksiniz değil mi? Hâlbuki ertesi gün hoca, kolunu sallaya sallaya köye geliyor. Köylüler hâlâ hiddetli. Yine tırpan, balta yakalayarak bağırıyorlar:
- Bak, korkmadan da yine buraya geliyor!
- Peki siz, o çama Allah gibi tapıyordunuz. Bir baltada Allah’ınızı deviren bir adamdan siz nasıl korkmuyorsunuz?
Köylüler gülmüşlerdir. İki gün sonra muhacir hocaya, çiftli çubuklu bir de kız bulmuşlar. Hoca şimdi orada rahatça yaşayıp duruyor.
Oh, bizim köylünün en büyüktaassubu gazoz köpüğüne benzer, bir defa kabarır, ondan sonra artık aldırma! Türk ruhu kadar az taassup sahibi bir millet bulunmaz. O ruha nüfuz etmenin yolunu bil, ona en yeni ve en feyizli adımları kolayca attırabilirsin!
Size köylü ruhu için diğer küçük ve canlı bir misal! Köylerde en çok sinirlendiğim bir şey Türk kelimesinin uğradığı muamele idi. Biri bir kabahat yapar,” kusura bakma, Türklük” der.
Diğeri birini azarlar, ”Ulan odun Türk!” hitabında bulunur. Köyün birinde bütün köylüleri etrafıma toplayarak onlara Türklüğün ne olduğunu, milliyetin ehemmiyetini üşenmeyerek uzun uzadıya anlattım. Köylüleri müteessir ettiğime ise kani idim. Bir hafta sonra tekrar o köye geldim. Eski hamam, eski tas!
Anladım ki çok anlatayım derken hiçbir şey anlatmamışım. Nitekim bir köyde, bir köy ağası yine, “Ulan Türk” diye birini azarlıyordu. Sükûnetle ağaya sordum, “Sen nesin?”
Biraz durdu. Tekrar sordum: Rum musun? Hayır! Ermeni misin? Hayır! Arnavut musun, Arap mısın? Hayır, hayır… Öyle ise sen nesin?
Anladım, hem o, hem onu dinleyenler şimdi işi anlamıştı. Ve ben de köylüye milliyetini anlatmanın parolasını bulmuştum: Sen nesin?
Bu kısa cümle çok köyde Türk kelimesini tezyif ve hakaretten kurtardı. Ah bizim köylü icâzete ne kadar meftundur!
Kırbacının ucuyla düşünen bir müdüre sorsan, ” Köylü laf anlamaz” der. Hâlbuki anlatamayan kendisidir. Köylü itiyadından vazgeçmez sanırız. Hâlbuki köylüye karşı itiyadından asla ayrılmayan bizleriz.
Nazarımızda köylü, göreneğin küflü koltuğundan kurtulamayan bir mahlûktur, hâlbukiköylüyü idare edenlerdir ki, görenek haricinde bir usul takibini bilmiyorlar. Köylü ruhu, köylü ruhu….Sen açık bir kitapsın ama ah o kitabı okumayı öğrensen!”
MUSTAFA ESKİ