İnce uzun bir sigaradan ömür çekiyorum şimdi, geriye salıverdiğim dumanın hepsi eski oluyor. Bu kentin yollarını izliyorum, kente adını veren, kendini katan, sokaklarında, hanlarında, çarşılarında, değişmeyen yüzünde, hala kavruk, hala simasında o esmer zanaatların çizgileri olan insanların yollarını izliyorum…
Dar sokaklarında, tek tük kalmış asıl arastadan kalma ahşap kepenkli birkaç dükkânın gölgelerinde, ellerine demirin soğukluğu, gözlerine ise ateşin yakıcılığı düşmüş kalyacılara takılıyor gözlerim. Bakışına kutsal ekmek düşmüş, elbisesine de kalayın parçaları düşmüş emektarları gözlüyor düşüncelerim. Genzi yakan ağır kalay kokusu bir ömür, bir ömür zanaat kokusu, ustalık, bir ömür saygı kokusu ciğere çöküp kalan, ah bir de akşama çekilir anılarla sohbetler olmasa, ne Bakırcılar’da tat kalır ne Kastamonu’da.
Bakırcılar çarşısının birkaç tane kalmış ahşap dükkânlarından birinde, bir kalayhanede bakıra gümüşi bir güzellik katarken kırmızı alevin başında karşılaştım Şerafettin (Şahbazoğlu) Usta ile. Gözlerinden yansıyan alev, bakırın üzerindeki gümüşi kalaya emek olarak düşüyordu yaklaşık 50 yıldır. Koca Bakırcılar çarşısında kalan 3 kalay ustasından biriydi kendisi. 1955 yılında doğmuş, dinlene dinlene okuduğu ilkokulu bitirince asıl ilgisi babasının mesleği olan kalaycılık için Bakırcılar Çarşısına demir atmış…
“Öğrencilik bitmiş, elimizde ne eldiven var, ayağımızda ne pabuç; karın buzun, suların içinde, tükürsen yere düşmeden donacak bir soğuk içinde bu mesleğin bu ateşin yolunu tuttuk” diyor Şerafettin Usta mesleğinin ilk yılları olan çocukluk zamanları için. “Sabah 8 dedin mi işe başlardık. Gece artık 11 mi olur 12 mi, ne zaman iş biterse o zaman çıkardık. Mesleğimiz o zamanlar çok geçerliydi, para kazanılıyor, biri geliyor bir gidiyordu. Resmi dairede çalışandan daha fazla kazanıyorduk. Ama günden güne azaldı işlerimiz, çelik çıktı, alüminyum çıktı ve öldü nerdeyse artık işlerimiz. Bir kalaycı olarak başlamıştım işlerime ve devam ettirdim, bakır öldü dolayısıyla bakır kap, kalaycılık öldü bende sac soba yapmaya başladım. Sonra emayeler çıktı, inşaatlarda yağmur oluğu işi yapmaya başladım” diyerek de dolanbaçsız bir bir hayat aşamalarını anlattı.
Mesleğine baba yanında başladıktan sonra, askere gidene kadar ekmeği çoktan öğrenmiştir bir kere Şerafettin Usta. Askerlik yapılıp geldikten sonra bir süre başka bir işte çalışmak zorunda kalan Şerafettin Usta, mesleğine geri dönmek kararı aldığında günümüzde halen kalayhane olarak kullandığı dükkânını kiralamayı düşünür. Dükkânın asıl sahibi Kastamonu’da herkesçe bilinen Mehmet Fevzi Efendi’dir. Kendisi de bir kalay ustası olan Mehmet Fevzi Efendi’den dükkânı kiralamasını ise şu şekilde anlatıyor Şerafettin Usta: “Mehmet Feyzi Efendi de kalaycıydı 29 yaşına kadar. Askerden dönünce onun dükkânını kiralamak istedim. Evine gittim, kapıyı çalmadan açtı ve içeri buyur etti beni. Dükkân için geldim dediğimde biliyorum evlat neden geldiğini diyerek cevap verdi bana ve devam etti vereceğim sana dükkânı dedi. Ardından da, bu meslek sürdükçe sana dokunan da olmaz, bir şey diyen de, sürdürün sürdürebildiğiniz kadar dedi. Ve o gün bugündür onun kiracısı olarak devam ederim.”
Hiç çarşının eski halini bir başka yaşayanı, soluklayanı olarak sormadan önce Şerafettin Usta’ya, mesleğinin, aşamalarını inceliklerini, soruyorum, kalaycılığı soruyorum yani önce? şunları söylüyor:
“Bir kere mesleğimiz pirli sanattır elbet, Hz. Pir’in ilerisinde Gümüşlüce’de yer alan oluğun yanında yatıyor pirimiz. Şimdi pek bileni kalmadı ama olsun…bilenleri de artık evden çıkmaz oldu! Şimdi üç kişi kaldık kalaycılık yapan ama benim gençliğimde 30 dükkân yani 30 usta vardı bu işi yapan. Ve bu 30 kişi yanında 4’er 5’er kalfa çırak. Ama herkese iş vardı, herkesin karnı doyardı o zamanlar. Bizim işimiz çok incedir. Berberliği bilir herkes ince diye. Ama onda elinize aynayı aldığınızda sadece önünü görürsünüz işin. Bizde öyle mi? Yaptığınız işin önü, arkası, içi dışı her yeri düzgün, ince olmalı. Ve yaptığınız işiniz gibi ustalığınız da, usta olma yolunuzda ince olmalı…”
– Ustam nedir size bu inceliği kazandıran, öğrenme süreciniz nedir yani?
– “Mesleğimizi öğrenmesi bizde temizlik ile başlar. Sabah saat 6-6.30 olmuştur ve kalk diye seslenir size evdekiler. Yaz olsun kış olsun su taşımaya gidersiniz. Çünkü ilk olarak kalayı kumla, suyla yıkayacaksınız. Önce kalayı kumla bir yıkarsın tamamen temiz olması için. Kol, bilek aynı bir kabı kalaylıyor gibi ocakta, kumun içinde de kalayı aynı şekilde hareket ettirerek yıkar temizlersiniz. Sonra yavaştan küçük yağ kapları, sahanlar gelir önünüze kalaylamak için. Tavı öğrenmeye başlarsınız. Tabii öğrenen kadar tavı geçirirsiniz kap bir türlü kalay tutmaz. Ustanız bunu görür, onların gözünden asla bir şey kaçmaz! Biz elimizde kap tuttuğumuz maşaya kısaç deriz. Demir, ağır bir kısaç, usta bunu eline alır siz ocakta bir şeyler yapmaya çalışırken hala habersiz, usta yanlışınız yüzünüzden bileğinize indirir.
Kış günü, cam yok çerçeve yok, eliniz zaten tutmaz olmuş, birde usta vurunca bileğinize o koca demiri öğrenme işte orada başlar. Sonraki aşamada, geliştikçe, soba leğenine dayanır iş, yoğurt bakracı, el bakracı, ıbrık, sürahi, naş(ra)ba, bunları kalayladığın zaman el yıkama kabı atidin deriz, döner kebaplarının altındaki tavalar, eğer bunları kalaylarsan usta olmuşundur. En zoru ise soba leğenidir. Ve tüm bunları yaparken işin kolayını çözmedinse, ocağın başında adamı ağlatır bu kalay.”
– Peki Ustam senin geçtiğin bu ustalık yollarında bu çarşı nasıl bir yerdi? Nasıl bir yaşam vardı burada, esnaflar arasında…?
– “Çok güzel, çok sıcak çok sıkı bir yerdi bu çarşı. Gün boyu işinin başında duran utsalar, akşam üzeri işlerini bırakırlardı. Zaten bizim işimiz, tozlu dumanlı bir iş. 3-5 saatten fazla çalışılmaz. Asit, kömür keser çalışanı. O nedenle asıl işi yapan ustalar erken bırakırlardı işi, bir kahveye gider, oyun oynar laflarlar, daha sonra da dükkânlarına geri dönerlerdi. Akşamları her dükkânda bir mangal mutlaka yanardı, muhabbet ortamı işte orada başlardı. Çıraklar, kalfalarda pek etraftan ayrılmazlardı.
Çarşıda yani Bakırcılar içinde bakırcılar, kalaycılar ve demirciler vardı sadece. Belediye caddesinde kunduracılar vardı. Arkada Abdülhak Hamit okulundan Kale Kapısına kadar da arabacılar, tamircileri ve başka iş kolları da vardı.”
– Çarşı içinde esnafın birlikteliği nasıldı peki?
– “Bizim işimizde herkes sıfırdan başlar. Yani yokluktan gelirsin yine yokluğa gidersin. Evet, zamanında kazanılırdı, karın doyardı. Ama bu işlerde en çok bir evin bir dükkânın olur en fazlasından. Kimi ustalar olur yokluk içinde ölürlerdi yani. İşte o zaman hangi esnaf kolundan olursa olsun cenazesini kaldırmak için bir olunurdu. Misal çarşıdan biri vefat mı etti. Sokağın başına geçer biri “OCAK ÇEK” diye bağırırdı. Ocak çek dendi mi hiç kimse elini işe sürmezdi gün boyu. Bu bir saygıydı. Tüm çarşı 7’den 70’e cenazeyi kaldırır ve çarşıya tekrar geri döner, ama elini işe asla sürmezlerdi. Şimdi çarşı esnafı gecelere kadar, hafta sonraları da hep çalışırdı. Yani dur durağı yoktu. Onun için bazen espri konusu bile olurdu bu durum, birisi vefat etse de dinlensek diye…
– Bu durum vefat edene bir saygı yani?
– “Elbette ki, bugün bana yarın sana. Ama şimdi bu saygı geleneği de kalmadı ya. Esnafı kalmadı neredeyse çarşının geleneği mi kalsın değil mi!
Peki bayramlarda çarşı nasıldı?
– “Bayramlarda herkes birinci günü evinde geçirirdi. Ama ikinci gün çarşıda buluşulur tüm çarşı çalışanları birlikte yani. Bayramlaşılır ve bir yerlerde toparlanılır sonra.”
– Eskinin ustalarına saygı, hürmet nasıldı peki?
– “Ustalara çok fazla saygı vardı. Onlar bir boşlukta oturdu mu bir kahvehaneye, ancak emsali olan otururdu yanı. Bizler şöyle dursun, kapı arkasında sinmiş ağzımızı açmaksızın dinlerdik onları ancak. Onlar zanaatı konuşurlardı, hayatı, zorlukları ve nasıl aşılması gerektiğini anlatırlardı. Her kelimelerinde öğrenecek bir şey vardı yani, şimdiki nesillerin konuştuğun gibi çoğu kez suya sabuna dokunmayan sözlerden oluşmazdı onların konuştukları.”
– Çarşıdan mesleğinize dönelim yeniden. Mesleğinizin yakın dönemde geçtiği yollar nasıldı? Bakırınız, kalayınız nerden gelirdi mesela?
– “Burada Küre’den çıkan madenler Rusya’ya işlenmek için giderdi. Bakır cevheri geri döner, biz Samsun, İstanbul gibi yerlerden de külçeden saca dönüşmüş halini alırdık.
Sac olmadan daha önceleri bakırcılar, kalaycılar nasıl ulaşırlarmış bu maddeye?
Eskiden, yani daha öncesinde külçeler halindeydi bakır. Burada Yakupağa’nın içinde potalar vardı, demirciler, bakırcılar vardı. Çarşıdan esnaf oraya gider ve ihtiyacı kadar bakır kestirirdi. Orada ustalar vardı. Ustaların bir tanesi külçeyi tutar, üç tanesi de bakır külçesini döverek sac haline getirilerdi. İşin sonrası çarşı ustasınındı.”
– Bu dedikleriniz ne zaman oluyor peki?
– “1950’lere kadar böyleydi. Sonradan süre gelen bakır bulamama krizlerinden biri daha yaşandı. 1960’lara girilirken devlet eli ile dağıtıldı bakır. İşte o zaman Ahmet Ekşin diye hala sağ bir ağabeyimiz bir esnaf odası gibi çalıştı ve herkese ihtiyacı kadar malzemenin eşit dağıtılmasını sağladı. Zaten ondan sonra da bakır bollaştı.”
– Peki, ustam binlerce yıldır işlenen bir Küre Madenleri var. Bu zanaatlarda kent kadar eski. Neden bu işlerde burası endüstri haline gelmemiş?
– “Maden konusunda ve teknoloji konusunda geleneklerin ötesine geçememiş pek. Az önce de söyledim, sıfırdan, karın tokluğu ekmek parası için başlanmış hep bu işe. Atadan yok, elde yok avuçta yok. Bu adam karnını doyurmanın ötesinde pek de bir şey düşünememiş. Devlet de çok desteklememiş.”
– Şerafettin Usta, bakır, kalay ve yeni teknolojilerle sağlık ilişkisi nasıl?
– “Bak ayrımı, sağlık çizgisi şu eski ile yeni arasında. Paslanmaz çelikten bir parça kopsa, sırçalı kaplardan parça kopsa, bunları yutsan misal vücut eritemez bunları ve birçok hastalığa neden olur. Ama bakır, kalay ise sağlıklıdır her zaman. Yeni bir alüminyum kabı alın, temiz görünür ama bir elinizi ıslatıp sürün bakalım parmağınıza çıkan siyah renge, işte bu zehirdir. En azından alanlara tavsiyem en az 1 saat süt ile kaynatsınlar ki, oksidi, zehri alınsın alacak sonra kullanılabilsin. Bakır kullanan varsa eğer, ocak kaplarında en azından 3 ayda bir diğer kaplarda da 1 yılda bir kalaylatmaları gerekir.”
– Peki, günümüzde bakırcılık ve kalay nasıl Şerafettin Usta?
– “Çelik, emaye, alüminyum hepsi ucuz. İki iki işleme gerek yok. Misal biri kalaya getiriyor kaplarını, fiyatı beğenmiyor. Ben diyor satsam bunu kalayından daha çok para getirir diyor. Haklı ama düşünmedikleri kalayı, ateşi, emeği, bizde bunlardan dolayı belirli bir fiyatı istiyoruz. İşte bunlardan dolayı artık mesleğimiz düşüyor.
Ben gezici kalaycılık yapan o esmer vatandaşlarımızı sormak istiyorum. Bunlar mesleğinizin neresinde?
Bu insanlar mesleğin kaptı kaçtı tarafındılar açıkçası. Biz saf kalay kullanırız, ama onlarda yarısı kalay ise yarısı da kurşundur. Kurşun ise özellikle fazlası çocuklar için tehlikeli olabilir. Bu nedenle bize oranla onlar daha ucuz yaparlar. Ama insanların buna kanmaması gerek
Bakırda da en zoru kalaylananlar gibi aynılarıdır. ”
-Şerafettin Ustam, Kastamonu’da turizm geliştirilmeye çalışılıyor. Bu çarşıya da biraz makyaj yapılsa, ustalar burada toplansa, otantik bir hava yaratılsa ve çevresindeki birçok tarihi eserle birlikte meslekler sergilenip, kentin turizm odaklarından biri olsa nasıl olur?
– Bu bahsettiğinize Turhan Topçuoğlu ilk geldiğinde bir öneri olarak sunmuştu çarşıya. Düşük ve vadelendirilmiş ücret karşılığında bu çarşı yeniden düzenlenecek, altına da otopark yapılacaktı. Ama buradaki esnafın bir kısmı bu öneriyi nedense kabul etmediler. Ama buralara bir çeki düzen verilse daha iyi olur elbette. Bu memleket pek de zoru yaşamayınca bir şey kabul etmiyor. Bu çarşı kent kadar eski aslında. Yeri değişmemiş ama birçok kez yangınlar geçirdiğinden dolayı şekli sık sık değişmiş. Şimdi burada bir temel açmaya kalksanız, kat kat kiremit kırıkları çıkar. Mahsen işlikleri varmış buranın eskiden, ama sonradan dolmuş ve kapanmışlar.”
– Belediye taşınınca neler olabilir diye düşünüyorsunuz?
– Buralar bitecek, çarşıda günden güne azalan tatlar bitecek, başka ne diyeyim. Esnaflığımız bitmek üzere zaten, başka ne düşüneyim ki!
“Bitecek” diyor son sözünde Şerafettin Usta, “Bu yeryüzü kadar eski meslek, bu kent kadar eski çarşı bitecek diyor. Bitmek belki değişmektir, değişmek belki yeni bir şeylerin olması. Hem usta konuşmasının bir yerinde “Eskiden çekiç vardı, tüm şekil bununla verildi, tın tın tın, tak tak tak, vura vura, sonra kalıplar çıktı”. demişti. Çekiç bitmişti belki, kalıba değişmişti yani ama olsun binlerce yıldır olan bu zanaatın, yüzyıllarca varolan bu çarşının bitmesi değişmek değildi Şerafettin Ustanın söylediği gibi, bitmekti artık…
Evet, toprak ananın bağrından ekmek diye, alın teri diye toprak toprak, cevher cevher aldığın, elediğin, sızdırdığın, maden yaptığın, bakır yaptığın, kalay yaptığın, bileğinde çevirdiğin, şekil verdiğin, gümüşler verdiğin parıltılar yine hayat işte. Adın anılsın hep hayat, Bakırcıların içinde, kalaycının ateşinde, kalaycının bileğinde, kalaycının gümüşünde adın anılsın…
(*) 2006 yazısı
.
MURAT KARASALİHOĞLU