Mevlana’nın meşhur fil hikayesini bilirsiniz. Karanlık bir yere kapatılan file dokunan her insan fili kendine göre tarif eder. Aslında fil bir bütündür, ama herkes kendi dokunduğu, kendi anladığı kadarıyla fili tarif eder. Bu fil metaforu bize ‘gerçek’i anlatır. Bütün düşünce ve inanç sistemleri hakikati kendi görebildikleri kadarıyla betimlerler, tek bir gerçeğii farklı noktalardan görürler. Ama ilginçtir, hakikati arayan bütün insanların bu yolda üzerinde birleştikleri bir kabul vardır: Şimdide yaşa. Bu kabul en eski Hint yazıtlarından en yeni felsefi düşünce sistemlerine kadar adeta insanoğlunun kolektif bilinçaltına kazınmıştır. Kendini bilen insan şimdide yaşar. Geçmişin hayaletleri onu rahatsız edemez, geleceğin belirsizliğini düşündüğünde ise midesine kramplar girmez. Elbette bunun anlamı dünyevi zevklerle gününü gün etmek veya geçmiş ve geleceğe umursamazlıkla bakmak demek değildir. Ömer Hayyam’ın da dediği gibi, şu durmadan kurulup dağılan evrende her an var olabilmektir. Her ânının kıymetini bilen insan ne geçmişin acılarıyla üzülecek ne de geleceğin getirecekleriyle sevinecektir. Evreni tanımak için yola çıkan kişiye geçirdiği her an bir şey öğretecek ve kişi sonu olmayan bu yolda kendini tanıyarak amacına ulaşacaktır. Herakleitos’un aynı ırmakta iki kere yıkanamamasının sebebi onun da, ırmağın da sürekli bir değişim içinde yaşamalarıdır. Herakleitos için de, ırmak için de geçmiş veya gelecek yoktur, sadece sonsuz bir şimdi vardır.
Eco’nun “Önceki Günün Adası” isimli eserinde karakterler 180’inci meridyeni geçtiklerinde bugünden düne geçeceklerini düşünürler. 180’inci meridyenin bir tarafı bugünü yaşarken diğer tarafı dünü yaşar; meridyeni geçince dakika farkı yerine gün farkı olacağını düşünürler. Elbette bu bir roman, ama yine de ortaçağ bilim adamlarının zaman anlayışlarını yansıtması bakımından ilginç. Yine bilim-kurgu eserlerde birçok kez zaman makinesi işlenir. İnsanlar geçmişe veya geleceğe gitmek için hayal güçlerinin sınırlarını zorlarlar. Paralel evrenler ile ilgili teoriler ise zamanı yatay olarak değil dikey olarak böler. Sayısız paralel evrende sayısız varlıklarımız sayısız kere farklı seçimlerimizi tekrarlar, aynı anda. Nihayet Einstein zamanın eğilip bükülebilen bir kavram olduğunu kanıtlar, ki bu da neden ilgilenmediğimiz bir dersteyken saatin pilinin bittiğini bize açıklar. Zaman kavramı insanların akıllarını sürekli kurcalar. Tarih yazıyla, uygarlık saatle başlar. Tarım, takvimin geliştirilmesi ile düzen ve süreklilik kazanır ve böylece insanın uzay çağına kadar giden yolculuğu başlar. Yeni ihtiyaçlar zamanı farklı metotlarla ölçmeyi zorunlu kılar (zaman objektif olarak ölçülebilen bir şey midir?). Önemli dini olaylar aynı zamanda o dinin mensupları için tarihin de başlangıcını oluşturur, İsa’nın doğumu gibi. Zamanın saatlere, günlere, yıllara bölünmesi ile toplumda etkin bir işbölümü meydana gelir. Bu işbölümü neticesinde ekonomi gelişir ve insanlar vergi memurlarının kapılarına dayanmasına ne kadar süre kaldığını bilirler. Bütün bunlar olurken bilim adamları, filozoflar, edebiyatçılar, araştırmacılar ise zamanı objektif bir şekilde tanımlamaya çalışırlar. Fil hikayesinde olduğu gibi herkes zamanı eline geldiği yere göre tanımlar ve parçayı bütün sanır.
Zamanı soyut bir kavram olarak tanımlamak yerine maddi aleme etki ettiği şekilde tanımlamak sanırım bizler için daha kolay olur. Mesela bir süre yurtdışında yaşamış bir gezgini ele alalım. Gezgin uzun süre yeryüzünde dolaşmış, çok yer görmüş, çok okumuş, çok öğrenmiş, kısacası çok yaşamıştır. Gezginimiz daha sonra evine döndüğünde (bir gezginin evi olur mu?) değişmiş olduğunu fark etmiş. Hem fizyolojik olarak hem de psikolojik olarak gelişmiş, olgunlaşmış, yolculuğu sırasında pişmiş. Ama ne kadar değişse de özü yine aynı, o yine kendisi. Belki bütün hayatını yeni baştan kurmuş, ama kendinden kaçamamış. İşte bu gezgin metaforu bence zamanın tanımıdır. Değişen evrenin içinde değişmeden kalan madde, değişen ruhun içinde değişmeden kalan cevher, değişen hayatın içinde aynı kalan insanlık halleri. İnsanoğlunun evrimi sırasında ne kadar çok değiştiği biyolog ve antropologların verileriyle aşikar, ama buzdolabımızı açtığımızda beynimiz hâlâ kendisini Afrika savanlarında yarı aç-yarı tok dolaşan bir avcı toplayıcı zannediyor. Zaman da işte böyle, hem değişimden hem de değişmezlikten sorumlu. Her 365 günde 1 sene değiştiriyoruz, ama her sene aynı dakikaları yaşıyoruz. Herakleitos’un “Aynı ırmakta iki kere yıkanılmaz” sözü İncil’in “Güneşin altında yeni bir şey yok” demesiyle tamamlanıyor.
Diyalektik, bir düşünme metodudur. Bu metoda göre elimizdeki bir tezi antitezi ile yüzleştiririz ve bunun sonucunda ortaya bir sentez çıkar. Diyalektik sadece bir düşünme metodudur ve her konu için elverişli değildir. Ama diyalektiği zaman için kullanırsak tezimiz zamanın değişkenliği olur, antitezimiz ise zamanın değişkenliğinin içinde değişmeden kalan özü. Böylece tezimiz, yani zamanın değişkenliği geleceği simgeler; antitezimiz, yani değişimin içinde değişmeden kalan öz geçmişi simgelerken. Sonuç olarak ise değişimin ve değişmezliğin paradoksuna varırız, geçmiş ile geleceğin kesiştiği yegane noktaya, yani şimdiye. “Şimdi” de bizim sentezimiz olur. Zaman, ancak ‘şimdi’de bir anlam ifade eder, ancak ‘şimdi’de kendisini bulur. Artık geçmiş ve gelecek ‘şimdi’de erimiştir ve zaman namına elimizde yaşadığımız andan başka bir şey kalmamıştır. Elbette geçmiş ve gelecek denen kavramları yadsımıyoruz, ama ne geçmiş ne de gelecek ‘şimdi’nin haricinde puslu bir hayalden başka bir anlam ifade eder.
ÖZENÇ AFACAN