Yüzyıllardır, memleketimiz Kastamonu’nun bir asker ocağı olduğunu ile gurur duyarız. Velhasıl atalarımızın kanları ile zapt edip yurt yaptığı topraklarımızı her daim vatan sathında korumayı yine kan borcu olarak görmüşüz. Beyliklerle başlayan süreçte Milli Mücadele’ye kadar her cephenin ayrılmaz parçası Kastamonulu kahramanlar olmuştur. Ancak memleket evlatlarının bu kutsal görevi Cumhuriyetin kuruluşu ile bitmemiş, önce 1950’lerin başlarında Kore Savaşı ardından da 1970’li yıllarda Kıbrıs Çıkartması ile devam etmiş, şimdi de terör örgütüne karşı yürütülen mücadele ön planda olmaya devam etmiştir.
Türk Devleti ve Ordusu, milletiyle birlikte her ne kadar savaşçı olarak anılsa da tarih boyunca, aslında barışı korumak ve tesis etmek için bu savaşları vermiştir. İşte bu anlayış geniş çaplı bir harekât olarak en son 45 yıl önce tezahür etmişti. 20 Temmuz 1974 yılında, Türk Ordusu Kıbrıs’taki hem Türk hem de Rum vatandaşların barış ve huzur ihtiyacı için adaya çıkmış, kısa süreli harekâtlarla barışı adaya getirmiştir.
Her ne kadar kısa süreli harekât desem de savaş her zaman cehennemin yeryüzündeki yansıması olarak dünyanın en zor, kötü ve katlanılması güç durumudur. İşte bu savaşın, adaya barışı getirecek harekâtın canlı tanıkları olarak hemşehrilerimiz de bulunmaktaydı. İşte bizde ordumuza ve devletimize şanlı bir sayfa daha ekleyen bu harekâtın 45’nci yıl dönümünde Kıbrıs Gazilerimizin birkaçı ile yan yana gelerek o günleri hatırlamak ama asıl olarak da hatırlatmak istedik…
***
Resmi kayıtlara göre Kıbrıs Savaşına aktif olarak katılan Kastamonululardan 500 kişisi Muharip Gazimiz bulunmakta. Bu gazilerimiz, 2012 yılında kurulan Kastamonu Muharip Gaziler Derneği çatısı birleşmişler. Derneğin başında 96 yaşındaki Emekli Hâkim Albay Ali Cesuroğlu bulunmakta. Ancak kendisi zamanının bir kısmını İstanbul’da geçirdiğinden ikinci başkan olarak Hüseyin Mahmutoğlu Kastamonu’daki faaliyetleri Ali Albay’ın yokluğunda sürdürmekte.
Dernek üyelerinden Mehmet Kahyaroğlu, Ahmet Sipahoğlu ve Hüseyin Mahmutoğlu 20 Temmuz Harekâtına katılan ve çatışmaları en şiddetli şekilde yaşayanlar olarak, vatana sevgi, bağlılık, kutsallık ve hizmeti onların gözünden anlamak istedik.
***
18 yaşında iken yaşını yükselterek savaşa giren bir genç imiş Mehmet Kahyaroğlu. Yani delikanlılık yıllarına gazilik unvanını edinmiş nadir insanlardan biri olarak Kastamonu sokaklarını adımlıyor hala.
Adana 6. Kolordu’da Harekât Kumandanı Nurettin Ersin komutasında Muhafız Bölüğü olarak tüm ordunun güvenliğinden sorumlu olarak, 20 Temmuz sabahı Diyanet İşleri Başkanı Lütfü Doğan’ın Mersin Limanında yaptığı dua ile yola çıkmıştır Mehmet Kahyaroğlu. Bundan sonrasını kendisinin anlatımıyla okuyoruz.
“O dönem de ülke bandralı askeri olmayan birçok gemi ordu hizmetine girdiği için bir ticaret gemisi (Koçtur Gemisi) ile yola çıktık. Bizden önce uçaklarımız sahil şeridini iyice dövmüştü ve biz sabah saat 8.30 gibi kıyıya vardık. Ben aynı zamanda şofördüm. Aracımda 2,5 ton mühimmat ve 25 asker ile Rum kuvvetleri kontrolündeki Girne sahiline çıktık. Ortalık çok vahimdi…
Karaya ayak bastık ve her taraf Rum askerlerinin ölüleri ile doluydu… Savaşın kan ve yanık kokulu ortamı, etrafa dağılmış cesetler ve kaçışan insanlar, hiç göremediğimiz cephaneler derken ne olduğunu bile anlamadan savaşın tam göbeğine girmiş olduk. Ama bu şaşkınlık içinde uçaklarımızın kazandığı başarı, Rum askerlerinim tarumar edilmiş siperlerini görünce cesaretimiz artmıştı…
NikosSamson’un darbesi sonrasında Adada yıllardır süren zulüm havası iyice zulüme dönüşmüştü. Yunanistan destekli bu politikalarla 1953’den başlayan süreçte işte buraya gelinmişti. Ortalıkta düşmanlık atmosferi vardı ama biz şunu biliyorduk: Orada yaratılmış düşmanca ortamda biz sadece Türklere değil Rum vatandaşlara da barışı getiriyorduk. Yani görülenler karşısında cesaretimiz kadar haklılığımızda bize güç veriyordu.”
***
Hüseyin Mahmutoğlu gazimiz ise 1953 doğumlu olup neredeyse tezkereci iken yani askerliğinin bitimine yakın gidip Ada’da 3 ay 20 gün kadar kalmış. Hüseyin Bey, paraşüt birliğinde olduğu için Kıbrıs Harekâtında karaya ilk ayak basan askerlerimizden. Yani ateşin koruna atılan neferlerimizden…
“Paraşüt birliğindeydim, 20 Temmuz sabahı Erkenek Havaalanından kalkıp indirme yaptık. Vurulmamak için alçak atlayış yapıp en fazla 15 saniye havada kaldık ve sabahın ilk ışıklarında önce savaş uçaklarımızın birkaç dakika önce vurduğu sahile indik. Ve Beşparmak Dağları’na doğru hücuma kalkıştık. O sırada gemilerle ordumuzun diğer kalanları belirlenenden daha önce çıkarma yapıncabir de üzerine düşman ateşi yoğun bir şekilde yağmaya başladığı için bir süre karmaşa yaşandı. Çünkü çıkartma yapan askerlerimiz çoktan Beşparmak Dağları’na ulaşmışlardı.
20 Temmuz sabahı başlayan harekâtımız22 Temmuz akşamı ateşkes ilan ile son bulmuştu. Yani aslında 1 aylık operasyon 2 günde halledilmişti. Hem de Rum Ordusu’nun çok önemli yerleri tutmasına aynı zamanda yaklaşık 10 yıldır hazırlık yapmasına karşın.
Ateşkesin sabahında bizi Barış Gücü Kuvvetleri yeni kontrol bölgelerimize yerleştirdiler. Ateşkes olmasına rağmen Rumlardan yoğun hava atışı başladı o anda. İlk önce bir Astsubayın beline mermi düştü… Yanımdaki arkadaşın koluna şarapnel geldi ve kanların sıçradığı sırada baktım ki arkadaşımın kolu yok… Etrafım yaralı ve ölülerle dolmuştu… O anda ne yapacağımı şaşırmış hala Kayseri’de havaalanında doldurduğum mataramdan bir yudum su içeyim demiştim. Çok yoğun ateş, muazzam bir ses ve benim de üzerime gelen bir havanı gördüm… O anda içimden “Yer yarıl, al beni içine…” diyorsun… Havan mermisi çok yakınıma düşüp yanımdaki ağaçları devirmişti üstüme.
Sonra toparlandık ateşin yapıldığı köyü çevirmeye gittik. Köyü ele geçirdik sonra da ev içi arama faaliyetlerimiz başladı. Tam o sırada bir yöne bakarken arkamda bir ateş sesi duydum, bir askerimiz arkamdaki iki kişiyi ki sivillerdi vurmuştu. O zaman için sivil öldürdü diye kızmıştım ama o arkadaşla 35 sene sonra karşılaştığımızda o sivillerin bana nişan aldıklarını o nedenle ateş etmek zorunda kaldığını söylemişti. Keza bu arkadaş ismi Şaban, o günlerde ağır yaralanmış ve Gata’da 6 ay ağır halde tedavi görmüştü. Neyse ev tarama faaliyetinde bir eve tek kontrol etmek zorunda kalmıştım. Kapıyı iteledim baktım arkadan kapı zorlanıyor. Arkaya dolaştım bir de baktım ki yatak altından 2 namlu görünüyor. O esnada içeriye el bombası attım yatak altındaki askerler ölürken, hemen kapıya dolaştım diğer 2 kişi ile karşılaştım ve onların saldırmasına mahal vermeden onları da etkisiz hale getirdim. Ama çok feci bir durum idi. Yaşadığım sahne beni çok etkilemişti. Tabi köyde bu sırada sivil halk da hemen dağlara kaçmıştı…”
***
1954 doğumlu gazimiz Ahmet Sipahioğlu ile hem şoför hem mayın uzmanı olarak istihkâm bölüğü ile harekâta ilk katılanlardan olup bambaşka olayların, savaşın acımasız yüzünün tanıklığını günümüze taşımış.
“1974’de Adana Orduevi’nde, 6. İstihkâm Tabur’unda 12 aylık askerdir. Sivil ehliyetim olduğundan bir gün görev emri geldi. Buradan ana birliğimiz olan Mersin’e geldik. Bölüğün en büyük arabası olarak on tekerli REO ile göreve çıktım. Ertuğrul Paşa adlı bir gemiye, 13 birlik tüm teçhizatıyla (asker, tank, buldozer vb.) binmiştik. Bu arada savaşa dâhil olan ilk istihkam birliği idik. Sahile geldiğimizde (Günümüzdeki Karaoğlu Şehitliği) bombalar altında feribotlarla geminin insan ve mühimmat malzemesini indirmiştik.
Bize ilk verilen emir “asla esir düşmememizdi…”ve emrin devamında eğer böyle durumla karşılaşırsak “kendimizi öldürmemizdi…”
Bu emir ilgimi çok çekmişti ve ilk başta anlam verememiştim…
Savaşa daha kıyıya çıkmadan dâhil olmuştuk. Bu arada bize başka bir emir olarak da“asla parola yok, atış serbest” şeklinde verilmişti. İlk gece siper bile kazamadan mevzilendik. O gece elbette uyku yok ve sabahlara kadar yağmur gibi mermi yağıyor. Sabah oldu, hava aydınlandı baktım kollarımdan kan sızıyor. Önce yaralandım mı dedim sonra siperlendiğimiz yerin taşlarınınvücudumuzu parçaladığını anladım.
Neyse o gün için yerimizi koruduk ve başka bir tarafa intikal etmedik. Birliğimiz başladı siper kazmaya. Ben ise şoför olduğumdan önce aracımı gizlemeye ve koruma altına çalışmaktan dolayı siper dahi kazamadım yine. Günümüzdeki Critos Otel’in bulunduğu yer bu bahsettiğim mevki. Bu arada gece olduğunda yine “ateş serbest” emri verilmişti. İkinci gece pozisyonumuzu korurken benim olduğum tarafta, denizden büyükçe bir şey bana gelmeye başladı. Ben de emir gereği bastığım tetiğe… Hava aydınlandı, Baktık ateş ettiğim şey bir eşekmiş…
Çünkü kesin bir emir vardı ve komutanlarımız bize düşmanın mevzilerimize sızma tekniklerinden bahsetmişti. O karaltı kamufle olmuş bir düşman da olabilirdi…
3’ncü gece olmuş biz hala aynı yerimizi koruyorduk. Neyseki bu sefer kendime siper kazmış ve mevziimi oluşturmuştum. İyi ki de yapmışım… Çünkü karanlık çökünce düşman ateşinden hava aydınlanacak kadar yoğun bir baskı altına alınmıştık. Düşman mevzileri de çok yakınımızda… Öyle yoğun bir ateş ki başımızı kaldırmak namümkün. Ben toprağa öyle bir gömülmüşüm ki, sırt üstü yattığım yerden mermilerin ateşlerini seyrederken 3 günün yorgunluğu ardında uyuya kalmıştım. Sabah uyandığımızda gördüğümüz manzara hepimizi şaşırtmış, ateşin yoğunluğunu bir kez daha bize göstermişti… Çünkü tüm yüzey iz iz olmuş, sanırsınız toprağı çift sürmüşler…”
***
Ahmet Sipahioğlu gazimizin, bu ilk harekâta dair son sözleri gözyaşları ve hıçkırıklar içinde söylendi. Diğer gazilerimiz de olduğu gibi gözlerde ve sözler de sonsuz bir gurur hakim olsa da tümünde savaşın tüm iğrenç yüzünün verdiği acı anılardan dolayı aslında sözlere sık sık yutkunmalar da karışıyordu…
“Sabah olduğunda ise gördüğüm bir manzara ile bize neden “esir olmayın emrini” anlamış oldum.
3 muhabereciaskerimiz ki onlar da yakın arkadaşlarım idi, esir düşmüşler ve sonrasında direklere asmışlardı…
Onları görünce inanın, her şey bitmişti…
Askerlerimiz asla insana yakışmayacak bir görüntü içindeydi… Parmakları kesilmiş, kulakları kesilmiş, burunlarını kesilmiş, cinsel uzuvları kesilmiş, bağrından boğazlarına kadar derilerini yüzmüşler ve o şekilde de direklere asmışlardı…
Hala gözlerimin önündedir”
***
Mehmet Kahyaroğlu gazimiz, anılarını şu çarpıcı sözlerle sürdürüyor…
“Bizi Kıbrıs’ta yaklaşık 11 yıl boyunca kazılan siper ve mevziler, bu mevzilerde erzaklardan mühimmata kadar oluşturulan depolarla bu savaşa hazırlanmış bir Rum Ordusu bekliyordu.
Bize Beşparmak Dağları civarından sürekli düşman ihbar geliyordu. Burada çok dik bir tepe var. Biz birliğimizle birlikte buraya hücum ettik ve düşmanı kısa sürede bertaraf ettikten sonra günümüzde de dalgalanmakta olan bayrağımızı diktik. Bu tepe Türk Genel Kurmayı’nda bile konuşulan bir yerdir. Çünkü çok stratejik bir yer olması yanında alınması imkânsız bir yerdir. Keza, 6 ay sonra nasıl alınabildiğine dair bir tatbikat yaptık ve o tepeyi aynı birlik olarak alamamıştık. İşte o zaman anladık ki gerçekten de savaş sırasında bir manevi kuvvet bizi iteleyip o başarıya ulaştırmıştı…
***
Rum Ordusu, İngiliz Ordusu’nun desteği ile savaşıyordu. İlk çıkartma bitip bunlar hırpalanmasına rağmen yaklaşık 26 gün sonra tekrar silaha sarıldı bu Rumlar. O süreçte biz ateşkese uyuyoruz ama onlar çete savaşlarına başladılar ve maalesef yine sivilleri hedef alan vahşetler yaşandı. Bize ikinci harekât emri verildi (Ağustos). Harekât komutanı bu kez Osman Hamdi Polat’dı (Magosa Fatihi), ki kendisinin oğlu da Kastamonu Sigorta Hastanesi’nde eczacılık yapan birisiydi.
***
Savaş esiri konusunda bir örnek vermek isterim. Girne’de Dome Oteli’nde sivil esirler yerleştirilmişti. Onları gruplara ayırmışlardı ve hepsinin başına tercüman verilmişti. Biz yeri geldiğinde bisküvi yerken onlara üç öğün yemek veriliyordu. Neyse zaman geçti, Yeşil Hatta esir değişimi yapılması çeşitli antlaşmalarla sağlandı. Biz oteldeki esirleri sivil otobüslere, silahsız asker mihmandarlarla aldık ve hatta gittik. Karşı taraf ise, Türk askeri esirleri ise arkadan elleri bağlı, saçı sakal karışmış, açlıktan iğne ipliğe dönmüş şekilde getiriyorlardı. Bu sahneyi gören Rum ve İngiliz esirler tüm Barış Gücü asker ve yetkililerinin karşısında “Mehmetçik Mehmetçik” diye tempo tutup haklılığımızı ortaya koymuşlardı.
O dönemde 130 bin Türk yaşıyordu Kıbrıs’ta. Cengiz Topel örneğinden gidersek eğer Türkiye bu askeri müdahaleyi yapmasaydık kesinlikle bir soykırım yapılacaktı. Çünkü Rumlar o dönem de askerden ziyada sivilleri öldürüyordu. Kendi adıma bu acımasızlığa karşı savaştığım için gurur duyuyorum.
Savaş asla sadece bir askerin hayatı değildir. Ailelerimiz de bugün olduğu gibi dünde savaşın içinde olan insanlardır. Ben fakir bir ailenin çocuğu idim. Ben cepheye gittikten sonra ailemin haberi 1,5 ay sonra oluyor. Annem de haberi alınca, oğlum orada ne yapar ne eder diye telaşla komşusundan borç alıyor ve bankaya yetişmeye çalışırken bir araba çarpıyor ve 45 yıl boyunca sakat kalıyor. Her daim bacakları ağrıdı, sadece bazı zamanlar “ Benim kahraman gazi oğlum” diye söylendiği sıralarda o ağrı kesilirdi.
***
Sık sık Kıbrısı’ı yani anılarını ve şehit arkadaşlarını ziyaret eden gazimiz Mehmet Kahyaroğlu’nun diğer gazilerimiz gibi bir burukluğu daha bu yıl anca giderilebildi. O da madalya konusuydu. Bu konuda Kahyaroğlu şunları söyleyerek sözlerini bitiriyor: “Rum Ordusu yenilmesine rağmen onların Hükümeti savaştan 2 gün sonra onlara madalya aldı biz 45 yıl sonra alabildik…”
***
Bir diğer gazimiz Hüseyin Bey, bize harekât dönüşü kendi ve diğer gazilerimizin psikolojilerini de şu sözlerle veriyor:
“Derneğimiz çatısında buluşmadan önce, kendimize savaş gazisi diyemiyorduk. Bir taraftan aktif ve kanlı bir savaşın psikolojisi 20 yaş gibi genç bir dönemde üzerimize yapışmış ve hayatımızın en büyük yükü haline gelmiş öte taraftan Kıbrıs Gazisi dendiğinde sorulan ilk soru “nerenden yaralısın da gazi oldun sen” gibi… açıkçası yerini bulmayan sorulardan dolayı kendi içimize çekilmiştik.
Yani insanlar gazi gibi önemli bir unvanın illa ki yaralanarak olmasını istiyorlar. Ama savaşan bir ordu da her birim bir neferdir ve şehit olanlar, ağır yaralananlardan sonra savaşlar kalanlar kazanılır. Şöyle örnek vereyim, askerden geldim, konu komşu gelirdi eve, sanki olağan bir turistik geziden gelmişim gibi bana “Eee anlat Hüseyin, ne yaptın oralarda neler gördün” gibi sorular sorarlardı. Ama bizim üzerimizde hala barutun kokusu, kanın tadı, ateşin ve vahşetin yıkımı vardı ve bizler ancak susabiliyorduk…”
***
Bir istihkâmcı olarak verdiği bilgilere göre 1974 yılında bölüklerinin çıkarmış olduğu mayınların parasal değerinin büyük bir yekûn tuttuğunu söyleyen Gazi Ahmet Sipahioğlu’nun dramatik anlatımıyla Kıbrıs anıları yaşamayan, görmeyenler için bile yeniden canlı hale gelmişti:
“Girne’den Lefkoşa hattına kadar gitmiş biri olarak ölümü birkaç kez sıyırmış birisiyim aynı zamanda. Çünkü yanımda tank mayını patlamıştı…Hala kulaklarım zayıf sesleri duyamıyor. O patlamada toprak altına girmiş vücudum sadece ayaklarım dışarıda kalmış. Gören askerler de ölmüş ama ayakları hala kıpırdıyor diyorlar.O askerler beni kurtarmıştı. O olayın olduğu yerde başka bir askerimizi gördüm, kendisi kafasına kadar tüm bedeni toprağa gömülmüş ve karşıdan bize cam gibi bakıyor. Ancak o da işkence ile öldürülüp o halde bırakılmıştı.Şöyle bir şey vardı, biz onların aksine asla asker olarak ne siviline ne de askerine asla ne işkence yaptık ne de insanlık dışı muamele. Keza, ilk çıkartma bitip de ateşkesle birlikte “Yeşil Hat” çizilirken, karşı taraftan bile ateş edilmişti.
***
Savaş sonrasında ilk kez yakın zamanda Kıbrıs’ı ziyaret eden Sipahioğlu, şehitlikleri görünce teselli bulmakta oldukça güçlük çekmiş.Kendi deyimiyle bunun nedeni ise hep 20 yaşındaki arkadaşlarını orada bırakmak, onların anıları ile birlikte yaslarını bunca yıldır çekiyor olmakmış…
***
Barış kolay bir şey değil… Barışı kurmak, kollamak ve sürdürmek asla kolay değil… Çünkü coğrafyamızda barış ancak kanla, yara ile sonsuz cefakarlıkla elde edilebiliyor… O nedenle bilgiye, bilime, teknoloji ve üretime çok ama çok fazla önem vererek mevcudiyetimizi savaşlara, acılara ve yıkımlara mahal vermeyecek şekilde korumak zorundayız. Ama aynı zamanda bu sayfalara taşıdığımız gazilerimizi daha iyi dinlemeli, daha iyi anlamalı ve daha çok değer vererek yakın tarihimizin tüm gerçekliğini bilmeli, öğrenmeli ve geçmişle aramızda empati yaratmalıyız…
Ülkemizin ve Kıbrıs halklarının günümüzdeki barışını sağlayan tüm şehit ve gazilerimizi saygıyla ve minnetle anıyor, bu güzel sohbeti sağlayan Ömer Gülamoğlu’na ve bizleri misafir eden Abdullah Civliz’e sonsuz teşekkür ederim.
Kastamonu Muharip Gaziler Derneği
2012 yılında kurulan dernek savaş sonrasında gazi unvanıyla taltif edilen 500 üyeye hitap ediyormuş. Bu sayının yarısı Kastamonu dışında yaşayan Kastamonulu üyeler. Günümüzde ise 150 üye aktif olarak derneğe kayıtlı. Derneğin başında Emekli Hâkim Albay Ali Cesuroğlu, Başkan Yardımcısı ise Hüseyin Mahmutoğlu görev yapmakta.
Dernek ile bilgileri Başkan Yardımcısı Hüseyin Bey veriyor:
“Dernek kurulana kadar biz Kıbrıs Gazileri birbirimizden kopuktuk ve dernek çatısı altında birleştik. Şu anda 150 aktif üyemiz var. Kıbrıs Harekâtına katılan 500 Kastamonulu gazi varken 8 kahramanımız da şehit olmuştu. Naaşları orada kaldı. Sadece bir Kastamonulu yüzbaşımızın cenazesi Adana’da toprağa verildi.
Dernek kurulana kadar açıkçası herhangi bir Milli Bayramda yer almadık. Açıktan bir davet alıp resmi törenlerde ya da protokolde yer almazdık. Ama dernekle bu durum değişti.
Dernek faaliyetlerimiz arasında, gazilerimize geziler düzeliyoruz. Bu gezileri Belediye ve Sosyal Politikalar Müdürlüğü yardımı ile yaptık. Son yıllarda ise bu gezileri yapamıyoruz.
Dernek olarak, vatandaşlarımızdan sadece saygı ve hürmet bekliyoruz. Keza ilk geldiğimiz yıllara göre halkımız şehide ve gaziye daha saygılı. O hürmeti hiç esirgemiyorlar. Ama derneğimize gelsinler, şehit ve gazilerimizi tanısınlar, yaşananları kitapların yanı sıra birincil ağızlardan da öğrensinler isteriz.
Dernek olarak aidat dışı gelirimiz yok ve ticari faaliyet de yapamıyoruz. Ama gerekli faaliyetler için de, ya da gazilerimizin sorunlarına destek olmak ya da onların evlatlarının eğitim, sağlık gibi meselelerine destek olmak için bir gelirimiz yok. Ama bağış imkânı var, başka STK’ların proje desteği olabilir ve düşündüklerimizi pratiğe geçirmek için yardımcı olabilirler.
Tabii şöyle bir şeyde var. İlimizde Harp Mamulü Gaziler-Şehit Dul ve Yetimleri Derneği de var. Biz onlardan tamamen tüzük ve kuruluş olarak farklıyız. Bizler bir şey yapmak istediğimizde o derneğin faaliyetleri ile de karıştırılabiliyor. Bazı imkânlarımız var ama bazı isteklerimiz de karşılık bulmadı.Misal ülkede 30 bin civarında muharip gaziler varken faizsiz konut kredisi istedik bu isteğimiz karşılık bulmadı. İmkânlarımız, 1968’deki yasaya göre şeref aylığımız var ama bu aylık sadece gazilere değil birçok kesimden insana veriliyor. Serbest dolaşım kartı ve bazı hastanelerden faydalanabiliyoruz.
Bir kart yaptırdık; her iki derneğimizin amblemi ile bu kart ile 100’e yakın esnafımızdan indirimli alışveriş yapıyoruz. Ve bu durumu halkımız ve esnafımız büyük bir onurla karşıladı ve esnafımızın dükkânlarında bize olan kolaylık yazılı olarak da bildiriyorlar. Bu şekilde halk da ilimize gelen turist de Kastamonu halkının gazisine de ne kadar sahip çıktığı görülebiliyor. Bu arada cenazemiz olduğunda bir manga asker tarafından uğurlanıyoruz ve bu da bize büyük onur veriyor.
Şu anda Araç’ta Abdullah Savaş Bey’in girişimleriyle açılan Harp Müzesi’nin kuruluşuna katkı da bulunulmuş dernek olarak. Ve bu müze oldukça da ilgi çekiyor. Bunun dışında çeşitli ilçelere irtibat büroları açarak gaziler ile iletişimde kalmaya çalışılıyormuş.
Dernek faaliyetleri arasında ayrıca okullara gidip gazilerin anılarının anlatılması da var. Bazen çok güzel ilgi ve sorularla, yaklaşımlarla karşılaşıyoruz bazen de uzak-yakın tarihinden uzak, savaşın, barışın, vatanın ne olduğundan uzak sorularla da karşılaşabiliyoruz.
Bedelli, son askerlik yasası gibi konular biz gazilere göre sıkıntılı. Ayrıca eskiden şehit geldiğinde oluşan toplumsal tepkiye karşın son zamanlarda her gün şehitlerimiz gelmesine rağmen bu ölümlerin de normalleşmesi, gereken hassasiyetin oluşmaması gaziler olarak bizi çok üzüyor.”
Değerli Gazimiz Mehmet Kahyaroğlu dernek olarak Kastamonu’nun tüm şehitlerini anmak ve yaşatmak için bir sosyal park projesi ürettiklerinden bahsediyor. “Çanakkale, Birinci Dünya Savaşı, Milli Mücadele ile birlikte Kıbrıs şehit ve gazilerinin sembolik mezarlarının ve kimlik kartlarının olduğu bir anı parkı yapmak istedik. Burada başka tesislerde yapılarak yakın geçmişimizin anılarını canlı tutup geleceğe birebir aktarmak istemiştik. Ama maalesef bu olmadı.”