Geçen hafta İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın izlenimlerini okumuştunuz. Bugün de Kastamonu Lisesi edebiyat öğretmeni İsmail Habib Sevük’ün bir yazısından söz edelim. Yazar; İstanbul ile taşrayı kıyaslarken iki tarafın birbirini anlayamadığını, önyargılı olduklarını birkaç örnekle anlatır ve sözü Kastamonu’ya getirir. Yer dar, yorum yok, 1918’de Köroğlu gazetesinde yazdıklarına bakalım:
“Taşra İstanbul’u bilmediği gibi, İstanbul da taşrayı hiç bilmez. Meselâ işte Kastamonu! Ben dört sene evvel Kastamonu’ya gelirken ormanı ve frengisi çok bir yere gittiğimi tasavvur ediyordum. İstanbul’da herkese sorunuz. Kastamonu deyince onun da gözlerinin önünde yalnız şu iki şey tecessüm edecek: Orman ve frengi!
“Yeşil yapraklı çam ağaçlarının kokulu sinesi içinde frenginin dil-hırâş tahribatıyla burnu düşmüş insanlar yaşayan bir şehir! Hâlbuki bu şehirde ne orman var, ne frengi. Siz ormanı bu vilayetin yalnız uzak dağlarında ve frengiyi de – fazla miktarda olmamak üzere – yine uzak bir ve nihayet iki kasabasında görebilirsiniz. Yekdiğerine muvâzi çıplak tepeler arasında birkaç bin ahşap haneden yapılmış, çukur bir derenin üzerinde, en uzak ufku üç kilometreyi geçmeyen kuytu bir şehir: İşte Kastamonu! Bu çıplak şehrin, ormanların neftî gölgelerine sığınmış güzel bir kasaba gibi tasviri ne kadar yanlış ise, hemen hiç frengisi bulunmayan bu vilayet merkezinin bir frengi yuvası gibi telâkkisi de o kadar hatalıdır.
“Şüphesiz evvelce Kastamonu şehrinde hem orman hem frengi varmış. Şimdi çıplak birer kafatası gibi sırıtan, üzerlerindeki çarpık ve beyaz taşlı mezarlıklarıyla şimdi bir adem kokusu saçan o tepeler, evvelce yeşil yapraklı çam ağaçlarıyla uzun saçlı birer dilber başlı gibi güzel ve şiirle dolu imiş. Çamların uğultulu ninnileri altında uyuyan uzun saçaklı, alçıdan yapılmış rengârenk pencereli ahşaptan zarif evleriyle Kastamonu, bedbaht şehzâde Sultan Cem’i bile on dört yaşında şâir yapmış! Hatta o ağaçların mevcudiyetini tahattur eden ihtiyarlardan el’an berhayat olanlar bile var. Ne yazık ki o ağaçlar insanların baltadan daha hissiz elleriyle hep birer birer mahvolmuş. Evvelce, ‘ağaçsız kalmış bir dağın melâli, taçsız kalmış hükûmdarın kederinden daha acıklıdır’ demiştim. Kastamonu iki tarafındaki tepelerin çıplak kaldığından beri hal’ edilmiş bir hükûmdar melâliyle yaşıyor!”
Yazar, makalenin bu bölümünde şehrin frengiden kurtulduğunu, ekiplerin düzgün çalıştığını ifade etmiş ve konuyu yine doğaya getirerek şunları yazmış:
“Nazarlarımızı Kastamonu şehrinin tepelerinden ayırarak bütün vilayetin umumî manzarasını görmeye çalışalım. Bu geniş vilayet gerek toprağının üstünde bulutlara karışan ormanları ve gerek toprağının altında saklanan madenleriyle bir altın ülkesi gibi zengin ve bâkirdir. Eski zamanlarda Kastamonu büyük vatanımızın en mühim sanayi merkezlerinden biri imiş. Hammer bile Kastamonu’nun mâzisindeki bu servet ve ihtişama şu satırlarla işaret ediyor: ‘Devlet-i Osmaniye’nin bu eyaletindeki dağlarda mühim kurşun mâdenleri ve mâden-i sâire vardır. Servet-i tabiiyesi ve sanayii Kastamonu’yu devletin Asya’daki en ma’mur eyaletinden biri olmak derecesine çıkarmıştır’
“Kastamonu vilayetinde toprak biraz hasis, kış biraz fazladır. Binâenaleyh sırf ziraatın sabanıyla bir iş görülmeyeceğini takdir eden eski Kastamonulular, bütün kuvvetlerini sanayiye vermişler, vilayetlerini ana vatanın en zengin ve ma’mur bir ülkesi haline çıkarmışlar: Lâkin sonra bileklerin kuvveti makinelere intikal edince pazılar gevşemeye, Avrupa’nın fabrikaları, bacalarından kalın dumanlar püskürünce burada bizim sanatlarımız sönmeye başlamış: Biz de zamanın cereyanına uyacak yerde, göreneğin küflü eteğine yapışmışız. Akıntıya kürek çekeyim derken bir de bakmışız ki her gün elimizden bir çekiç düşüyor! Lâkin mâzide o sanatkârlar ne kadar çok ve mâzinin o sanatı ne kadar kuvvetli imiş ki her gelen sene bizim millî sanatlarımızı kemirdiği, her geçen sene bizim millî sanatlarımızdan bir parça götürdüğü halde, yine bugün sanat hayatı Kastamonu’da ölmüş değildir! Bugün Kastamonu’da ve mülhakatta birçok sanatkârlar var ki hali hazırda temin ettikleri servetten ziyâde asıl mâzinin ihtişamını göstermek itibarıyla ehemmiyeti hâizdirler.
“Kastamonu’nun mâzîsindeki o eski servet ve sanatı, şimdiki hayat kabiliyetini, kendircilik ve ormancılığın bu vilayete temin edeceği bî-nihaye hazineleri düşününce insanın gözü önünde pürzehip bir hayal âlemi canlanıyor: Ateşler püsküren birçok fabrikalar acûl ve asabî uçuşan şimendifer katarları, limanlara birer dağ gibi toplanmış kereste yığınları, havaî teller üzerinde kıymettar hamuleler taşıyan elektrik vagonları, yeşil ormanlar içinde beyaz ve ma’mur evleriyle gülümseyen mesut amele köyleri.
“Kastamonu vilayeti sinesindeki bâkir servetler ve Kastamonu halkı ruhlarındaki ince sanat kabiliyeti ile böyle parlak ve altınlı bir âtîye mazhar olacaktır: Mâzîde yüksek ve zengin bir sanat hayatı yaşayan, halde kendisine gayr-ı lâyık bir yoksulluk içinde inleyen Türklüğün ve İslâmlığın bu en kesif vilayetine halk yakın bir istikbâlde mesut ve zengin bir âtî hazırlıyor. Benim buna imanım var ve istiyorum ki herkes bu imana iştirak etsin.”