Doyumsuzca ve biraz da açgözlülükle deklanşörlere basarken, zaman bize hissettirmeden ellerimizden kayıp gidiyor, ışık biçim değiştiriyor, ne ıslanmak ne çamurlara batmak aklımıza bir anlık soluk almayı bile getirmiyordu.
Nokta atışı yapılacaktı bu seferinde. Salt ışığın adımlarından yürüyecektik. Kelime, ışık ile birlikte değil de daha sonra gelecekti anlaşılan ve eğer bir insana rastlarsak, kelimeler o zaman ışığı yakalamak için nefes alacaktı.
Hedef, Devrekâni ilçemizin sınırlarında yer alan Akdoğan Şelalesi idi. İçimizde bir tedirginlik yola koyulduk. Sıcak bunaltıcı bir şekilde her yanımızı sarmış, uzun zamandır yağışsız topraklarımız çatlamaya başlamıştı artık. Geçici olduğunu umduğumuz bu kuraklıkta Akdoğan Şelalesi’nde su bulamama kaygısı sıkıntı yaratıyordu bizde. Havaların ısınmasına koşut, yağmurun olmaması bir önceki sene gördüğümüz onca çeşit çiçeğin ortalıkta görünmemesine de neden oluyordu.
Ama geçen sene pek olmayan gelincikler de bu sene fazlasıyla yer kaplıyordu, fiğ ya da ekin tarlaları içinde. Tam il sınırından ayrılırken Kastamonu tabelası önüne birikmiş gelincikler kendilerini müjdeliyordu. Henüz yola çıkalı fazla olmamıştı ki, Gelin Dağı’nı aşıp Duruçay Köyü’ne geldiğimizde gördüğümüz gelincik tarlası belki de kimi kaygılarımızın boş olduğunu söylüyordu. Güneşin ve sıcağın bol olduğu bir saatte yoğun polenden dolayı sarımtırak algıladığımız gün içinde yeşile karışan göz alıcı gelincikler kendilerinden öte kırmızıya saygı uyandırıyordu sanki. Ama her göz alıcı güzellik içinde bir trajedi taşıyordu. Tarlanın bir ucu çam koruluğuyla kaplıydı, bir yan sınırı da yine geniş kavaklıklarla. Ancak tam karşımda bir ağaç vardı ki uzakça, kendi başına yalnızlığını mırıldanıyordu sanki. İşte trajedi buradaydı ve bu göz alıcı kırmızılık bu yalnız ağacı anlamlandırmıştı benim için.
Ağacın tek başınalığında, aklıma Melih Cevdet Anday’ın “Rahatı Kaçan Ağaç” adlı şiiri gelmişti. “tanıdığım bir ağaç var / etlik bağlarına yakın / saadetin adını bile duymamış / geceyi gündüzü biliyor / dört mevsimi, rüzgarı, karı / ay ışığına bayılıyor / ama kötülemiyor karanlığı / ona bir kitap vereceğim / rahatını kaçırmak için / bir öğrenegörsün aşkı / ağacı o vakit seyredin…/
Yola devam için tekrar döndüğünde tekerleklerimiz, daha fazla ilerlemeden ekinler içine karışmış mor çiçek tarlasıyla karşılaşmıştık. Tarlaya indiğimizde derin bir mor sarmıştı her yanımızı. Bir anda yeşile karışan bu mor, alegorik bir anlam olup çıkmıştı. Gerçekliği mavi ele alabilirdi belki o an için ama gök pustan beyaz bile değildi. Biz tarlanın içinde fotoğraf uğraşısı halindeyken başkalarının da tarla kenarında durup çiçek topluyor olmaları, bu mor tarlanın büyüsüne yalnız bizim vurulmadığımızı gösteriyordu. Ufak, tatlı bir kardeşimiz de belki kendisi belki sevdiği biri için çoktan toplamaya başlamıştı o mor renkli çiçeklerden.
Günlerden pazardı. Devrekâni’nin de pazarıydı aynı zamanda. Her ne kadar çağ değişip birçok şey farklılaşsa da, hala Devrekâni pazarında çarlarına bürünmüş kadınlar, cepkenli, kasketli adamlar bulunmaktaydı. Aşırı sıcak bir gün içinden kaçıp kuytu gölgelerdeki sessiz telaşları içinde hala oranın başrollerini oynuyorlardı şimdi.
Yaralıgöz Dağı’na yaklaştığımız bir yerden şimdi direksiyonumuzu yolun sol tarafına kırıp toprak bir yoldan vadi tabanına doğru inişe geçmiştik. Belli bir mesafe sonra arabayı bırakıp yürüyüşe başladık. Üstümüzde Yaralıgöz’in zirvesi karşımızda ise en yükseğe kurulmuş Akdoğan Köyü vardı. Bu köy ki belki de Kastamonu’nun en eski köylerinden biriydi aynı zamanda. Şelaleye varmak için ufak bir patikadan ilerlediğimizde yolu şaşırdığımızı anladık. Çünkü şelaleye değil şelalenin kaynağına varmıştık. Kayaların arasından sızan bu suyun bir adı da hayattı. Derinlerden gelen bu hayat kaynağı, suyun ve toprağın gücünü hissettirmişti bana.
Akıntıyı izleyerek ve çağlama sesinin elinden tutarak Akdoğan Şelalesi’ne inmiştik. Çevresi çam, meşe gibi sık örgülü ağaçlarla oluşmuş deli bir orman şeklindeydi. Sarmaşıkların arasında, yosun bağlamış kayaların üzerinde ilerlerken o karanlık ormanın tüm gölgelerine ışık sızıyordu. Ve biz kendimizi yeniden buluyorduk, ışığın değdiği her karanlıkta saklı kalan doğanın saygınlık uyandıran kendiliğinde.
Doyumsuzca ve biraz da açgözlülükle deklanşörlere basarken, zaman bize hissettirmeden ellerimizden kayıp gidiyor, ışık biçim değiştiriyor, ne ıslanmak ne çamurlara batmak aklımıza bir anlık soluk almayı bile getirmiyordu. Şelalenin damlalarından kopup gelen su zerrecikleri altında, tazecik çimenler üzerinde biraz dinlenelim diye çöktüğümüzde ben biraz da teknolojinin sayesinde makro dünyayı keşfediyorum. Genelde ekibimizin en yetkin ismi Fahri Bey’in fotoğraflarından izlediğimiz makro dünya, şimdi benim objektifimin ucundaydı. Bir çiçeğin taç yapraklarındaki ayrıntıdan, bir örümceğin iki çiçek arasındaki ağ örme uğraşısına dek tek bir evren değil, iç içe girmiş birçok evrende yaşadığımızı tanıtlamıştı bana.
Ormanın derinlerine şelalenin akıntılarını izleyerek biraz daha indiğimizde bu çağlayan sesine insan sesi de karışır olmuştu. Sanırım köyden insanlar civarda davara çıkmışlardı. Ormanın içine karanlık daha erken süzüldüğünden fazla oyalanmadan geri dönüşe geçmiştik. Az önceki insan sesi biraz daha yakınlaşır olmuştu. Ormanın sıklığından sıyrılıp açıklığa çıktığımızda Necati (Kırmızı) Amca ile karşılaştık. Yöremizin her yanında olduğu gibi bilgece bir tebessüm ve içtenlikle selamlamıştı bizleri. Yaşının ilerlemişliğini gösteren çizgilerinin derinliğinde, kavruk yüzüyle akşam serinliğini beklemişti Necati Amca çalışmak için. Şelalenin açtığı bir suyoluna borular döşeyerek köyleri Akdoğan’a su çıkarmak için uğraşıyordu. Konuşmaya başladığında tek olmadığını öğrenmiştik. Köyden başka insanlarla imece usulü yine köylerinin ortak işi için çalışıyorlardı.
“Şelaleyi fotoğraflamaya gelmiştik” dedik. “Yanlış zaman evlatlar, Mart ayında geleceksiniz ki suyun kudretini o zaman görün bir de siz” demişti bize. “Suyun bu kadar bol olduğu yerde su değirmenleri de vardır herhalde Necati Amca?” diye sormuştum. “ Olmaz mı evlat, hem de altı taneydi, ama şimdi hiçbiri kalmadı” dedi kısık sesli bir hüzünle. Neden kalmadı gibi gereksiz bir soru sorulamazdı tabii o anda! “Geçim nedir Necati Amca?” diye sorduğumda, duraksamadan “siyez, arpa, buğday, fiğ, mallar için de çatal siyez ekeriz” diye cevap verdi. “Hayvanlarınız büyükbaş mı?” “Evet, ama eskiden koyun ve keçilerimizde vardı. Yasaklandı uzun zaman önce. Keçiler gidince de orman içimize kadar girdi. Şu karşı yamaçlar hep bodur çalıydı keçiler varken, bir ağaç komazlardı buralarda” diyerek bir çırpıda yakın geçmişi özetleyivermişti. Siyezden söz açılınca ekşili pilavı anmamak olmazdı. Elbetteki biliyordu bu yerel ama dünyalara bedel lezzeti, hem de en alasından. “Sonbaharda hasat biter, siyezleri kırmak için değirmene giderdik. Yanımızda cabalarımızda olurdu, çünkü iş bitti mi hemen orada pişirip yerdik.” diye bize bu yemeğin ritüelinin olduğunu anlatıyordu. Siyez derken düğene, düğenden dirgene kelimelerimiz uzanıyordu. “ hasat zamanları sapla samanı ayırması, onları tarlaya serip, rüzgârı bekleyip de gökyüzüne savurması zevkliydi” diye mutlulukla geçmişini de anıyordu Necati Amca.
Necati Amcadan bölgede Akdoğan’dan başka önemli olarak vadi tabanına kurulu olan Elmalı Köyünün olduğunu öğreniyoruz. Bölgedeki civar yerleşimlerin pazar köyüymüş. Uzun yıllar bölgenin tek pazarı burada kurulmuş. Sohbetimiz artık ağır adımlarımızla çıktığımız yokuş patikada devam ediyordu. Patikanın sonunda Necati Amca ile çalışmaya gelen diğer Akdoğan Köylüleriyle de tanışma fırsatı bulmuştuk. Ellerinde kürekleri, kazmaları köylerine bir hizmet vermenin uğraşısındaydılar. Çoğu genç olan arkadaşlarla her zaman olduğu gibi basmakalıp konuşmaları atlayarak yaşamın gerçeğine değen sohbete geçmemiz zor olmamıştı. Bu gençler arasında adaşım Murat hemen kendilerini anlatmaya başladı. Kelimelerinde biraz heyecanla birlikte, bizlerin onlar için yabancı olmamızdan kaynaklı, çevrede dolaşan defineci söylentilerinden dolayı şüpheci bir çekingenlik de yer alıyordu. Temkini elinden bırakmadan söze başlamıştı. “ Biz köyün gençleri çevredeki yerleşimlerde, başka ilçelerde inşaatlarda çalışıyoruz. Kimimiz duvarcı, kimimiz demirci ustası. Sabah erken çıkıyoruz buradan gece ise yine köyümüze dönüyoruz. Böyle boş vakitlerimizde de köy işi ile uğraşıyoruz.” Yaptıkları iş her halükarda zordu, çoktu, yorucuydu ama sesinde asla bir yakınma yoktu.
Her serüvende, her yol hikâyesinde toprağımızın insanları ile konuştukça, doğduğum, ekmeğini yediğim bu topraklara saygım daha da artıyordu. Yakınmasız, çileli alınyazıları içinde, yakın geçmişleri gibi mağrur, başı dik insanımın bu saygıdan daha fazlasını hak ettiğini de biliyordum.
Devrekâni Ovasını terk ediyorduk puslu bir sarı gün batımında. Koyu yeşile çalan ekin tarlaları başaklarını büküyor, top top ağaçlar arasında gün, serin bir yorgunlukla batıyordu. Adım adım yaklaşıyorduk artık gerçeğimize.
Gün her zaman ki gibi bitiyor ama ne yol, ne anlam, ne de arayış