Fotoğrafın bir özelliği fotoğrafın çekildiği anı sonsuza dek belgelemesidir. Fotoğraf görmesini bilen bir fotoğrafçı tarafından çekilmişse, yıllar sonra onu eline alanın kulağına sonsuz öyküler fısıldar. Bu öyküler ise o anı geçmiş dönemlerle ve günümüzle karşılaştırma ve belki gelecekte aynı hataları yapmama şansını sunar.
Kastamonu’nun kartpostallarda ve fotoğraflarda kalan tarihi ise bize çok şey anlatır. Çoğu kez hüzünlüdür öyküleri. Görsel öğeler sözlü tarihe yönelik yapılan röportajlarla belgelendiği sürece daha bir elle tutulur, gözle görülür olur, fotoğrafı izleyeni o dönemlere götürür ve o dönemin ruhu ile düşünmesini sağlar. Bunun için ön koşul bu fotoğrafları izleyenlerin bu öyküleri dinlemeye istekli olması ve belki de en önemlisi geçmişi, günümüzü ve geleceği merak etmesidir. Aşağıdaki fotoğrafları bezeyen öyküler bir yüzyıla yakın bir zamandır aramızda yaşayan kişilerin belleklerine başvurarak yapılmıştır.
Otuzlu yıllardayız, büyük bir coşku ile yeni Cumhuriyet şekilleniyor. Savaştan yeni çıkmış halk o dönemdeki tek partinin çevresinde birleşiyor. Cumhuriyet Bayramından Tak’lı bir fotoğrafta şık üç Kastamonu beyefendisi bize bakıyorlar. Tak’ın üstüne : “TÜRK ÜLKESİ BİRBİRİNE BAĞLANMIŞ BİR BÜTÜNDÜR” yazıyor. Fotoğrafın bir köşesinee Foto Zihni notu düşülmüş.
Mustafa Kemal Atatürk şapka devrimi (24 Ağustos 1925) üzerinden birkaç yıl geçmiş. Zekiye Esen şöyle aktarmıştı Atatürk’ün Kastamonu’yu ziyaretini 15.11.2004 tarihinde:
“Cimlastik öğretmenimiz Emine Yaman anlatmıştı. O Daday’da ilkokul öğretmeniymiş, Atatürk geliyor demişler, şapka giyilecek demişler, bütün hanımlar gece toplanmışlar, sabaha kadar patiskadan şapka biçmişler, şapkaları dikmişler. Sabahleyin Atatürk Daday’a gelince hepsi başlarına giymişler şapkaları, oradaki öğretmenler, memure hanımlar, kim varsa, işte, okul çocuklarını da almışlar Atatürk’ü karşılamaya gitmişler. Atatürk’e de daha önce, şapka inkılabını mutaassıp bir yerde yapalım, ki orası kabul ederse başka yerler de kabul eder, en iyisi Kastamonu’da yapılsın, demişlermiş. Onun üzerine Atatürk gelip de herkesin başında şapkayı görünce, demiş ki yanındakilere, Türkiye’nin en mutaassıp yeri dediğiniz yer burası mıydı?
Beylerin ikisinin başında fötr şapkalar var. Üçüncüsü takım elbiseli, şapka takmamış, Hava güneşli, gölgelere bakılırsa öğleden sonra saatleri olmalı. Resmi ayrıntılı inceledikçe, Tak’ı yaparkenki özen ve Kastamonu’nun güneşli, yine de insanın içini serinleten kokusunu duyumsamamak olanaksız gibi… Orhan Murat’ın Kastamonu fotoğraf tarihi ve fotoğrafları üzerine yapmış olduğu araştırmada Kastamonu kent tarihini belgeleyen ondokuz fotoğrafçının belki de en verimlisi olan Zihni Özalp (1905-1979) büyük bir ihtimalle fotoğraf sehpasını tam Tak’ın karşısına kuruyor ve “tamam çekiyorum” diyor. Fotoğraf yine de son derece doğal, her türlü yapmacıktan uzak.
Fahri Özbek fotoğrafı şöyle yorumluyor :
“1930/1935 yılları olmalıdır. O dönem Kastamonu imar çalışmalarına özellikle yol ve köprü yapımına ağırlık verdiği yıllar. Bayram için kurulan Tak’ın köprü şeklinde imal edilmiş olması ve üzerine mini yol silindirini koymaları sanırım durumu açıklar. Tak’ın olduğu yer o dönem bayram resmi geçitlerinin de yapıldığı Hükümet Konağı önü diye tahmin ediyorum. Soldaki sütun ve arka plandaki yapı bu tahmini biraz kuvvetlendiriyor ama emin değilim.” (22.04.2013)
Gerçekten de fotoğrafın arkasında Arapça harflerle Eski Türkçe bir yazının altında Latin harflerşe şöyle yazıyor : Kastamonide Cumhurieyt Bayranıdan nafianın Cumhuriyet meydanına girdiği tak.
Şimdi biraz daha gerilere gidelim. Osmanlı Devleti’ndeyiz. Enis Paşa (1897-1906) Kastamonu valisi, bilgili ve bilge bir vali. Kastamonu şanslı daha önce de Abdurrahman Paşa (1893-1891) Kastamonu’da valilik yaparken o yörenin en köklü eğitimini verecek olan Abdurrahmanpaşa Lisesi’ni (1887) kuruyor. Vilayet Binasının mimarı ise dönemin ünlü ve köklü mimarlarından, mimar Vedat Tek (1873-1942). Vilayet binasının açılışı olsa gerek elimde Dr. Ahmet Şükrü Esen ve eşi Zekiye Esen’den bana intikal eden bu fotoğraf. Herkes birikmiş valiliğin önünde. O da ne, dikkatli bakınca sağda Vali Enis Paşa, hemen onun biraz solunda Müslüman din adamları, ama hemen onların arkasında da Rum ve Ermeni din adamlarını görmek olanaklı, yirminci yüzyılın en başındayız.
Aklıma düşüyor Zekiye Esen’in 12.02.2001 tarihinde anlattıkları :
“Kayınvalidem Saide Hanım geldi bir gün Mehran’a Şadıbey’den, “A hanım”, dedi, Aksepit’i bana gönderin. Daha yeni gelinim, anlamadım, Ak sepet anladım, içi un dolu sepet sandım. Meğer Arekil’in karısının adıymış Aksepit. Sürpik de Gücük emminin uzaktan akrabası olurdu. Kadın Sarayı köyünde otururdu, papazın karısıydı, bize pekmez toprağı getirirdi. Ak ak bir toprak. Sürpik geldiği gün Mehran’da kalırdı, ertesi gün dönerdi.”
Zekiye Esen ellili yıllardan bahsediyor, demek ki, o tarihlerde Ermeni köyleri var, kiliseleri var, papazları var. Sonra iş güç kaygısıyla gençler büyük kentlere göç ediyorlar ve o köyler ne oluyor bilmiyorum. Kastamonu’daki kocaman konaklı, insansız, artık hırsızların kalan son bakırları da çaldığı ve uzak diyarlara sattığı nice köy gibi bizim köyde de o tarihlerde Gücük Emmi (Ohannes) ve Flor abla vardı. Oğulları Alyanak benimle yaşıttı, Mehran’da misafir odasında bulunan masanın etrafında Alyanak ile kovalamaca oynardık, yıl 1957. Gücük emmi bize bir masa yapmıştı, masanın altına bacaklarımız sığmazdı, kendi boyuna göre yapmıştı. Biz yine de yan otura, otura üstü beyaz kalın muşambayla kaplı o masayı kullandık Mehran Mehran olduğu sürece.
1996 yılında bir gün 2006 yılında yitirdiğimiz Kastamonu’yu resimlerinde ölümsüzleştiren ressam Hakkı İnan ve eşi gelmişti Mehran’a. Hakkı bey Dr. Şükrü Esen’e, “Ağabey sizin evin resmini yapacağım”, demiş ve bahçeye giderek ilk eskizlerini yapmıştı. Bir yol sonra da Mehran’ın bu güzel resmini Dr. Şükrü Esen’e yollamıştı.
Şimdilerde Hacımuharrem ve çevresine hırsızlar dadanmış, 1877 Kastamonu mebusu, Şadıbeyli Saide hanımdan kalan kocaman kazanı da çalmışlar bu kendi kültürlerini ve kendi tarihlerini yok eden hırsızlar.
Mehran’dan, Alyanak ile oyun oynadığımız odadadan bir kesit, yıl 2000.
Evet gelelim konakların işaretlendiği yukarıdaki fotoğrafın birkaç yıl sonra çekilmiş haline. Bu fotoğrafta Namık beyin konağı yıktırılmış, artık yerinde yeller esiyor. Başka yıkımlar da başlamış. Ancak 1877 Kastamonu mebusu, Kırcalar Camiisinin banisi Salim Efendi’nin 1923’te Kastamonu mebusu olan oğlu Şükrü Bey’in evi bu kez çok daha iyi görünüyor.
Şimdi gözümüzü biraz Avrupa’ya çevirelim. Batı’da tarihi mekana dokunmazlar, dokunmamayı bırakın, eş keza yıkılmışsa – ki 2. Dünya Savaşı’nda Almanya, Polonya ve daha nice ülkelerin kentleri yerle bir edilmiştir – aynısını yapmaya ve tarihi yaşatmaya büyük özen gösterirler. Öyle kimsenin meydan açma kaygısı yoktur, amaç olanı en iyi şekilde korumaktır.