Durmaksızın gidiyorduk…
Ama yollar bitmiyordu…
Kendi kendime, “Bu sefer geldik galiba” diyordum sürekli…
İlkokul 1 ya da 2. sınıf öğrencisiydim…
“Burunlu” bir otobüsle İstanbul yollarındaydık…
Mide bulantısı…
Öğürme…
Ve beraberinde korkunç bir baş ağrısı…
Her virajın ardından yaşadığım hayâl kırıklığını tarif ederken bugün bile içim acıyor…
● ● ●
Biraz daha büyüdüm…
70’li yılların ortalarıydı…
Bi gün…
Babamın yayınladığı “Küre’nin Sesi”ne postalanmış bir Kastamonu Gazetesi elime geçti…
Siyah-beyaz bir kara tren eskizinin üzerinde “Kastamonu’ya demiryolu” yazıyor, tren isteğimizi dillendiriyordu…
Mutluluk böyle bir şey olmalıydı…
Gazetenin sayfalarındaki o tren, sanki benim için İstanbul’a gidiyordu…
● ● ●
Yıllar geçti…
Gençliğim boyunca, elime geçen her Kastamonu Gazetesi’nde “kara tren”le karşılaştım:
“Kastamonu’ya demiryolu…”
● ● ●
O tren hiç gelmedi!
● ● ●
● Küre’nin bakırından, piritinden, kobaltından üretilen zenginlikten nasibimize “devede kulak pay”lar düştükçe…
● Taşköprü SEKA’nın âtıl halini içimiz kan ağlayarak seyredip durdukça… Biz “berbâd” olurken, başkalarının “âbâd” oluşuna “gözyaşı” döktükçe…
● Sarımsağımızın katma değerli ürünlere dönüşümüyle gururlanmak yerine, Çin sarımsağıyla “rekabetini” izledikçe…
● Kendirimizin yeniden altın günlerine dönüş yolunda maruz kaldığı “patinaj”lara tanık oldukça…
● Sevgili Mustafa Afacan’ın binbir gayretiyle ayağa kalkan siyezimizin, anlı şanlı firmaların ürün gamına girerek artı değeri başkalarına yazılan ürünlere dönüşümüne iç çektikçe…
● Tosya’nın pirincinin pazardaki payının her geçen gün biraz daha azalışıyla kahroldukça…
● Pancarımızın… Şeker Fabrikamızın geleceğinden endişe ettikçe…
● Ballıdağ’ın… Özel Uğurlu Hastanesi’nin kaderine terkedilişine “akıl sır erdirmekte” zorlandıkça…
● Sahilimizin denize sırtını çevirmiş, “deryâ içredür deryayı bilmezler” hâllerine hayıflandıkça…
● Yaz, kış, tarih ve inanç turizminde senkronize bir birliktelik yaratamadıkça…
Aklıma hep “Kastamonu’ya demiryolu” geliyor!
Çünkü…
O tren “hiç gelmiyor…”
● ● ●
Çünkü…
Biz “yanlış istasyon”da bekliyoruz!
● ● ●
Her yaşadığımız olumsuzluğu, yoksunluğu kendi başınaymış, birbirinden bağımsızmış gibi ele alıp değerlendiremeyiz!
Sorumluluğu “birilerine atarak” işin içinden sıyrılamayız.
Biz bize inisiyatif almalı, olgular arasındaki bağlantıyı fark etmeliyiz!
Kendimizi kandırmayı bırakalım…
Daha fazla zaman kaybetmeyelim…
Dünya bambaşka bir noktaya doğru evriliyor…
Acilen bir zihniyet değişimine ihtiyacımız var.
Deli bozuk rüzgâr gibi bir o yandan bir bu yandan eserek ilerleyemeyiz!
Susarak olmaz…
Bekleyerek olmaz…
“Aman neme lâzım…” diyerek bir yere varamayız!
Başta kamu kurumlarımız olmak üzere, üniversitemiz, sanayi ve ticaret odalarımız, sivil toplum kuruluşlarımızla “hedefe kilitleneceğiz!”
Çıkış yolumuzu, “Ankara’nın ağzının içine bakarak” arama alışkanlığından vazgeçeceğiz.
Bu toprakların yararına her ne yapmak gerekiyorsa, hep birlikte yapabilmenin gayretinde, azminde olacağız.
● ● ●
Aynı yol ve yöntemleri izleyerek farklı sonuçlara ulaşamayız.
Onun için ısrarla söylüyoruz:
Geleceğe güvenle yürüyebilmek, attığımız adımlara uyumlu bir süreklilik kazandırabilmek için tüm ilimizi kapsayan bir “Kastamonu Sosyo-Ekonomik Master Planı”mız olmalı!
Onun için bıkmadan usanmadan tekrarlıyoruz:
Yer altından yer üstünden…
Dağımızdan, taşımızdan…
Elimizden, ilimizden bereket fışkırıyor…
Un hazır, şeker hazır, yağ hazır…
Memleket, “ustasını” bekliyor!
Kastamonu’nun sorumluluğunu taşımaya “talip olanlar” gövdelerini taşın altına koymalı…
● ● ●
Olur!
Yeter ki, küçük hesapları bırakıp birbirimize sarılalım…
Yeter ki inanalım…
Gelin…
Atmamız gereken tüm adımların sembolü olarak o çok bilinen klişeyi kendimize uyarlayalım… Ve işaret parmağımızla masayı tıklatarak, tebessümle tekrarlayalım:
“O tren buraya gelecek!”
Düşünün…
Her yanından aş, iş fışkıran…
İnsanları mutlu, yarına umutla bakan…
Pırıl pırıl bir memleket hangimizi mutlu etmez?
● ● ●
Bize düşen yılmadan hatırlatmak…
Çünkü…
Memleket sevdasına “müebbet bir mahkûmiyet” bizimki…
Siyami Özel’lerden, Aypolat Yücel’lerden miras!
Mehmet Yücel