Özellikle turizm sektöründe başlattığı hareket günümüzde Kastamonu’nun en gözde turizm alanlarından biri oldu Sabiha Hanım’ın. Sahip olduğu toprak ve çiftliği değerlendiren Sabiha Hanım Kastamonu’daki organik tarım temelindeki çiftlik/doğa turizminin öncü ismi. 25 yıla yaklaşan turizm alanındaki tecrübe ve başarısının altında iyi bir işletmeci olmasının yanında çiftliğine gelen her bir kişiyi müşteri olarak değil ev sahibi olarak karşılıyor olması yatıyor.
1932 yılında Taşköprü’de çiftçi ve varlıklı bir ailenin (Isbalar -Sipahioğulları) kızı olarak dünyaya gelen Sabiha İzbeli, uzun yıllar ebe olarak görev yaptı ve sayısız doğumda yer aldı. İki oğlu ve beş torunu olan Sabiha Hanım, organik tarım ve turizm alanları dışında Kastamonu’nun yakın tarihine damga vuran kadın hareketlerinin de temsilcisi durumunda. Kendisi bu birçok özelliği ile ulusal ve uluslararası platformlarda Kastamonu’nun temsil yüzü olurken hayat hikayesi ve yaptıklarıyla da çok sayıdaki medya ve belgesel yapımlarının da baş rol karakteridir. Tüm bu özellikleri bir arada göz önüne alındığınd Sabiha Hanım’ın çiftliğinde müşterisi kadar ziyaretçileri de eksik olmuyor.
Son dönemde dünyada yaşanan gelişmelere koşut yiyecek üretimi, yerli üretim, organik, sağlıklı ve doğa dostu üretim önem kazandı. Yine bazı gelişmlere bağlı olarak bu alandaki üretim, tedarik ve ulaştırma zincirinin de ne kadar kırılgan olduğunu gördüğümüz şu günlerde Sabiha İzbeli’nin çiftliğinde bu yöndeki çabalarının 25 yıl öncesine dayanır olması bile onun ne kadar öngörülü olduğunu gösteriyor. Bu sohbetimizde Sabiha Hanım’ın hem ayrıntılı yaşam öyküsünü hem de Kastamonu ve Kadın temasını işlemeye çalıştık.
- Sabiha Hanım sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
– Taşköprü’de doğup eğitim hayatım ilkokuldan sonra hem aile hem de bazı sağlık sorunları nedeniyle sonlanmıştı. Ancak hem bana hem de aileme çevreden bilhassa da eski öğretmenlerimden eğitime devam etmem için tavsiyeler veriliyordu. İşte o sırada köy ebe okulları açılmış ancak 18 yaşından itibaren öğrenci alıyorlardı. O dönemde Sağlık Bakanlığı ehliyetli ebe olmadığı için tüm ülke çapında bir eğitim programı açmıştı. İşte ben de o sırada henüz 16 yaşındaydım. Sonra mahkeme kararı ile yaşım büyütüldü. Ben de 9 aylık bu eğitime başlayıp birincilikle bitirmiştim. Bu şekilde de ebelik hayatım başlamış oldu.
İlk tayinim Van’a çıkıyor. Ben doğuştan şanslı bir insanım aslında. Neden diyeceksiniz, doğumum sırasında ailede uzun zamandır çocuk olmadığı için büyük mutlulukla karşılanmış yine de prematüre doğmuşum. Okul hayatım da hep başarılı oldu. İşte anneannem ile Van’a gitmek için hazırlıklara başladık. Bir kat yorgan ile yatak ve içinde başka bazı eşyalarında olduğu bir denk hazırladık ve ilk olarak Ankara’ya geldik. Buradan doğuya Kurtalan Ekspresi gidiyordu. 2-3 gün bekledik orada. Tren yolculuğumuz sırasında yine şansım yaver gitti ve orada Van’da görev yapan bir Hukuk İşleri Müdürü ve ailesi ile tanıştık ve bize kol kanat gerdiler. Tren Bitlis’e kadar gidiyordu oradan vapur ile devam etmemiz gerekiyordu. Bu sefer Tatvan’da vapur gününü beklemeye başladık. Ancak anneannem hem hiç şehir dışına çıkmadığı gibi ilk defa da vapura bineceği için korkuyla karışık bir heyecan yaşadı. Korkudan dolayı binmek istemedi ve bize “Siz vapurla gidin ben yürüyerek geleceğim” dedi. İşte o anda vapur kalktı ama bizim Hukuk İşleri Müdür rıhtımdaki bazı jandarmaları ayarlamış, vapur tam kalkarken anneannemi vapura kucaklayıp attılar. Anneannem bir süre yüzükoyun yattıktan sonra baktı bir şey olmuyor, kalkıp gölü seyretmeye başladı ve “Bu şekilde yolculuk çok güzelmiş” dedi.
Sonra Van’a ulaştık ve vilayet yetkilileri ile tayin için görüştük. İlk gece otelde fazla oda bulamadık ve o tanıştığımız aile ile aynı odayı paylaştık. Mevsim bahar olmasına karşın çok soğuktu ve Müdür Bey gidip odayı ısıtmak için mangal buldu geldi. Gece benim bünyem zayıf olduğu için ben mangaldan zehirlendim. Ama o geceyi sağsalim atlattık. Sabah olduğunda vali ile görüşüldü ve il merkezindeki doğumevinde çalışmam için yardımcı olunmasını istendi. 6 ay civarında burada çalıştım ancak yöre halkı çok ciddi bir sağlık sorunu olmazsa doğumevine gelmiyorlardı. Hastanenin karşında 2 odalı bir ev tuttuk ve yerleştik. O dönemdeki şaşkınlıklarımızdan biri yöre halkının bizim hangi mezhebe mensup olduğumuzu öğrenme istekleri idi. Bizde o dönemde şafi, alevi gibi farklı mezhepleri ilk defa duyuyoruz ve cevap olarak “Elhamdülillah Müslümanız” demekle yetiniyorduk. O bölgede birçok mezhebe mensup olmasından dolayı bu sorularla karşılaşıyorduk.
Ev sahibimizle aramız çok iyiydi bizi pikniğe götürmüştü. Başladı çiğköfte yapmaya. Biz yine o dönemde çiğköfteyi bilmiyoruz tabi. Tabii zaman alan bir iş ve ben bir taraftan sabırsızlanıyordum. Neyse çiğköfteler oldu ve ben ilk defa tattım ama doğal olarak yadırgadım çiğ et ve çiğ bulgurun bu karışımını. Ama sonraki seferlerde ise müptelası olmuştum çiğköftenin.
Yine o dönemde ilk defa bir eczane ile şekerci dükkânın açıldığını duyduk il merkezinde. Hemen şekerciye koştum gittim ve aynı Kastamonu’daki gibi bir dükkân düzeni görünce çok sevindim. Alışveriş yaparken “Nerelisiniz, nereden geldiniz?” diye sorunca şekerci “Taşköprülüyüm, Taşköprü’nün Akdoğan köyündenim” dedi. Ben de hemen bir hemşeri görmenin sevinci ile ben de Taşköprülüyüm, Isbaların (Sipahilerin) kızıyım dedim. Meğerse tanışıyorlarmış ailemle. Van’a da bu bölgede hiç şekerci olmadığı için gelmişlerdi ve onlarda bizim için Van’da büyük bir mutluluk kaynağı olmuştu.
***
6 ay sonunda valiliğe çağırdılar ve mecburen daha kırsal bir yerde görev yapmam istendi. Ama yine şanslıydım bu kez de bir köy yerine Gevaş ilçesine atandım. Evimiz tutuldu ve orada göreve başladım. Gevaş’a ilk defa bir devlet görevlisi olarak ebe geliyordu, bizi karşıladılar orada. Tabii o güne kadar ilçede hiç resmi ebe olmamış ve yörenin kadınları da beni şaşkınlıkla karşıladı. Ama oranın kadınlarını anlamak gerekli, çünkü onlara göre ebe biraz yaşlı başlı, oturaklı ve kilolu vb. olmalı. Ben ise oldukça genç, cılız belki onların gözünde güçsüz…
İki odalı bir evimiz vardı ve bir odada biz diğer oda da başöğretmen oturuyor ve bir odamız da mutfak olarak ortak kullanımda. Tahtadan masa, Tekel idaresinden alınan sandıklarla sedir, çarşıdan alınan kumaşlarla perde, örtü vb. şeyler yapıp evi oturulur hale getirdik. İlk günlerde hiç unutmam evin sahibi hanım geldi. Elinde bir caba, caba içinde çamur. Bunu neden getirdiniz dedik, tabii evin damı ve tabanı sıkıştırılmış kilden toprak olduğu için, bununla evinize cila yapacak, zeminleri düz tutacak ve tozu almış olacaksınız dedi çok şaşırdık. Tabii biz ahşap memleketinden geliyoruz, bu şekilde toprak zeminli evlere alışık değiliz.
***
Bu şekilde 5 yıl Van’da görev yaptım ve mecburi hizmetim bitince tayinim Kastamonu’ya çıktı. Bu arada karnımda devam eden ağrılar için önce Erzurum sonra Ankara’daki hastanelere gittim ve ülser olduğum tespit edildi ve göreve başlamadan 3 ay rapor verildi. Yani çocukluğumun erken döneminde başlayan rahatsızlık bu imiş.
Rapor bitiminde Daday’a görevlendirildim ve 7 ay kaldım. Sonra Kastamonu Devlet Hastanesi’ne görevlendirildim. Burada iş çoktu, personel azdı ve benim de rahatsızlığım devam ediyordu. Doğumhanede ebe var.ama doğum doktoru yoktu ve hastanenin genel cerrahıvekâlet ediyordu. İşte o genel cerrah benim ağrıdan kaynaklı sıkıntılarımı görünce ameliyat olmam için ikna etti ve ameliyat oldum. O dönemde Dr. Şükrü Esen benim çabalarımı görünce (çok az personel ile 6 gün çalışma ve yatılı çalışma koşulları gibi) ve bir de büyük bir ameliyat geçirdiğimi bildiği için benim çok yıprandığımı söyledi ve Şeker Fabrikası’nın açılıp orada da hemşireye ihtiyaç olacağını söyledi. Ben de o dönemde hemşire okuluna gidiyordum ki bitmek üzereydi ve benim bu fabrikaya girmeme yardımcı oldu.
Şeker Fabrikası’nda da yatılı çalışıyordum. Oranın müdürünün eşi hamile olduğu için kısa sürede arkadaş olduk. Oldukça güzel bir yerleşkesi ve düzeni vardı fabrikanın. Bu arada ilk maaşım yattığında zamlı olduğunu görünce hem şaşırdım, hem de sevindim. Bir de üzerine yılda 2 ikramiye vardı. Bu arada çok sosyal bir yerdi. Konserler, tiyatrolar, balolar yapılırdı orada. Çalışanların aileleri bile yemekhaneden yemek yerdi. Bu şekilde 22 yıl orada çalıştım ve 1981 yılında emekli oldum.
***
Van’da çalıştığım sürede kamuda çalışan kadınlar yoktu o nedenle içine kapalı kadınların dünyasını gördüm. Öte yandan özellikle Gevaş’ta çalıştığım sürede tek kadın kamu görevlisi olduğum için çok yadırgandım. Çünkü orada hiçbir kadın çalışmıyordu. Aynı tarihlerde Kastamonu’ya baktığımızda il merkezinde kamu hayatında kadın olduğu gibi tarladan bahçeye kadar da kadınlar çalışma ve üretim hayatının içindeydi.
- Kamu hizmeti yaptığınız dönemde de köy/kırsal alanla da bağlantınız sürüyor muydu?
– Çiftçi aileden geldiğim gibi, gelin olarak geldiğim İzbeli Ailesi’nin de toprakla ilişkisi çok yoğundu. Ancak şöyle bir şey vardı. İzbeliAilesi’ne girdiğimde bu topraklar biraz bakımsız kalmıştı. Hafız Selman İzbeli vefat etmiş, eşimin (Macit İzbeli) annesi yani kayınvalidem genç yaşta (34) penisilin alerjisi olup da bilinmediği için bundan dolayı vefat etmişti. Kayınpederim ise tek evlat olarak yetişmişti. Diğer 7 kardeşi vefat etmişti. Kayınpederim lise sonrasında memuriyete başlamış, daha sonra istifa etmiş ve bu süreçte ise köy toprakları ile ilgilenmemişti.
Topraklar çok genişti o zaman. Padişah IV. Mehmet (Avcı) tarafından verilen topraklardı.Ancak zamanla küçülmüştü. Kayınpederim 5 yıl boyunca (eşinin vefatı sonrası) evlenmemişti. Sonra dönemin milletvekili Muzaffer Müftoğlu’nun eşi ile evlenmişti. Eşim askerden geldikten sonra bunu bir nevi köye kapanıyor ve 7 yıl boyunca burada yaşıyor. O dönemde Macit Bey, Kastamonu’daki ilk traktörlerden birini alıyor, hem kendi topraklarını işliyor hem çevre köylere yardım ediyor ve başka işlerle de köyü toparlamaya çalışıyor. Daha sonrasında eşim Macit Bey, babası yani kayınpederim ile bazı sorunlar yaşadığı için köy hayatınıbırakıp şehirde yaşamaya başlıyor. O sıralarda rahmetli Tahsin Pideci, Satı Gökgöz ve Muharrem Ergin Şeker Fabrikasına lise mezunu çalışanlar alımı için giderken bu gruba Macit Bey’de katılıyor ve orada işe girip ben gibi o da yatılı bir çalışan olmaya başlıyor.
***
1959’da ben Şeker Fabrikasına başladığımda Macit Bey fabrikada çalışıyordu. İşte o andan itibaren ben de yavaş yavaş İzbeli Ailesi içine girmeye başladım. Tabii o dönemde tanışıp da hemen evlenmedik. Bizim evlilik sürecimiz 5 yılı buldu neredeyse. Tabii o dönemde ben rahatsızlıklarımdan dolayı evlenmeyi, belki olurda çocuklarım ve eşimin hayatında zamansız bir eksiklik yaratmak istemiyordum. Macit Bey ise hem evlenmek istiyor, hem de bir yandan evlilik için çok da hevesli görünmüyordu. O dönemde bir de Macit Bey biraz da deli dolu ve belalı idi ve fabrikadaki neredeyse her çalışanın ağası konumundaydı. İşte o günlerde yanıma gelip damdan düşer gibi “Benimle evlenir misiniz?” diye sordu. Benden “hayır” cevabı alınca nedenini sorup arkasını döndü gitti. O süreçte birkaç ayda bir gelip evlilik teklifini yineliyordu. O sırlarda aile üyelerimden halam, annem gibi insanlar ziyaretime geldiğinde ise Macit Bey çok misafirperver davranıp hepsi ile güzel bir muhabbet kuruyordu. İşte o dönemde 1960 ihtilali oldu ve fabrikada işler durduruldu. Fabrikadaki neredeyse herkes tayin edilirken ben yine şansımla birlikte sadece Ankara Etimesgut’taki fabrikaya gitmiştim.
Macit Bey bu arada Erzincan’a gönderilmişti. O sırada bana bir mektup yazmıştı oradan. O mektup ise bir labirent gibi kurgulanıp yazılmış, halimi hatırımı soran bir aşk mektubu idi. Ailem de bu dönemde benim evlenmem için ısrara başlamıştı. Ailelerde birbirini tanıyor tabii ki. İşte Kastamonu’ya dönüp de buradaki fabrikada çalışırken misafirhanede bir gün kapım çalındı ve Macit Bey geldi. “Neden benimle evlenmiyorsun?” diye sormaya başladı. Ben de ısrarına dayanamadım ve evliliği kabul ettim. 1964 yılının 17 Ekim’inde de evlendik.
Şeker Fabrikası’ndaki ilk düğün bizimkisi olmuştu. Nikâh zamanı odada oturmuş salona geçmeyi beklerken Macit Bey bana, “Benimle evlendiğinde çok fazla meşguliyetin olacak.Köy, şehir ve iş yaşamı gibi” dedi ve ekledi, “Evlenmekten vazgeçersen anlarım…” Ben de bu cümlenin üzerine, “Buraya kadar gelmişiz, bu saatten sonra vazgeçmek beni ve ailelerimizi ne hale getirir; hemen kalk hadi salona gidiyoruz, bu işi bitiyoruz” dedim… O da bu kararlılığıma kahkahalarla katıldı ve güzel bir anı olarak bu an da bizimle yaşadı.
Sonra köye gelip gitmeye başladık. Ama bağ-bahçe olan yerler bakımsızlıktan dağa dönmüştü ve Macit Bey de, ben de bu halini gördükçe çok üzülüyorduk. Daha sonra kayınpederim vefat etti (1968) ve miras işleri araya girdi. Köyden ve şehirden hatta şehir dışından birçok yer satıldı ve el değiştirdi. Ben de bu süreçte Macit Bey’e özellikle çiftlik alanının asla satılmaması gerektiğini söylüyordum ve buraya bu şekilde sahip çıkıldı. İşte o dönemde ben çiftliğe daha fazla sahip çıkmaya ve yeniden hayata geçirmeye başlamıştım. 1990’da Macit Bey vefat etti ve vefat sonrasında da çocuklarımı (Serdar ve Burak İzbeli) evlendirdim. Eşimin bana vasiyeti, “Sen ayakları üzerinde duran bir kadınsın; çocuklara ayrı bir ev aç” demişti. Sonra ben de çocuklarımın itirazlarına karşın köye yerleşmeye karar verdim. O süreçte tabii köyde kahya, bazı köylüler ve yardımcılar vardı ve ben de bu şekilde bir yaşama geçtim.
- Uzun süren kamu hizmetinden özel işletmeciliğe geçmek fikri nasıl oluştu ve bu geçişte ne gibi sorunlar yaşadınız?
– Çiftliğe yerleştikten sonra 90’lı yılların sonuna doğru dönem Valisi Enis Yeter beyefendi bir ziyaretinde, “Sabiha Hanım burası çok güzel ve özel bir yer. Burayı turizme açmayı düşünmez misiniz?” diye sordu. Ben de “Ben bir çiftçi kızıyım, bağ bahçe tamam da turizmden anlamam” desem de Enis Bey düşüncesinde ısrarcı oldu. Ve hemen akabinde yine Vali Bey’in büyük destekleri geldi. Bu desteklere Turizm Müdürü, dönem Belediye Başkanı Süleyman Bey de katkı verince biz de faaliyetlere başladık. Yine o dönemde Hayri Bülbül gelip yanıma “Ebe anne senin yapamayacağın şey yok, turizme aç” diye çok destek oldu ve ikna etti. Ama ilk başlarda tanıtım yok, broşür yok kulaktan kulağa yayılıp misafir bekliyoruz. O dönemde Deli Çoşkun (Coşkun Ataoğuz), ki kendisi hiç deli olmayıp çok akıllı birisi, damadının (Prof. Halit Çal) akademisyen arkadaşları gelmiş, bir telefon, “Abla sana misafir getiriyorum” dedikten kısa bir süre sonra 40 kişiyi etli ekmek yemeye getirdi. Normalde bizde etli ekmek tek tek doya doya yenilirken bu büyük gruba 3 sac açtırdım ve masaları yerleştirdim. Sonra grup geldi, ne masaya oturan, ne sıra bekleyen var. Tabağı kapan mutfağa gidiyor, düzen diye bir şey kalmıyor. Sırtımdan terler gele gele bu 40 kişiyi doyurduk. Ama bende yine büyük bir şaşkınlık, “eğer turizm böyle ise ben baş edemem” diye düşünürken misafirler ücretlerini ödeyince ne yalan söyleyeyim benim de hoşuma gitti ve bu işi başarabileceğimizi düşünüp yola tamca koyulmuş olduk.
- Özellikle turizme ve tarıma yönelik bir çiftlik işletmek konusunda Kastamonu’daki ilk kadın isimsiniz. Bu durum ilk başta nasıl karşılandı?
– Turizme, çiftlik-kahvaltı konsepti ile başlamış olmak aslında bazı çevrelerce çok güzel karşılandı. Ancak bu durum Kastamonu geneline yayıldığında ve sivil toplum örgütlerinin birçok kadın temsilcisi söz konusu olduğunda aynı olmadı. Ama buna net olarak sebep şudur diyemem.
Tabii benim için destekten önce benim neler yapacağım önemli idi. Toprağı ve tarımsal üretimi bilen birisi olarak turizmle birlikte çevremi daha iyi tanımaya başladım. Her bir mahsulün ürün olarak değerlendirilmesini düşündüm. Yani kendimi ve işletmeyi geliştirmem gerekiyordu. Tüm bahçeleri dolaşıyor özellikle her bir meyveyi çiftliğin kahvaltısına değişik bir ürün olarak yerleştiriyordum. Kahvaltı masamız günden güne çoğalıp çeşitlenirken 2009 yılında ülkenin önde gelen gurme ve yemek yazarları bizden habersiz gelip kahvaltımızı tattılar ve o dönemde de Türkiye’nin en seçkin ve özgün 10 kahvaltı mekanından biri olarak ilan edildik.
Tabii dışarıdan insanlara güzel ve ilginç görünen bu kahvaltımız Kastamonu insanı için alışık olduklarından pek cazip gelmedi. Çünkü biz zaten onların bildiği ürünleri hizmet olarak çıkarıyoruz. Durum böyle olunca onları yapılanın hem turizm olmadığı hem de çekici bir tarafının bulunmadığı düşüncesine sevk ediyor. Ben bu duruma aslında üzülüyorum. Birçok sivil toplum kuruluşu, dernek gibi yerden destek almadığımız gibi beni de herhangi bir faaliyete davet etmiyorlar. Oysaki ben hem kendine güvenen, ses getirebile, hem de birçok tecrübe ile insanlara katkı sunabilecek bir kişiyim. Ama davet edilmeyince üzülüyorum.
- Böylesi bir işletmenin başında bir kadının bulunması ve birçok kadın yardımcı ile çalışması nasıl bir duygu?
– Ben bu çiftliği işletmeye başlayınca burası benim üzerime geçti. Ama o dönemde bir kanun vardı. Emekli olanlar için çalışma ve işletme kısıtlaması vardı. Biz bu yüzden ceza bile ödedik ve burayı oğluma devrettim. Ama bir kadın olarak ve kadınlarla çalışma konusunda kesinlikle bilinçlere tercihlere yer verdiğimi düşünüyorum. Öyle ki, gelen misafir gruplarımızda şakayla karışık hanımlara evdeki başköşelere yerleşmeleri için cümleler kuruyorum. Yani kadına yönelik bir pozitif ayrımcılık hem işletmemizde, hem de misafirlerimize olağanca bulunmakta. Hatta bu çalışma düzeni içinde, buranın bir köy yeri olup emekçiler de köyden olunca herkesin olağan-günlük yaşantısı içinde nasıl giyiniyor nasıl davranıyorsa o şekilde olmasına bile dikkat ediyoruz. Bizim için önemli olan kadınların çalışması. (Konuşmamızın bu esnasında Şerife Hanım gelip çaylarımızı tazeliyor. Şerife Hanım için Sabiha Hanım sağ kolum ifadesini kullanıyor. Çünkü Şerife Hanım 30 yıldan fazla Sabiha Hanımla birlikte. İşletmeden önce bile köyün iş ve ihtiyaçları için çiftliktelermiş.)
- Kastamonu’nun en önemli kadın turizm elçilerinden biri olmak konusunda bir değerlendirme yapabilir misiniz ve erkeklere göre avantaj ve dezavantajları nelerdir?
– Bu soruya şöyle başlayayım. Şimdi Kastamonu’ya uğramadan Sinop’a ya da başka yerlere geçen birçok tur var. Bu benim hem dikkatimi çekiyor, hem de üzüyor. Bazı vesilelerle katıldığım bazı sektör temsilcisi toplantılarda bunu dile getirdim. Aldığım cevapların başında “Kastamonu’da hizmetin, insanın soğuk olduğu” yönelik oldu. Yani işletmeci ve ziyaretçi arasında bir iletişim kopukluğu, sıcak olmayan bir ilişki türü var ve bundan dolayı da tur ya da acentelerin Kastamonu’yu pas geçmesine neden oluyor. İşte bakın ben 88 yaşında bir işletmeci olarak, hâlâ güler yüz, kapıda karşılama, hoş geldin-hoşça kalın cümlelerini eksik etmediğim gibi çalışlarımıza da bunu hep öğütlüyoruz. Yani özetle özellikle sıcakkanlı olmak gerekiyor ilk başta. İşte bu noktada kadın bir adım öne geçiyor. Çünkü kadının yaratılış gereği erkeğe göre en önemli özelliği müşfik olmasıdır. Misal benim babaannem… Eskiden masamız oda ortasında kurulu iken kapı çaldığında masayı kaldırtmaz, gelenin aç olabileceğini düşünün deyip hemen güler yüzle buyur ederdi. Yani siz dünyanın en güzel ürününü de sunsanız, baklavalar börekler de ikram etseniz güler yüz ve sıcak bir samimiyet yoksa hiçbir işe yaramayacaktır. Benim bu düşüncem konuşma, buyur ve davranışlarıma da yansıyınca biz bir işletme olarak sadece kahvaltıya değil sıcak-samimi bir insanlık içinde misafir ağırlamış oluyoruz. Bunu bundan birkaç yıl önce TRT ekranlarında yayınlanan “Ömür Dediğimiz” programından sonra da yaşadık. Öyle ses getirdi ki, bırakın çiftlik ya da kahvaltıyı sadece benimle tanışıp sohbet etmek için bile gelen insan sayısını size anlatamam. Yani insanlar geldiği yerde mutluluğu bulabilmeli.
İşte kadın bu nedenle çok önemli. Yani burada bir işletme olarak değil evimize gelen misafirler olarak kabul edildiği için biz bence önemli bir başarı elde ettik ve ediyoruz. Hatta bir kadın ve anne olarak gelen misafirlerimizin küçük çocuklardan asla ücret almıyoruz. Ben buna karşıyım, çocuklar hepimizindir çünkü.
- Sadece turizm değil tarımsal anlamda da yenilikler ve yatırımlar yapıyorsunuz değil mi?
– Aslında çok yeni bir şey yok ama. Pınarbaşı’nda yapılan kara çorbanın ana ürünü olan kızamık ekşisinden ben marmelat yaptım. Ben onu yeni bir ürün olarak düşünüyordum ki sonra kara çorbayı öğrendik. Bu arada aslında Pınarbaşı’nda da bu üründen marmelat denenmiş, ama kara suyu ile yapmışlar. İşte ben bu sorunu aşıp kıpkırmızı bir lezzet ürünü ortaya çıkardım.
Bu benim çiftlikte en çok yapmak istediğim şeylerin başında ürün çeşitliliğini geliştirmek geliyor. Toprağı tanımaktan dolayı ürün çeşitliliğini soframıza yansıtmaya çalışıyorum sürekli. Aynı zamanda sürekli hareket etme, bir şeylerle uğraşma benim hayat tarzım. Ben de işte böyle boş kalmamak için geceleri de çok iş yapıyorum. Bir keresinde bir çuval dolusu sarımsak bırakın bana dedim. Ne yapacaksın diye sordular. Ben de reçel yapacağım deyince çevremdekilerin gözü açıldı. Hepsini soydum ve biraz meşakkatli de olsa reçelini yaptım. Tabii ilk başlarda adı sarımsak olup tatlı bir şeyle yan yana gelince milletin dikkatini çekmedi. İşte tam o sırlarda gazeteci Yavuz Donat eski bakanlardan Cemil Çiçek’le geldiler. Ben ürünlerini tanıtıp reçeli de söyleyince iştahla yediler. İşte ondan sonra ilk yaptığım 35 kavanoz sarımsak reçeli hızlıca satıldı ve sonra da bolca talep geldi.
Öte yandan tüm ürünlerimiz bize ait ve olabildiğince organik sunmaya çalışıyoruz. Çevremizdeki güllere bile ilaç sıkmıyoruz. Aynı zamanda yabani dediğimiz tüm erik ve elmaları da marmelat olarak değerlendiriyoruz ki hem çok besleyici ve sağlıklı hem de çok beğeni kazanıyorlar. Hatta ilk beğeni onayımızı rahmetli, Buğday Dergisi Genel Yayın Yönetmeni ve gurme olan Victor’dan almıştık.
- Kastamonu’da turizmin daha da geliştirilmesi için kadın istihdamı ve kadınların daha çok vitrine çıkması konusunda neler düşünüyorsunuz?
– Öncelikle kadınların istemesi gerek. Ben hayatım boyunca buna inandım. Yani mesele sadece turizm alanı değil. Herkadın günlük yaşamında üretimin içine katılabilmeli. Ebe olduğum dönemde birçok eve gittim ve kadınlara üretmeleri için destek oldum. Keza bu desteği sadece tavsiyede bırakmadım onların paraya dönüşmesi içinde elimden geleni yaptım. Her kadın ömrü boyunca bu şekilde çalışması, üretmesi ve bunları mutlaka istemesi gerekli. Bu sadece öylesine bir üretim dünyasına girmek değil. Kadınların evli bile olsalar kendi ayakları üzerinde durmaları gerekmekte.
Turizm alanında da kadınlar üretmeli. Ama biraz da yaratıcı olmaları gerekli. Ben destek ve tavsiyelerimi turizm alanında da kadınlara ilettim. Belli bir zaman sonra çevre köylerden kadınlar besin alanında ürünleri satmam için getirmeye başladılar. Çok güzel bir gelişim, ama ben zaten aynılarını üretiyorum. Keza ben bir de organik sertifika sahibiyim. Şimdi bu insanların ürünleri organik değilse satmam bile mümkün olmayacaktı. İşte o nedenle yaratıcı olup ürün çeşitliliğine geliştirmek gerekiyor.
Bu arada bence insanlarımızın pasif kaldığı bir taraf da birçok şeyin devletten beklenmesi. Evet destek veriliyorsa bundan yararlanılsın. Ama öte yandan insanların da kendini zorlayıp yeni bir şeyler için çaba sarf etmesi gerekiyor.
Bir de şöyle bir şey var. Kadının her alanda olduğu gibi turizmde de elini değdirdiği her şeyi güzelleştirdiğine inanıyorum. Kadın titiz ve güzelliğe inandığı için daha farklı düşünüyor. Yani biraz daha emek verilirse bambaşka güzellikler çıkacaktır. Bu noktada kadınlarda bir araya gelebilirler. Ülkemizde bunun çok fazla örneği var. Baş başa verince hem emek hem de düşünce anlamında çok iyi şeyler ortaya çıkacaktır. Bu güzel şeylerin içinde elbette ki uzmanlaşmak da gerekli. Yani her şeyi üretmeliyiz gibi bir hırsa kapılmadan tek bir alan ve sınırlı ürünle hem ilde hem de ülkede önemli bir isim haline gelebilirler. Bu noktada ada onlar uzmanlaştıkça belki başka yerlerden markalaşma, satış-pazarlama gibi alanlarda başka uzmanların desteği gerekecek ve bunlar da verilmedi.
- Tüm yaşam tecrübeniz içinde ve tarihsel süreçte Kastamonu’da kadının konumunu tanımlayabilir misiniz?
– Bu soru biraz sosyo-kültürel zemin, aile görgüsü ve eğitime bağlı bir cevap içeriyor. Eğitim çok önemli, eğitimli aileden gelmek çok önemli. İlk başta kadınların kesinlikle eğitim almaları gerekiyor.
Her ne kadar bazı dönemlerde öncü kadınlar, tarihsel misyonda çok önemli kadınlar yer almışsa da genel baktığımızda ön plana çıkan kadın karakter çok az. Evet, günlük yaşamın içinde birçok işte varlar, çalışkan ve ailesini ayakta tutsalar da ancak geleneksel bazı süreçlerden dolayı çok da ön plana çıkamamış Kastamonu Kadını. Bir çeşit toplumsal gölgede kalmak diyebiliriz buna.
- Kendinizden (ve ailedeki diğer önemli kadın isimlerinden) yola çıktığınızda Kastamonu’da kadınını daha iyi yerlerde görmek adına neler yapılmasını tavsiye edersiniz?
– Yukarıda da dediğim gibi kadınların birlikte olmaları gerekiyor. Birleşmeleri ve üretim alanında seslerini çıkarmaları varlıklarını ve yaratıcılıklarını göstermeleri gerekiyor.Kadın kendi gücüne inanmalı… Tek başına herkes olduğu kadar kadın açısından daha zor bir yaşam var çünkü.
Teşekkür ederiz.
MURAT KARASALİHOĞLU