Kadın gerçekliktir.
Hırsıyla, sevgisiyle, yaptıklarıyla, korumacılığıyla ve en önemlisi de inancıyla bir gerçekliktir.
İnanç ve sevgi temelinde bir şeye gönül vermişse kadın, dünyanın en güçlü, dünyanın en hırslı, dünyanın en gözü kara ve başlı başına şanlı zaferlerin abidesine dönüşür.
Bir kadın eğer ki en çok kutsadığı inançları uğruna gözünü karartmışsa bu kadının gerçekliği bir tarih yazacak kadar demektir. Düşleyin ki bir kadın en çok anneliğe değer verir. Yani evladınadır en büyük inancı, sevgisiyle mayalanmış. En çok kutsadığı, en çok koruduğu ve ondan ötesi olmayanadır.
Ne diyordu 10 Aralık 1919’u yaratan kadınlar:
“Vatan, milletin annesidir”
Vatansa anne olan, milletse evlat olan, kadınsa kendini vatan sayan inancının gerçekliğiyle gözü kara başladığı savaşta yarını aydınlık bir zafer kazanacaktır kadın.
***
10 Aralık fitilini ateşleyenler, bu büyük organizasyonu başarabilenler, bir toplumu topyekûn inancın utkusuna salıverenler işte bu kadınlardı.
Onlar efsane değil gerçektiler.
Ekmek kadar, toprak kadar, Kastamonu kadar, istiklal kadar gerçektiler.
Onlar, vatan sayıp kendilerini, milletini evlat bilip kutsalını korumaya ant içtiler. Onlar, aşk dolu bir maceranın değil, kan dolu bir savaşın içine attılar kendilerini. Onlar, bir benzerlerine, onların dünyayı harekete geçirebilecek güçlerine, onların evlat sevgisine güvendiler. Onlar yani kadınlar yine kadınların inancına güvendiler…
***
Kadınların gerçekleri, gerçeklikleri efsaneleri yaratmamış mıdır hep?
Hani Amazonlar, hani Jan Dark, hani Hürrem Sultan, hani Halide Edip, hani Şerife Bacı, hani meydanları dolduran Kastamonulu kadınlar.
İskitler Anadolu’ya ayak bastığında kadınıyla da savaşan bir topluluktu. Atın üzerinde ne erkeğinden geri kalıyor, ne düşmanına da aman veriyordu. Yerliler kadın savaşçıları görmüşlerdi ilk defa. İnanamadılar bu gördüklerine ve sonra kitaplara, şiirlere, hikâyelere Amazonlar diye geçtiler bu savaşan kadınlar. Efsaneleştiler ve hala anlatılırlar.
Kadın Anadolu’da da aynı kadın dünyada da aynı kadın. İşte Jan Dark; bir ulusun onur savaşının en güçlü savunucusu, bağımsızlık inancının anıtı ve en genç kurbanı da olmamış mıydı? Ama şimdi o da bir azize… Ve kendisine hala inanılıyor.
Ya da kendisine “muhteşem” denen, hatta “Tanrının yeryüzündeki gölgesi” unvanı verilebilecek kadar kudretli olan Sultan Süleyman’ı doğuran Ayşe Hafsa Sultan değil midir? O kudreti kanına, inancı yüreğine, bilgisini aklına Süleyman’ın kim verdi ki? Ya da Hürrem Sultan. O Muhteşem Süleyman’ı, o cihanın padişahını etkileyecek ve belki de tesiriyle iş yaptıracak kadar güçlü, dirayetli değil miydi? Ve hala okutulmuyorlar mı okullarda.
Ya da yokluktan inanç çıkarmış, bir ordudan daha çok zafer kazanmış, mermiden, süngüden daha çok korku yaratmış olan İsmet Hanım, Zekiye Hanım, Saime Hanım, Hafız Selma Hanım, Kamuran Hanım, Bedriye Hanım, Hafız Nebiye Hanım, Neyyire Hanım hala şükranla anmıyor muyuz, 90 yıldır inançla hatırlamıyor muyuz?
Ve onları takip eden tüm Kastamonu Kadınları… Yokluklarında, yoksulluklarında kendi hür iradeleriyle vatan için gönül verip, bir tek ziynetinden, gelinliğinden, çorabından, mintanından vazgeçecek kadar onurlu olmadılar mı? Hala o inanca, o kudrete, o iradeye saygıyla ve hayranca bakmıyor muyuz?
Onların hepsi tarih yazacak kadar önemli isimler. Onların hepsi tarihi yaratacak kadar inançlı isimler. Onların hepsi insanoğlu var olduğundan bu yana kadına biçilen emsalsiz rolün en başarılı karakterleri.
Onların hepsi efsaneler yaratacak kadar güçlü, soluk kadar gerçek kadınlar.
***
Kastamonu’nun özü suskunluktur aslında. Kalesinin gölgesine dağılmış dar sokakların aralıklarında kapı önü lakırdıları vardır kadınların ahşaplara sinen.
Pazara inerken çarını başını örtünmüş kadının aceleci adımlarının sesi vardır sokaklara vuran.
Her evin altına kurulmuş tezgâhlarında fanila ören kadınların sabırlarının sessizliği vardır akşamlarda.
Suskun bekleyişleri vardır karanlıklara, kiminde bir asker, kiminde gurbet, kiminde ekmek, kiminde de dönülmeyecek şafaklara…
Sessizdir, en çok sesi dudak kenarını bükerek verdiği saygı ifadesidir.
Suskundur kentinin evleri gibi, sabırlıdır kentinin yolları gibi ve ağırbaşlıdır Kastamonu gibi. Çünkü en büyük kudretleri barındırır damarlarında. En yüce inancı taşır yüreğinde. Vuslata ermiştir benliğinde ve gerçeği de bilir, gerçekliği de oldurur. Anne olarak, yar olarak, emek olarak…
Olur olmaza ses çıkarmaz, izler, takip eder ve neticeyi bilir. Her olana birden müdahale etmez. Harcamaz yani kendi öyle her şeye.
Ama bilir ne zaman konuşacağını da. Bilir ne zaman pençelerini açacağını, haykıracağını, göğsüne vura vura zırhları nasıl deleceğini bilir.
Yüzyıllık suskunlukların sabrından güç alan Kastamonu Kadını, işte vatan millete anne olması gerektiği yerde özgürlük çığlını atmayı bilmiştir. İşte binyıllık ağırbaşlılıktan aldığı kudret ile kendi sırasının geldiğiyle öldürücü hamlesini yapmıştır.
***
Kendi hamlesinin zamanı dedim.
Çünkü 1919 yılı koşullarında Kastamonu henüz tüm güruhuyla vatansever safta değildir. Padişah yanlısı yöneticilerin, kimi askeri kuvvetlerin tesiri üzerindedir. Ve henüz Milli Güçler yeni yeni organize olmaktadır. Sivas Kongresinden buyana Mustafa Kemal, Kastamonu gibi önemli bir vilayetin Kuvayi Milliye ile birleşmesi için çabalıyordu. Ki bu birleşme ancak 1919 yılı Eylül ayında olabilmişti.
Ama Kastamonulu kadınlar organize olup halkı Milli Güçlere yönlendirmek için çoktan çalışmalara başlamış, ateşten gömlekleri giymişlerdi bile.
Yani Kastamonu kadınlarının cesareti, belki de tarihin akışını değiştirecek dernekleşmeleri, örgütlenmeleri ve halka yönelik faaliyetlere başlamaları, kadının kendi hamlesinin zamanı gelmesini anlamasından başka bir şey değildir.
***
100 yıldır inancınıza, öngörünüze, ateşlediğiniz bağımsızlık utkusuna olan saygımızdan…
100 bin kere minnetin kelimelerini yüreğimizin en derin yerinden anmaktan…
Ve 100 asır unutulmayasınız diye olan çabalardan…
Kastamonu Kadınına, Kastamonu olarak 100 milyon kez teşekkürümüz olsun.
(*) Küçük bir 100. Yıl rötuşuyla yeniden…
MURAT KARASALİHOĞLU