Kırmızı Kedi Yayınevi’nden yeni bir kitap yayınlandı. Türkiye’nin önde gelen çevirmenlerinden Yüksel Pazarkaya tarafından dilimize kazandırılan bu eserin ismi “Hans Tröbst, Mustafa Kemal’in Ordusunda Bir Alman Yüzbaşı”. Kitabın orijinali 1925 yılında Leipzig kentinde “Asker Kanı-Baltık’tan Kemal Paşa’ya” adıyla yayınlanmıştır.
Yüzbaşı Tröbst, Birinci Dünya Savaşı’nda Batı Cephelerinde savaşmış bir Alman subayıdır. Savaş sonunda Versay Antlaşması ile Almanya’nın yenilmesini ve bir şeyler yapılmamasını içine sindirememiştir. İşte tam bu sırada aynı şekilde yenilmiş ve müttefikleri olan Türkiye’nin Serv Antlaşması ile parçalanmakta iken Mustafa Kemal Paşa isimli bir kahramanın direniş örgütlediğini öğrenir öğrenmez Anadolu’ya hareket eder.
Önce İstanbul’a ulaşan Alman Yüzbaşı daha sonra Talih adlı gemiyle buradan Anadolu’ya daha doğrusu Anadolu’nun giriş kapısı olan İnebolu’ya hareket eder. Fransız Ordusuna bağlı Faslı askerlerin işgalindeki Zonduldak’ta birkaç gün konakladıktan sonra bir pazar sabahı “Uzaktaki sahilde dağ yamaçlarına teras biçiminde yapılmış karlı evler vardı ve biz yaklaştıkça bir sürü sandal bize doğru atıldı” diyerek ilk izlenimini aktardığı İnebolu’ya ulaşır.
***
Bilindiği üzere o dönemde uygun bir liman yoktur. Gelen gemi/vapurlar açıkta demirlemekte ve İnebolulu denizciler ise hem insan hem de malzemeyi denizde oluşan dalgaların yükselmesi sayesinde gemiden alır ve karaya çıkartırlardı. İşte Alman Yüzbaşı ve diğerleri de bu şekilde gemiden alınıp, dalga dağlarının arasında karaya çıkar. Kıyıda ise denizden gelenleri ilk karşılayan askerlerin Alman tüfek ve mermi kullanıyor olmasını yüzbaşıyı verdiği kararda daha da umutlandırır.
İnebolu’ya bir Alman’ın inmiş olması hemen halk arasında söylentiye neden olmuş kente Alman Kayseri’nin geldiği konuşulmuş ve yüzbaşı bunu duyduğunda garipsese de “keşke gerçekten kayser gelseydi Almanya’da ya da Hollanda’da olduğundan mutlaka daha iyi bir muamele görürdü” diyerek hem Türklerden hoşnutluğunu hem de Almanların çaresizliğini dile getirmiştir.
İnebolu’ya ayak basan herkese uygulanan sıkı prosedür Alman Yüzbaşıya da uygulanır. Karşı ve yanlış propagandaya karşı İstanbul’dan gelen kişilerin elindeki gazetelere bile el konulur. Tüm kağıtları, izinleri didik didik edilir. İlk başta Almanca bilen biri olmadığı için işlemler uzar gider. En sonunda bir tercümana ulaşıldığında Alman Yüzbaşının meramı anlaşılır. Yüzbaşı, Mustafa Kemal’in saflarında gönüllü çalışmak için geldiğini söyleyince Türk karargahı ve gümrük dairesinde büyük bir coşku oluşur.
***
İşlemlerinin tamamlanması sonrasında o dönemde sayısı çok fazla olan otel ya da hanlardan birine yerleştirilen Yüzbaşı, refakatçileri ile birlikte kendi gibi Ankara’dan gelecek izni bekleyen birçok subayın doldurduğu aşevlerinden birine girerek çok lezzetli bulduğu Türk yemeklerini tadar.
Yüzbaşı o tarihlerdeki İnebolu’yu şöyle tarif eder: “Hemen neredeyse hepsi esnaf ve gemici olan sekiz bin nüfusa sahip. Dip dibe dükkanlar, satış tezgahları ve sahilde tekneler yan yana diziliydi. Kent, denizden kara içine yarım daire şeklinde çekilen şimdi karla kaplı ve tepeleri sis bulutu içinde saklı dağları yamaçlarında ters teras kurulmuştu. Daracık sokaklarda ürkütücü bir izdiham vardı, aşağı yukarı İstanbul Kapalıçarşı kadar. Altı dükkan olmayan az sayıdaki ev ise, alt tarafı ya kahvehane ya da berber idi. Mükemmel beyaz ekmekleriyle çok sayıda fırın ve aşevi ile lokanta ile dikkat çekiyordu. Üniformalı veya sivil subaylar, askerler, her zümreden siviller, şık iskarpinler giymiş tamamen örtünmüş kadınlar, hocalar ve şarkı söyler gibi seslenerek taze simit ve çörek satan oğlanlar, boş alanlar ve cami önlerinde rengarenk kıyafetler içinde köylüler dağlardan getirdikleri odunları satıyorlardı. Gemilerle gelen malzemeler eşek ve katır katarlarıyla derhal ülke içine sevk ediliyordu…”
Hayatında ilk defa bir deve katarını burada gören Alman Yüzbaşı altın işlemeli entarileri ile Arap Bedeviler yerine üstü başı dökülen devecilerin, şarkın değerli eşyaları yerine Standart Oil Company’nin petrol tenekeleri ve makine parçaları taşıyan bu deve katarı karşısında şaşkınlığını da gizlemez.
Nazım Hikmet ve Vâla Nurettin ile aynı tarihlerde İnebolu’dadırlar…
Odasında kaldığı bir sabah Alman Yüzbaşı’nın refakatçisi yanına uzun boylu bir Türk’ü getirir.
Bu genç, zarif bir Fransızca ile onun kente gelen Alman subay olup olmadığını sorduktan sonra içinde yüz adet sigara bulunan bir paket verir. Kendisini tanıtırken ise “Beyim, ben bir Türk şairiyim…ama yalnız küçük bir şair” der. Bu “küçük” Türk Şairi, o tarihlerde İnebolu’da bulunan ve Atatürk’ün isteği üzerine Milli Mücadeleyi desteklemek için yola çıkmış olan Nazım Hikmet’ten başkası değildir elbet. Bir şairi tanımaktan ötürü çok mutlu olan Yüzbaşı Tröbst, Nazım Hikmetle Göthe’nin “Genç Werther’in Acıları” adlı yayımlandığında Almanya ve tüm Avrupa’da çok ses getiren kitabı üzerine derin bir sohbete dalar. Nazım Hikmet’in edebi bilgisi karşısında hayranlığını gizleyemeyen Yüzbaşı, şairin yeni yazdığı bir şiiri dinledikten sonra da kendini alkışlamaktan geri koyamaz. Hemen yakın arkadaş olan bu ikili, ertesi günü Nazım’ın arkadaşlarıyla da tanıştıktan sonra Almanca koyu sohbetlerin içinde bulunur. Bu sohbetlerde Yüzbaşı, Türk Milli Mücadelesinin o güne kadar gelen evrelerini, ülkenin içinde bulunduğu durumu, ilk başta Serv Antlaşmasını kavrayamayan ve suskun kalan halkın, Yunan işgalleri ile nasıl uyandığını ve bu uyanışta demir bilekleriyle mücadeleyi kavrayan Mustafa Kemal’in ulusal uyanış dalgasına nasıl yön ve hedef verdiği gibi konular konuşulur.
Hava koşullarının çok kötü olmasından dolayı ağır bir soğuk algınlığına yakalan Yüzbaşı, 14 gün kentteki askeri hastanede yatmak zorunda kalır ve İnebolu’ya geldiğinin beşinci haftasında Ankara’ya geçiş izni gelir. Türk Ordusu tarafından kendine 25 lira yolluk verilir ve eşek kiralanır ve İnebolu’ya geldikten tam 40 gün sonra 10 Mart günü yola çıkılır.
İstikamet Kastamonu
10 Mart saat 12.00’de 20 eşek ve katırdan oluşan bir grupla harekete geçecektir Yüzbaşı ancak bu kervana geç kalır. Yol kılavuzu ve Hakkı isimli diğer asker ile yola hızlıca koyulurlar. Yaklaşık 1 saatlik yolculuktan sonra askeri çıkış noktasına gelinir ve izin belgeleri kontrol edilir. Buradan anayoldan sapıp kervana yetişmek için kısa ama oldukça dik bir patikaya saparlar ve ana kervana anca yetişirler. Belli bir süre hiç yerleşim göremeyen grup bundan hemen sonra neredeyse her 10 km’de bir hana rastlayacaktır. Bazı hanların konuk odalarından birkaç kuruşa çay ve tütün molası veren grup ilk günün akşamında hava koşullarının kötü sürprizi ile karşılaşır ve Yüzbaşı o anlar “Eller pantolonun ceplerine gömülü, kalpak kulakları örtmüş, baş kar tipisine karşı eğilmiş ve böyle saatlerce duygusuz bir adım diğer adımı izledi. Zifiri karanlık çöktü, yalnızca önümüzdeki bitip tükenmez kervan çıngırakları bize yol gösteriyordu” diyerek aktarır. İlk gün başka kafilelerinde konakladığı ana durağa gece saat 9’da ulaşılır. Ve bu yürüyüş iki gün daha devam ederek Kastamonu’ya ulaşılır.
Kent girişinde yine izin kağıtları askeri noktada kontrol edildikten sonra yolun solunda kalan kışlayı görür Yüzbaşı. Kışladaki askerlerin Alman tarzındaki eğitimi, talimlerdeki komutların Almancaya benzerleri üzerine gözlemlerini aktardıktan sonra şehir içine giden Yüzbaşı, önce karnını doyurur ardından kırmızı büyük binadaki komutanlığa gider. Burada oldukça samimi şekilde karşılanan Alman subaya Ankara’dan gelen emir tebliğ edilir. O gece bir otele yerleşen Alman Subay ertesi günü havali kumandanı Muhiddin Paşa tarafından kabul edilir. Bu görüşmeden sonra rütbesine göre Türk Ordusundaki ilk maaşı olan 75 lira kendisine teslim edilir. Resmi işlerden sonra caddeye çıkan subayımız, kentteki Batum’un Türkler tarafından geri alınması sevincini bir festivale dönüştürmüş halk ile karşılaşır.
Üç gün kaldığı Kastamonu için “resim gibi bir kent” diyen Alman Yüzbaşı, çarşı pazar dolaşıp her şeyin ne kadar bol ve ucuz olduğundan bahseder. Hatta, aşevlerinden 20 kuruşa alınan erzakla beş kişilik bir Prusya memur ailesini doyurmak mümkündür der ki akıllara o tarihten yaklaşık 700 yıl önce gelmiş olan İbni Batuta’nın Kastamonu için yaptığı benzer tasvirleri hatırlatır.
Subayımız burada aynı amaç için birleşmiş Faslı, Türk ve İngiliz üniforması ve Çerkez yerel kıyafeti giymiş Rus Subaylarla arkadaş olmuş ve 30 yıldır Kastamonu’da yaşayan bir Avusturyalının evine misafir edilmiştir. Subayın Kastamonu’da yaşadığı ilginç bir olay ise subay bir arkadaşından aldığı hint kenevirinden yapılan beş kuruşa el altından satılan lastikimsi olan uyuşturucuyu (esrar) ilk kullanması olmuştur.
Ertesi günü kiralanan üç at ile Ankara yoluna çıkan Alman Yüzbaşı yolun daha bakımlı olduğunu, hanlar diğer kesime göre azaldığını, sürekli yol yapımı çalışması olduğunu ve köprülerin de yenilendiğini söylerken yolun sürekli kafileler dolu olduğunu belirttikten sonra 40 km’lik bir traves sonucunda ilk gece konaklama yerine gelirler. Ilgaz ormanlarının hemen kıyısındaki bu ev kerpiç iki katlı yaşlı bir adamın işlettiği bir yerdir. İkinci gün dokuz saati tırmanış olmak üzere 11 saatlik yol sonunda ikinci hana varılır. Yol boyunca güzel betimlerle anlattığı Ilgaz ormanları yanı sıra yol arkadaşlarının hikayesi ve onlar üzerine olan gözlemleriyle yolculuğunu oldukça zenginleştirir Alman Yüzbaşı.
Yüzbaşı Hans Tröbst, 4. gün sabahı Çankırı’ya varır. Burada oyalanmadan yola devam eden kafile, sadece bölge ıssızlığından ama verimli görünmesinden ve neredeyse in’e benziyordu dediği bazı köylerden bahseder ve Ankara’ya ulaşır.
***
Bundan sonrası ise Yüzbaşının yine renkli gözlem ve anıları ile devam edecek mücadelesini içermektedir. Ama kitabın okuyucularına saygı açısından biz sadece Kastamonu ve İstiklal Yolu ile ilgili kısımlarından bilgiler aktarmakla yetiniyoruz. Ancak şu bir gerçek ki hem Türk Ulusal Kurtuluş Mücadelesi hem de Kastamonu’nun bu mücadeledeki önemini öğrenmek isteyenlerin mutlaka okuması gereken bir kitap.
Yazının başında da belirttiğim gibi, İstiklal Yolu’na ilişkin aktarılan birçok bilgi de İnebolu ve Kastamonu büyük yer tutar. Bu yolu geçecek herkesin Anadolu üzerine gözlemlerinin en büyülenmiş satırları güzergahın bu kısmından aktarılmış.
Öte yandan İstiklal Yolu, sadece Türklerin değil I. Dünya Savaşı’nda yenilmiş tüm halkların bağımsızlık umudunun çekildiği bir yer olarak daha ulvi bir anlama sahip olduğu görülür.