Kastamonu’nun neredeyse tarih boyunca bir ayağı İstanbul’da olmuştur. O nedenle bu iki şehir arasında kopmaz bir bağ, adı konmamış bir kardeş şehir ruhu oluşmuştur. Bu kardeş şehirde birkaç yüzyıl öncesinden başlayan yerleşimleri ile Kastamonulu aileler önemli bir yer tutmuş neredeyse 4’ncü nesilleri ile İstanbullu Kastamonular olmuşlardır.
İstanbul’daki bu yerleşik Kastamonular genelde yaşam mücadelelerini bu metropolde sürdürüp kariyer, başarı, sosyal statü ve prestij kazanırken bir yandan da kökleri olan Kastamonu’dan kopmamaya çalışmış, diğer bir yandan da Kastamonu kültürünün bayrak taşıyıcıları olmuşlardır. Bu bayraktarlık gündelik yaşamlarındaki başarı, azim ve sorumluluk sahibi olarak kendini gösterirken aynı zamanda Kastamonu mutfağını ve kültürünü İstanbul’da yaşatmaları, ilimize dair kültürel organizasyonlara destekleri ile bir de ballandıra ballandıra anlattıkları ata ocakları gezdirip yaşatmak için yaptıkları ile sürdürülmüştür…
***
İşte İstanbul’daki yüreği güzel Kastamonulu insanlardan iki kadın; hem iş ve gündelik yaşamlarındaki başarıları hem de kökleri olan Kastamonu’dan ellerini hiç çekmemeleri ile örnek birer Kastamonu kültürünün bayrak taşıyıcıları: Prof. Dr. Sakine Esen Eruz ve Nilgün Tekecik.
Sakine Hanım Kastamonu merkezden, emekli bir akademisyen. Nilgün Hanım ise emekli bir iş kadını ve Cide Çayyaka kökenli. İkisi de alanlarında hem ülkeye hem de dünyaya çok şey kattıkları gibi Kuzguncuk’ta yaşadıkları komşuluk desteği ile Kastamonu kültürünü temsil eden seçkin karakterler. Bu temsil sadece yaşadıkları İstanbul’da çevrelerine aktardıkları Kastamonu ile sınırlı değil. Anlattıkları ile büyüleyen bu iki karakter gibi pek çok Kastamonulu yakın çevrelerini yanlarına alarak butik turlar düzenliyorlar ve İstanbul’daki Kastamonu’ya olağanüstü bir Kastamonu’yu da eklemeyi başarıyorlar.
***
İşte geçtiğimiz hafta sonu Nilgün Hanımın organizasyonunda Sakine Hanım’ın da katkısıyla Kastamonu’ya böyle bir turprogram düzenlendi. İstanbul’dan gelen misafirler Kastamonu’da geçirdikleri vakitte adeta büyülendiler. Kültür, doğa, mutfak, damak zevki ve daha niceleri ile İstanbul’da dinledikçe derinleşen Kastamonu’nun yaşadıkça sonsuzlaştığını görünce hayran kaldılar desem abartmam. Nilgün Hanım iş kadını arkadaşlarını, Sakine Hanım da akademisyen arkadaşlarını davet ettikleri bu programa Şadıbey Çiftliği ev sahipliği yapınca gün boyu yollar teperek yorulan vücutlar Kastamonu’nun tatlı havasıyla her bir sabah yenilenmiş olarak güne başladı.
Kent merkezinde kültür (müzeler, meydanlar, antsa yapılar, konaklar ve daha nicesi ile) ve gastronomi çeşitliliğinin doyumuna ulaşan grup, 13 bin km²’lik ilin birçok nimetine ulaşmak için yer yer uzun yollar kat ederek hakedilmiş başka güzelliklere uzandılar. İkinci durak dünyanın Kastamonu’ya armağanı Küre Dağları oldu. Ee tabi güzergâh üzerindeki Mahmut Bey Cami, Mehran Cami ve konakları, Daday’ın hala korunan o şirinliği, Ballıdağ’ın soluklara soluk katan o ormanları üzerine Çatak Kanyonu’nun cam terası yürekleri ağza getirirken tarifsiz bir hazzı da yanında taşımıştı. Pınarbaşı’nda Köylüm Mantı Evi’nde alınan Kara Çorba, Mantı ve yöre otlarından yapılan mezeler ile enerji kazanan vücutlar daha sonra parkurunun her bir virajında farklı masallar anlatan Horma Kanyonu’nun 3 km’lik gizem dolu yolculuğuna çıkmaya hazırdı.
Hayatın genel bir felsefesi olarak kabul edilen bir düstur vardır: Erdem, yolda yürümek, yolları geçerken olan kazanılandır. Yani menzile ulaşmak dediğimiz, yaşam sürecinde ya da adımlarımızla donandıklarımızdır aslında… İşte Horma Kanyonu’nu da bu duruma benzetebiliriz. Hep bir sonraki adım bir gizi içinde barındırırken, hangi sonun beklediğini bilmeden ama yine hep bir merakla bir sonraki adıma yönlendirir bizi. Ama yine Horma’da yukarıda benzetmeye aykırı gelen bir şey vardır. Her ne kadar parkur bizi haz ve merak dolu adımlarla donatsa da parkurun sonunda karşılaşılan Ilıca Şelalesi ise zahmet dolu bir yolculuğun ödüllendirilmiş menzilinden başka bir şey değildir…
***
Kastamonu’nun en önemli ama nedense yeterli ilgisini veremediğimiz yanlarından biri de sahil ve deniz kültürüdür. Kastamonu’yu anlamak ve anlatmak için sahil asla es geçilecek bir durum değildir. O nedenle en keyifli güzergâhlardan biri olan sahil için kuzeye döndürüldü tekerler. İstikamet sahil olunca Ersizlerdere mevkiinde “Emin Abi’nin Yeri Meşhur Ecevit Çorbası” yerinde kahvaltı yapmamak olmazdı. Burası lezzetlerin buluştuğu, zihinlere farklı bir Kastamonu imgesinin işlendiği bir yer. Çünkü tereyağının o eşsiz aromasında içilen Ecevit Çorbası ile birlikte sahanda yumurtaların damaklara sunduğu zevke Ersizlerdere Kanyonu’nun ihtişamlı görüntüsünün birleşerek koku-tat-görsel unsurlarının dimağlara Kastamonu’yu neşrettiği yerdir. İnebolu’da başlayan deniz kokusuna Türk Ocağı İstiklal Yolu Müzesi, İnebolu Kent Müzesi, Oğuz Atay Evi ve GabakGavurGonağı’nın nezaketli ortamı da eklenince bir nebze olsun bu 2500 yıllık kent kültürünü ziyaretçilerine bir çırpıda sunabiliyor. Karadeniz’in her bir mevsiminde her bir balık farklı lezzettedir. Ama bu mevsimde de barbunya yenmeden gidilmez değil mi? Hele ki Nilgün Hanım’ın akrabalarınca İnebolu’nun misafirperverliği ile birleşince bu lezzetle Kastamonu’nun sahil kültürü de tanıtılmış olur.
İnebolu Kastamonu sahili için bir çıkış noktasıdır. Evrenye’nin minyatür tadında yapısı, Beldeğirmeni 800 yıllık anıt kavlanı (çınarı), Abana’nın ağırbaşlılığı, Hacıveli’nin doğal fotoğraf mizanseni ve Ginolu’nun antik çağların türkülerini söyleyen dalgalarının oynaştığı koyu da bu muazzam panoramanın başrol oyuncuları olarak böylesi güzel bir programın uğrak yerleri oldular. Dönüşü Yaralıgöz’ün etekleri ve Isırganlık mevkindeki bulut denizine bir de orman güllerinin kokusu eşlik ederken devasa Kastamonu coğrafyasında 4 mevsimin bir günde yaşanabildiğinin görünmesi ise Kastamonu insanları olarak ruhumuzun deliliğinin altında yatan neden olarak kabul gördü sanırım.
Peki Kastamonu gez gez, gör gör, tanı tanı biter mi? Tabii ki asla… Taşköprü’yü, Gökırmak’ıPompeiopolis’i görmeden bu kentin soylu tarihindeki bölgede hep başkent oluşunu anlatılabilir mi? Anlatılamazdı… İşte o nedenle 2 bin yıllık mermerlerin fısıldadıkları dinlendi önce, sonra Taşköprü Kent Müzesi konuştu misafirlere ve elbette en kalıcı anılardan biri olan tat duyusunu uyarmak için kuyu kebabının en yağlı ve kaburgalı kısımları anlatıldıkça derinleşen yaşadıkça sonsuzlaşan Kastamonu sadece bir kısmı ile misafirlere kucak açmış oldu…
Bu doyumsuz gezi İstanbul’dan gelen bu güzel yürekli insanların da katkılarıyla bir sosyal sorumluk hareketi ile son buldu. Sakine Esen Eruz’un merhum eşi Aytaç Eruz tarafından yaptırılan Aytaç Eruz Anadolu Lisesi ziyaret edilerek okulun idareci ve öğrencileri ile bir araya gelindi ve okul kütüphanesine kitap bağışı yapıldı. Bu şekilde bu güzel program yüreklerden yüzlere yansıyan tatlı bir tebessüm ve huzur ile tamamlılık kazanmış oldu.
***
İnsan için uzun ama Kastamonu için kısa bir program daha sona ermişti… Dillerde “Anadolu’nun en kadim kentlerinden birini gördük biz” cümlesiyle açığa vurulan hayranlık ve şaşkınlıklar… Tatmin olmuş ruhlar, kültür, doğa ve gastronomi ile doymuş dimağlarda hala ve hala bir türlü değerini anlatamadığımız Kastamonu’ya karşı baş eğercesine bir saygı ile veda vakti…
Nilgün ve Sakine Hanım gibi yüreği güzel insanlar kendi üzerine düşenleri fazlasıyla yapıyorlar. İstanbul’u Kastamonu’ya taşıyorlar, ellerinden geldiğince misafirlerini bir ev sahibi olarak ağırlıyorlar. Bir yandan da gelen misafirlerin gezi kültürü ve dünya vizyonları ile zenginleşen programlarını çevreleri ile paylaşıp Kastamonu’ya bir başka artı değer de sunuyorlar. Onların yaptığı gibi biz Kastamonu’ya ve Kastamonululara düşen de çok şey var tabi ki. Öncelikle ilimizi, kültürümüzü iyi ama çok iyi bilmek ve aktarabilmek. Sonra olmazsa olmaz olan hem kültürü ve tarihi hem de doğamızı olağanca korumak. Çünkü sadece seyrederek bile ruhlarımızı onarabildiğimiz bir doğamız (her bir yöne gittiğinizde farklı bir ormanın eşlik ettiği düşünülürse), kendine hayran bırakan bir tarihimiz var.
MURAT KARASALİHOĞLU