İnebolu, Arnavut kaldırımlı dik yamaçlara tırmanan sokaklar, düzlüklerde ızgara plana yayılmış büyülü bir yerleşim. Ve bu kent, yeşil bahçelerin içinde kırmızı aşı boyalı evlerinin gölgesine düşmüş zaman yansımasında 2 bin yıldır dünya tarihinde oynadığı önemli olaylarısessizce mırıldanıp durur. Bu tarih içerisinde; antik çağda tüm Roma İmparatorluğu’nda önemli bir güç kazanmış bir kehanet ve sağlık merkezine sahip yeni bir din ile yakın tarihimizde Anadolu’nun İstiklal Mücadelesini yürüten kağnı ve kayıkların destanı baş sırayı alır. Bunun yanında kırmızının birçok tonunda aşı boyalı evleriyle Karadeniz’e renk veren bir yerleşim olmasından, şimdilerde Yenikapı kazılarında çıkarılan ve önce kabuk yöntemiyle yapılmış teknelerin varlığını sürdürmeye çalışan ustalardan, bir yüzyıl öncesinde Karadeniz’e olduğu kadar Akdeniz’e bile ihraç edilen organik sebze, meyve üretiminin kadınların elinden sürdürüldüğü, sunulduğu pazarlara kadar birçok ilginç özelliği de barındırıyor, İnebolu.
Kuzey Anadolu’nun Karadeniz’e çıkıntı yapan coğrafyasında saklı kalmış,kahramanlıklar, efsaneler ve sürprizler yaratmış bir kent burası. Kastamonu’nun binlerce yıllık kent kültürüne sahip bu ilçesi bir yanı Karadeniz’in açıklığı, bir yanı ise dik yamaçlarla oluşmuş dağlara dayalı tipik bir Karadeniz yerleşmesi.Bu coğrafi karakterde ilçe merkezi ise Küre Dağları’ndan kopup gelen İkiçay Deresi’nin oluşturduğu görece düzlük ve çevresindeki teraslara kurularak şekillenmiş. Bu kent aynı zamanda derinliklerinde, mahallerinde, uzun sokakların ötelediği gölgelerinde ve taş döşeli yolların ulaştığı kuytularda ve basamakların sakinliğinde tarihin gizlerinden çok hareketli anıları saklar durur.
Yamaçlar boyunca yükselen evler, bu yamaçların en yüksek noktalarında da tek bir hat izleyen ve her biri denizi gören konaklar kentin genel karakterini oluşturur. Ve bu taraçalarla yükselen kentin konaklarına ulaşmak için kıvrılarak ilerleyen sokaklar vardır. Ki bu yollar insanlardan çok araçlar için oluşturulmuş. Ama bir ikinci yol sistemi de sadece insanlar için var İnebolu’da. O yol sistemi de yüzlerce basamağın art arda sıralanıp oluşturduğu merdivenler.
Kentin yamaçlarının en üst noktası ile en alt noktasını birleştiren, basamaklarının ucunda gök ile denizin mavisini kavuşturan merdivenler belki İnebolu’nun antik dönemlerinden kalma kent karakterini günümüze de bağlamayı ihmal etmez. Her bir basamağı kullanarak kenti dolaştığınızda antik İnebolu’yu ve onun kent sistemini duyumsamamak imkânsızdır. Her ne kadar günümüzde antik çağa ilişkin kalıntılar kendini pek göstermese de bu döneme ilişkin çok önemli gelişmelerden birine ev sahipliği yapar, Karadeniz’in kıyıcığındaki bu kent.
***
Samosatalı (Adıyaman-Samsat) Lukianos’un yaklaşık bin 800 yıl öncesinden günümüze ulaşan bir mektubu İnebolu’nun tarihte oynadığı ilk önemli rolü bize haber verir. Lukianos, Abonuteikhoslu (İnebolu’nun antik çağda bilinen ilk ismi) Aleksandros isimli bir sahte peygamberin kurduğu dinden ve onun MS 2. yüzyıl Roma İmparatorluğu dünyasında nasıl bir üne kavuşup geniş bir alana yayıldığından bahseder.
İnebolu’nun Roma Dönemi öncesi arkeolojik ve tarihsel geçmişi pek bilinmemekle birlikte, antik kaynaklarda ilk defa Strabon’da ismi Abonuteikhos olarak geçer. Bu kente dair bilinen en erken arkeolojik buluntu ise MÖ. 137 tarihli bir yazıttır. Ancak antik çağda İnebolu’nun kaderi MS 2. yüzyılın ortalarında ortaya çıkacak olan ve kendisi de Abonuteikhoslu olan Aleksandros isimli bir yalancı peygamberin kuracağı din ile değişecektir. Bu din, sağlık tanrısı Asklepios’un bir yılan tanrı olarak yeniden dünyaya geldiği düşüncesinde kurulan ve tanrısı da yılan vücutlu insan başlı Glykon’un dinidir.
***
Aleksandros gençliğinde Pyhthagorist düşünce temelinde reenkarnasyon yani yeniden doğuş felsefesinin yanında, iyileştirme gücü ve büyücülük gibi bilgiler alarak yetişmişti. Aleksandros eğitimi sonrasında yaşadığı çağın cazibe merkezleri olan bir kehanet merkezi kurmanın hayalleri peşinde koşturur. İşte bu düşüncelerle, antik Makedonya’nın başkenti olan Pella’ya olan bir gezisinde buradaki Asklepios kutsal alanında gördüğü büyük ve evcil yılanları, ilerleyen zamanlarda kendi kenti olan Abonuteikhos’ta kurmayı planladığı bilicilik merkezi için satın alır. Kuracağı bu bilicilik merkezi için ilk durak Khalkedon’daki (Kadıköy) Apollon Tapınağı olur. Aleksandros bu tapınağın derinliklerine gömdüğü tunç bir levhayı yeni bulmuş gibi yaparak, yeni doğacak tanrının daha yüzyıllar öncesinden müjdelendiği imajını yaratmaya çalışır. Bu tunç tablet üzerinde ise Asklepios’un, babası Apollon ile birlikte pek yakında Pontus’a gideceği ve Abonuteikhos’a yerleşeceği yazılıdır.Bu tablette yazan müjde Abonuteikhos’a ulaşır ulaşmaz da insanlar bu mucizevi habere inanır ve hemen bir Asklepios Tapınağı yapmaya bile başlarlar.
Aleksandros planınınikinci aşaması için soyunun tanrılardan geldiğini gösterir kıyafeti ile Abonuteikhos’a gitmiştir. Burada yapılmakta olan tapınağın temellerine daha önceden hazırladığı kaz yumurtası içine yavru bir yılanı koyarak yerleştirir.Aradan bir süre geçince de yeni tanrının doğacağını müjdeleyen dualar ve esrik sözlerde bulunduktan sonra, tapınak temellerinden çıkardığı yumurtayı kırar ve içinden canlı bir şekilde doğan yılanın yeni tanrı olduğunu bildirir.
Abonutekhoslular, mucizevî bir şekilde bir tanrının doğumuna, dolayısıyla yeni bir din ve arkasından gelecek kehanet merkezinin kuruluşuna şahit olmaktadırlar. Aleksandros yeni doğan yılanın bir tanrı olduğunu göstermek için, bu doğumdan birkaç gün sonra Pella’dan aldığı büyük yılanı insanların karşısına çıkarmak için hazırlanır. Bunun için ise keçe ve kuş teleğinden hazırladığı ve üzerine de insan gözü ve ağzı çizdiği bir başlığı yılanın kafasına yerleştirir. İnsanların karşısına Aleksandros’un kucağında loş bir oda da çıkan yeni tanrı, azametli cüssesi ve yılan vücudu üzerindeki insana benzeyen başı ile kendisine inananlara yüzünü gösteriyor hatta onlarla konuşuyordu. Bu yaşananlar kısa sürede çok geniş bir alana yayılır ve yeni tanrının ünü birden bire İnebolu’nun da içinde bulunduğu Paphlagonia’nın yanında komşu bölgelerde de artar. Asklepios’un yeniden dünyaya gelmiş hali olan bu yeni tanrının adı ise onun peygamberi Aleksandros tarafından “Glykon” olarak açıklanır.
Glykon’un insanların karşısına çıkarak kendini göstermesine ve onlarla konuşmasına “kendi sesinden” deniyordu. Tanrı, insanların karşısına çıkıyor ve onların her türlü sorusuna birebir cevap veriyordu. Loş bir odanın içinde, dev yılan vücudu üzerinde uzun saç ve sakalı, insana benzeyen yüzü ile canlı bir tanrı insanların karşısındaydı.Yılan tanrı Glykon’unkendini insanlara birebir göstermesi çağın kehanet uygulamalarına da yeni bir anlayış getirmişti. Ayrıca Aleksandros, dâhiyane aklını kullanıp, dönem dünyasının köklü inançları olan Apollon, Asklepios, Selene, Perseus, Eleusis gizemleri ile yakın doğudan Sabazios ve Serapis gibi inançlardan kombinasyonlar yaparken, bir yandan da yeni uygulamalarla kendi dinini popüler hale getirmeyi iyi başarmıştı.
Yeni tanrı Glykon, babası tanrı Apollon’dan bilicilik yani geleceği görme, Asklepios olarak da insanları iyileştirme gücüne sahipti. Antik çağ Anadolusunun birçok yerinden insanlar yeni doğan tanrıyı görmek, onun kurduğu bilicilik merkezinden ve sağlık merkezinden faydalanmak için Abonuteikhos’a geliyordu. Şehir büyüyor, canlanıyordu. Glykon’un ünü arttıkça heykelleri, resimleri yapılıyor ve satılıyordu. Gün geçtikçe artan inanır sayısına Roma’nın senatörleri, Anadolu valileri ve komutanları da katılmaya başlamıştı. Peygamber Aleksandros’tan kehanetler alıyorlar, tanrı Glykon’a başvuruyorlardı. Bu önemli şahıslar arasında Asya proconsül ve consullerinden olan Puplius Mummius Gisenna Rutulianus – ki sonradan kendisi Aleksandros’un damadı olacaktır-, Kappadokia Valisi Marcus Sedatius Sevarianus ile dönemin Roma İmparatoru Marcus Aurelius da vardı. İmparator, Germenia’da yapacağı bir savaş öncesinde Glykon’un kehanetine başvurmuştu.
Peygamber Aleksandros, Roma İmparatoru’ndan bile saygı görünce kentin ismini de değiştirmişti. Apollon’un soyuna dayanarak kendisinin ve şehir halkının Ion kökenli olduğunu göstermek açısından şehrin ismini Ionopolis’e çevrilmesini imparatordan istemiş ve bu isteği kabul görmüştü. Artık kente ait sikkelerin bir yüzüne şehrin yeni ismi, diğer yüzünde ise yılan tanrı Glykon’un resmi bulunuyordu.
Ortaya çıkardığı yılan tanrı Glykon ve kurduğu kehanet ile sağlık merkezi sayesinde kısa sürede büyük bir üne kavuşan Aleksandros, kendisine iletilen bir kehanete göre 150 yıl yaşaması öngörülürken o ise yaklaşık 70 yaşında bacağındaki kangrenden dolayı ölmüştü. Onun yerine başka hiçbir peygamber ya da halefi geçmemiş olmasına karşın kurduğu kültü arkeolojik verilere göre en azından MS 3. yüzyıl ortalarına kadar canlı bir şekilde devam etmiştir.
Bu yeni dinin yani Glykon’un antik çağda ulaştığı üne dair kanıtlar günümüzde geniş bir coğrafyada keşfedilen arkeolojik kanıtlarla da gözler önüne serilmekte. Başta İnebolu’nun antik sikkeleri olmak üzere Anadolu’nun yanı sıra Atina ve Balkanlar’da yer alan antik kentlerden bulunan sikke, heykel, amulet gibi arkeolojik buluntular Glykon inanırlarının kısa sürede ne kadar geniş bir coğrafyaya yayıldığını göstermesi açısından ilginçtir.
***
Kısa bir tarih anımsamasından sonra kentin içinde yitik bir miras gibi duran antik dönemden belki de Glykon’un zamanından kalanarkeolojik parçalara daha da dikkat etmeye çalışarak bugüne ulaşıyorum. Bu teraslı kentin merdivenleri arasında ilerlerken en güzel özgürlüğü yani çocukluğunu doyasıya yaşayan Yusuf ve arkadaşlarının kahkahaları bugüne gelmem de etkili oluyor elbet. Konutlar arasında yeşilin yaşadığı, sokakları evlere, evleri bahçelere ulaştıran merdivenlerin başında arkadaşlarıyla, hayvanlarıyla, sokaklarla oynayan Yusuf’la… Sarışın, renkli gözlü ve sokakların tozundan nasibi almış elbiseleri ve yüzü ile İnebolu’nun renkli evleri arasında farklı bir yüz gibi karşımda duruyor. Toprağı kazıp kumdan kaleler yapmak ve hayvanlarla iyi geçinmek konusunda uzman olduğunu söylüyor arkadaşları. Henüz okula gitmeyen Yusuf, yaşından beklenmeyecek vakur bir edayla “Bu sokakları avucumun içi gibi bilirim, hangi sokak, hangi merdiven nereye çıkar hepsini” diyor karşımda. Ama bunu söylerken de yavrusu ile ilgilenen bir köpeğin sırtında!
Yusuf, özdeşleştiği köpekleri ve sokaklarıyla birlikte bir süre bana eşlik ettikten sonra yine merdivenleri takip edip deniz kenarına doğru iniyorum. Günlerden cumartesi. Yani İnebolu’nun o cıvıl cıvıl kadınlar pazarının zamanı. Pazar ve hemen arkasındaki dar sokaklar o gün İnebolu’nun çevresinden gelen köylü kadınların hâkimiyetinde. Bu pazarın en önemli özellikleri arasında ise gelen her ürünün yerli ve olabildiğince de organik olması. Ben buraya “yerli üretimin arenası” diyorum.
Pazar alanında birbirinden renkli ve canlı tezgâhlardan biri hemen gözüme çarpıyor. Çünkü tezgâhın sahibi Şahine Özdemir (56) önüne dizdiği onlarca bez torbada İnebolu’nun sebzelerine ait tohumları satıyor. Yukarı Çaylı Köyü’nden gelen Şahine Hanım, kendi bahçesinde ürettiği çoğunluğu sebzelere ait olan tohumlarını pazara getirerek aile ekonomisine katkı bulunmaya çalışıyor. “Özellikleri nedir” dediğimde bana, “Benim bahçemin, benim ürünlerimin tohumları bunlar. Kendi yetiştirdiğim ürünlerin tohumlarını çıkarıyorum, işte böyle ekim mevsiminde de pazara getiriyorum. Ne ilaç ne başka bir şey, doğal hepsi de” cevabını veriyor.
Bamya, tarak dalı, onlarca fasulye, keten, marul, domates, tere, maydanoz, pazı, çörek otu, ısırgan ve daha nicesi ile “bizden” bir şeylerin ekonomisi dönüyor.Hemen yan tarafta Melahat (Demirci-45) Hanımın tezgâhı var. Üç evlat okutuyor Melahat Hanım ve hem bahçesinde hem de evde ürettikleri ile evin ekonomisine, evlatların eğitimine destek veriyor. Tezgâhında ıhlamuru, elması, tereyağı olsa da köy fırınından çıkarttığı ekmekler dikkatimi çekiyor. Hemen kesiyor bir dilim, “Tat, almayacaksan da tat, boş geçme” diyor. Korupınar’dan gelmiş, “Mevsimine göre ne yetişirse getiriyorum pazara. Emanetçiye de veriyorum hem ekmek hem sebze. İstanbul da yesin değil mi?” diyor.
“İstanbul” diyor Melahat Hanım, çünkü İnebolulu üreticiler yaklaşık yüzyıldır emanetçiler denen taşıyıcılarla her hafta İstanbul’a taze sebze ve meyve göndererek daha geniş hacimli bir ticaret yapıyor. Eskiden kooperatif olarak yapılan bu iş, şimdi bireysel olarak devam etmekte. İnebolu’dan gece yüklenen ürünler Kasımpaşa, Bayrampaşa, Balat, Kavacık gibi semtlere sabah ulaşıyor ve buranın pazarlarına sunuluyor.
Melahat Hanım’ın yanında akrabası, 80 yaşındaki Kerime Demirci Teyze var. Ondaki hikâyeler, yaşanmışlar ve daha nicesi bir yakın tarih masalının ötesinde.Birçok anısının yanında eski bezir yağı yapımcılarından olması ilginç geliyor bana. Bir zamanlar Kastamonu sahil şeridinin tüm dağları keten ekiliyken şimdi yalnızca bir üreticisi kalmış. İşte o son neslin emekçilerinden biri. “Ne çilelerle yapılırdı” diyor. “Ayda 7 gün gelirdi bezirhanede sıra. Yetişsin diye 7 gün geceli gündüzlü çalışırdık. Ödülse, gün şafağa varırken sıcak sıcak çıkmış mısır ekmeğini taze yağa bandırıp yemek olurdu” diyor. “Taze yağı sofralık, acımışını yani beklemişini boyaya, çerçeveye kullanırdık. Lifinden ne çarşaflar ne önlükler dokuduk. Hastalık da yoktu o yağı yediğimizde, bir sağlık sorunu da. Şimdi öyle mi?” diyor ve değişen dünyaya kendi tecrübelerinin haklı yanından bir örnek vermiş oluyor.
İnebolu’da, bir yandan organik bir pazarın yaşamın olağanı olarak devam etmesi heyecan yaratırken, bir yandan da bazı el zanaatı uğraşların kan kaybediyor olması ise üzücü. Pazardan ayrılıp İnebolu merkezine doğru ilerlerken dar sokaklarda boy boy sepet örenler, el yapımı dövme bıçak satanlar gibi birçok yerel el zanaatçısı görüyorum. Sokağın sonunda ise Feti (Gürel-68) Amca’nın semerci dükkânına giriyorum. Oldukça engebeli bir araziye sahip İnebolu’da hayvan taşımacılığının hâlâ geçerliliğini sürdürmesine karşın yalnızca bu işi yapan iki usta kalmış. Feti Amca, çocukluktan, yani çıraklıktan bu yana işin içinde. “Zor değil mi bu zamanda bu meslek” diye soruyorum hemen?
“Zor” diyor Feti Amca, “Zor, ama hâlâ İnebolu ve köylerinin şartlarına göre yaşaması gereken bir meslek” diyor. Keçe ve ahşap bu işin yani semerin özü. Keçe belli bir süredir Balıkesir’den geliyormuş. Ki Feti Usta’nın gençliğinde ise bugün varlığını bile hayal edemeyeceğiniz şekilde Kastamonu keçesi kullanılırmış. Semerin ana malzemesi olan ahşap ise gürgen ağacından. Bu ağaca şeklini veren usta, daha sonra saz ve kamıştan dolgusunu yaptığı işine keçe ile şekil verdikten sonra keçi derisi ile son noktayı koyuyor. Sadece iki usta kalmalarına karşın bugün de geçerliliğini sürdüren bir meslek semercilik, İnebolu ve çevresinde.
***
1800’lü yılların sonunda çıkan büyük bir yangın sonrasında ızgara planlı olarak oluşturulan caddelerin arasından 125 yıllık bir yapım öyküsü olan limana doğru ilerliyorum. Yapımına 1882 yılında Kastamonu Valisi Sırrı Paşa döneminde başlanan, ancak bir türlü yakın zamana kadar bitirilemeyen bir liman burası. 2007 yılında ise 3 padişah, 59 hükümeti gördükten sonra nihayet hizmete girdi.
Ancak ilçede uygun limanın olmadığı zamanlarda, yani 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İspanya kıyılarına kadar ulaşan bir ticaretin varlığının olması ise oldukça şaşırtıcı. İlçenin eski belediye başkanlarından olan Fikret İşeri (78) kendisi de ticari bir geçmişten geldiği için o günleri şöyle özetliyor:
“İnebolu aslında önemli bir sebze ve meyve üreticisi ve ihracatçısı bir bölge. Yani ticari işlevi olan bir yer. İnebolu Ticaret Odası da böylesi bir alt yapıya bakarak Anadolu’nun ilk ticaret odalarından birisi olarak kuruluyor. Benim aile geçmişim de ticaretle uğraşanlardan oluşuyor ve bu ticaret odasının kuruluşu ile birlikte 1880-81 yılında buraya kaydoluyor. İnebolu’da keten tohumu, çekirdek, elma ve yumurta ihracatı 1800’lü yıllarla birlikte yoğun olarak yapılıyor. Ve bu ihraç Karadeniz kıyılarındaki yakın yerlere değil, Rusya, Balkanlar, Mısır ve hatta İspanya’ya. Misal, yumurtaların konduğu ve içinde özel bölmelerin bulunduğu sandıklar vardı ve bunlara tabut denirdi. Elma da önemli ihraç mamulüydü. Nereden baksanız 1900’lerin başlarında en az 30 elma tüccarı vardı. Çünkü bölgede çok çeşitli elma yetişiyordu ve oldukça da rağbet görüyordu.”
Bir deniz ve denizci kenti İnebolu. Tarihte bu nedenle özellikle de mavnacı ve çektirmeleriyle Milli Mücadele Tarihinde ünlenmiş ve hatta 1924 yılında TBMM tarafından verilmiş Beyaz Şeritli İstiklal Madalyası ile de onurlandırılmış.Bu tarihten geriye gidildiğinde aynı zamanda özellikle batılı gezginlerin notlarında Osmanlı Donanması için önemli gemi üretimi bölgesi olduğu sık sık vurgulanır. Denizciliğe ilişkin böylesi bir geçmişe sahip İnebolu’nun limanına vardığımda çağdaş teknelerden farklı ve ismi “Şevval” olan tekne gözüme ilişiyor. Tekne, geleneksel anlamda İnebolu kıyılarına özgün bir çektirme tipinde yapılmış. Vakit kaybetmeden tekneye atlıyorum; tabii ki Şevval’in yapımcısı ve kaptanı Mustafa (Yaşar-1951) Bey’in izniyle.
Mustafa Bey, dedeleri Kafkasya’dan göçüp önce Rize’ye daha sonra da İnebolu’ya yerleşmiş bir aileye mensup. Kendisi bir memur emeklisi. “Nereden aklınıza geldi böylesi geleneksel bir tekneyi bu çağda yapmak” diye sorduğumda, “Çocukluk yıllarından bu yana denize, denizciliğe düşkün bir yapım vardı ancak bir özlemle büyüttüğüm hayallerime emekli olunca kavuştum” diyor. Teknesi hakkında biraz bilgi istiyorum elbet. “ Meşe ve kestane kerestelerinin yığma tekniğiyle yaptık. Ama ben yeni bir eklemeyle kernamesi ve armasını 1930’ların stilinde Latin yelken sisteminde yaptım. İçinde ise 3 yatak odası, bir salon ve bir de mutfağı var Şevval’in. 14 metre boyunda, 4.5 metre genişliğinde ve 2.75 yüksekliğindeki (omurga üstünden tabii ki) Şevval’in yapımına 2005 yılında başlandı ve 2007’ye kadar aralıklarla ama sonrasında kesintisiz bir çalışma ile 2010 yılında bitirilerek denize indirildi” şeklinde özetliyor bu hayranlık verici işi. Ve Şevval, o siyah beyaz fotoğraflarında gördüğümüz heybetli çektirmeler gibi İnebolu limanını süslüyor şimdi.
Aslında Mustafa Kaptan’ın böylesi bir işi başarmasının yanında teknesiyle yaptığı ve aslında tüm Anadolu sahillerine Karadeniz çektirmesini göstermek amaçlı bir de gezisi bulunuyor 2011 yılı sonbaharında. Önce doğuya, Sinop’a doğru bir deneme seferi yapılıyor. Daha sonra ise 17 Eylül’de başlayıp 8 Ekim’de son bulacak İnebolu’dan Balıkesir-Küçükkuyu’ya kadar sürecek seyahati gerçekleştirmiş. Amacına bazı imkânsızlıklar nedeniyle ulaşamasa da bin deniz mili yol katederek geçmiş yüzyılların seyyahlığını bugüne taşımış Mustafa Kaptan.
Denizcilik literatüründe İnebolu Kütüğü ya da İnebolu Kayığı adı verilen düz karineli, çift başlı ve önce kabuk yöntemiyle yapılan bir teknesiyle de yer almakta. Özellikle mübadele dönemine kadar Rum ustalarca yapılmış bu tekne türü. Karadeniz’in Osmanlı İmparatorluğu’nda bir iç deniz gibi olması ve ticaretin neredeyse tek elden yapılmasından kaynaklı olarak yeni tekne biçimlerinin Karadeniz’e girmemesiyle varlığını 20. yüzyıla kadar canlı tutmuş. İşte bu teknelerin tarihin derinliklerinden taşıdıkları geleneksel yapım teknikleri taşımış olmaları yanında özelikle Milli Mücadele döneminde henüz bir limanı olmayan İnebolu’da ilçeye gelen lojistik, cephane ve insan taşıyan gemilerin açıkta demirledikten sonra her türlü hava koşulunda kıyıya taşınmasıyla bir mucizenin de yaratılmasında büyük önem taşırlar.
İnebolu’da kayıklar ile başlayan bu mucize elbette sonra başlı başına bir destan olan kağnılarla gerçeğe ulaşmış. 1920-1922 yılları arasında biteviye devam eden bu kağnı kolları ile cephanelerin Kastamonu-Ankara yoluyla cephelere nakli, ulusal bağımsızlığa uzanan en uzun ve meşakkatli yollardan biri olsa gerek. Özellikle arşiv fotoğraflarından ve dönem tanıklarının belgelerinden görülenler üzere kadınların yoğunluğunda ve cefakârlığında çekilen bu kağnı kolları, istiklalin adımları olarak tanımlamak gerek.
***
Yakın tarihin içinden çıkıp aslında hâlâ binlerce yıllık tarihini yaşayan İnebolu’nun o kırmızı aşı boyalı sokaklarının içine dalıyorum yeniden. İlçede 350’den fazla konak tescilli ve koruma altında. Ve bu konakların da büyük bir bölümü ilçe yakınlarındaki Aşı Köyü’nden çıkarılan demir oksitli toprağın hammaddesi olduğu aşı boyası ile kaplı. İlçe yapılarına ve genel panoramasına eşsiz bir estetik veren bu boyanın kullanımı aslında Karadeniz’in sert ve yağışlı iklime karşı ahşap yapıların korunabilmesi pratiğinden çıkmış. Toprak ham halde alındıktan sonra keten tohumundan yapılan bezir yağı ve ardıç katranı ile birleştiriliyor. Hazırlanan bu karışım, katkı maddelerinin birbiri içerisine girebilmesi için uzunca bir süre dinlendirildikten sonra kullanıma hazır hale geliyor. Toprağın içeriğindeki doğal mineral bir pigmentler ışıktan ve hava koşullarından pek de etkilenmiyor.
İnebolu evlerinin dışarıdan görülebilen bir başka özelliği de çatılarda kullanılan ve yine Karadeniz’in sert poyrazlarına karşı koyması için yerleştirilen “marla” diğer bir adıyla “arduvaz” taşı. İnebolu ve sahil bandında bulunan volkanik bir kayaç türü bu.Tabakalar halinde bulunan bu taş, belirli ocaklardan kesilerek çıkartılmakta. Taşlar, çatıya uygun şekilde boyutlandırıldıktan sonra yerleştirilmekte.
Ve artık son durağıma doğru ilerliyorum. Geriş Tepesine. İlçenin hemen üzerinde ve 495 metrelik sert bir yüks
eltinin üzerindeki bir başka tarihsel mekâna doğru. İlçe panoramasına hâkim bir nokta. Buradan bakıldığında İnebolu’nun yerleşim karakteri, Karadeniz’e doğru nasıl hırsla atıldığı ve yine Karadeniz’le olan biteviye mücadelesi çok daha iyi görülebiliyor. “Tarihsel mekân” dedim, çünkü Geriş Tepesi üzerinde geniş bir alana yayılmış olan manastır kalıntıları mevcut. Yapım tarihi belli değil. Ancak yapı kalıntılarının geniş bir alana yayılması, birçok yapıyı içeriyor olması buranın önemli bir yer olduğunu gösteriyor. Öte yandan 1817-1819 yılları arasında Karadeniz üzerine bir seyahatname yazan M. Bijişkyan, dağ üzerindeki eski bir manastıra senenin belli zamanlarında çok sayıda ziyaretçinin gelerek mes ayini yaptıklarını söylemesi aslında bu manastırın sadece İnebolu açısından değil yakın çevredeki birçok yerleşmedeki gayrımüslüm nüfus için de önemli olduğunu göstermekte.Günümüzde henüz bir arkeolojik çalışma bu alan için planlanmamış olsa da, Kastamonu Valiliği bugünlerde Geriş Tepesi’nden kıyıya bir teleferik hattı projesi üzerine yoğunlaşmış durumda. Yapıldığı takdirde keyifli bir macera insanları bekliyor olacak.
Güneşin denizden doğup yine denizden battığı yer burası. Küçük sayılabilecek fiziksel yapısına tarihsel anlamda ne kadar büyük yazgılar düşmüş. Ama bu yazgılar da kaderini asla karartmamış İnebolu’nun, tam aksine aydınlık bir yüzle günümüze ulaşmış. Ancak hâlâ kimi sırlarıyla da bekliyor İnebolu. Roma İmparatoru’nu etkileyen, imparatorluğun büyük bir kısmına yayılan Glykon Kültü’nün doğduğu yer olan İnebolu’daki seyri, kült yapılarına ilişkin bilgiler ve ilçenin antik dönemdeki yapısının yanında yakın tarihte Anadolu’nun ve hatta Karadeniz ülkelerinin kaderinin etkileyen rolüne, organik tarımın pazara ulaşmasına kadar birçok özelliği hâlâ keşfedilmeyi bekliyor.