Hutbe; Cuma ve bayram namazlarında, minberde imam tarafından okunan dua ve verilen öğütleri kapsayan konuşma demektir. Müslümanlar, Cuma gününe daha fazla özen gösterir; yıkanır, temiz giyinir ve câmiye öyle gider. Cuma namazı toplu şekilde câmilerde kılınır. Nâdiren başka mekânlar da olabilir.
Cumanın ilk sünneti kılındıktan sonra içerde ezan okunur. Bu sırada imam efendi minbere çıkar, dua eder, güncel konular hakkında konuşma yapar. Konuşma; gerçekçi, tarafsız ve bilimsel çerçevede hazırlanmalı, herkesi ilgilendirmeli. Tartışma yaratacak, birliği bozacak konulara yer verilmemeli; İslâmın ruhuna uygun kucaklayıcı bir dil kullanılmalı. Asıl amaç, insanları bilgilendirmek, ortak düşünceler etrafında birleştirmektir.
Son yıllarda hutbeler tartışılmaya başlandı. Bu çok sakıncalı; çünkü cemaat arasında ayrışma meydana geliyor. Konuşmaların dinî, siyasî, felsefî, sosyolojik, ekonomik ve kültürel boyutları var. Biliyorsunuz, bütün câmilerde, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan gönderilen aynı hutbe okunuyor. Câmiye her düşünceden insan geliyor. Konuşmalar, cemaati doğrudan ilgilendirmeli, aksi halde insanlar hutbeyi sadece dinlemiş görünür.
Hutbe sıradan bir konuşma değildir; dili kolayca anlaşılmalı, konular güncel olmalı. Günümüzle ilgisi olmayan o kadar sığ konulardan söz ediliyor ki, cemaat sıkılıyor. Konular bilimsel bir bakışla ele alınırsa gereksiz tartışmalar olmaz.
Hutbe sadece bugünün konusu değil. Kastamonu Lisesi Tarih öğretmeni İsmail Hakkı Uzunçarşılı, 1922’de yazdığı “Türkçe Hutbe Münasebetiyle” başlıklı bir makalede hutbe konusuna değinmiş. Yüz yıl önceki bir yazıyı aşağıda okuyacaksınız:
“Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üçüncü sene-i devriyesi iktinâsı esnâsında Reis-i Mübeccel Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretlerinin îrâd buyurdukları nutk-ı târihîde hutbelerin Türkçe olmasındaki fevâid ve muhassenât izâh buyurulmuş ve bu yolda ilk hutbe de Ankara’da Hacı Bayrâm-ı Velî Câmi-i Şerîfinde okunmuştur. Şimdiye kadar müteaddid makaleler, birçok münakaşalarla hiçbir neticeye iktirân etmeyen bu mühim mes’elenin derhal hüsn-i telâkki edilerek tatbike başlanması doğrusu şâyân-ı şükrân hâdisattandır.
Cuma ve bayram namazlarına giderek hutbede okunan âyât-ı kerîme ve ehâdis-i nebeviyyenin mezâyâsına vâkıf olamayıp sâde dinlemekle iktifa edenlerimizin pek büyük bir ekseriyet teşkil ettikleri gayr- kâbil-i inkârdır. Halbuki hutbeden maksad-ı âlî, bilumum müslimînin toplu bir halde dînî, dünyevî fevâidîni izâh ve zamanın icâbâtına göre ne sûretle hareket edilmek lâzım geldiğini beyandan ibaret olduğuna göre, bu maksad-ı mühimmin ehemmiyeti maalesef lâyıkıyla takdîr edilmeyerek adedi mahdûd olan hutbelerin Arapça olarak bilâtercüme kıraâtı sâmiîn üzerinde ulviyyeti nisbetinde bir te’sir bırakmıyordu. Pek çok defalar işittiğim ve işittiğimiz gibi, hutbenin müessir olması demek, hatibin sesinin güzel olması ve hutbeyi ma’lûmumuz olan âhenkte okuması demektir.
Bütün Müslümanların umûrunu içtimâ ile halletmesi, gerek âyet-i celîle ve gerek ahâdis-i nebeviyyenin emir buyurduğu şeylerden olduğu halde, burası nazar-ı dikkate alınmayarak halk lisânıyla cemaat-i müslimîne zaman ve mekâna göre okunacak olan hutbenin, yine halk üzerinde bir fayda temin etmeyeceği, onların ahlâk ve ef’âline hiçbir te’sir yapmayacağı âşikârdır.
Bizde şimdiye kadar nazarımızı az celbeden bu mes’elenin ehemmiyet-i içtimâiyesi o kadar büyüktür ki, bu, cehâlet içinde yuvarlanarak iyiyi, kötüyü tefrikten âciz olan halkımızın üzerinde müessir izler bırakarak onları tarîk-i terakkî ve intibâha sevk eder.
Hayli müddetten beri metrûk ve mensî kalan hutbe mes’elesini eslâfımız nazardan uzak tutmamışlar, pâyitaht ve meşhûr beldelerde bu vazife ile muvazzaf zevâtı intihâb ve imtihân etmek sûretiyle bir dereceye velev ki mahdût olsun ahâlinin irşâdına hizmet etmişlerdir.
Evvelce İstanbul’da, vilayet ve sancak merkezlerinde kürsü şeyhlikleri ihdâs edilmişti Bu mevkie getirilecek zevât, memleketin ilmen, ahlâken yüksek olan fuzalâsından bil’imtihân ta’yîn olunurlardı.
İstanbul’da Sultanahmet, Ayasofya, Süleymâniye, Fâtih, Bayezîd, Eyüb ve daha bazı kürsü şeyhlikleri vardı ki, buraya sâhib-i irfân ve fazl u kemâl erbâbından bulunan meşâyih ta’yîn kılınırdı. En büyük kürsü şeyhliği, hatır-i âcizânemde kaldığı üzere Sultan Ahmet Câmii kürsüsü idi. Münhal vukû buldukça kıdem itibarıyla herkes bir yukarı câmi şeyhliğine terfi eder ve silsilenin en nihayetinde inhilâl eden kürsü şeyhliğine isbât-ı ehliyet etmiş meşâyihten diğer bir zât ta’yîn kılınırdı.
Kürsü şeyhlerinin vazifesi Cuma günleri herhangi bir mevzuya dair ve yalnız vaaz ve nasihattan ibaret olmayıp, o gün câmide hatip efendi hangi âyet ve hadis-i şerîfi okuduysa onu herkesin anlayabileceği bir lisanla halka telkîn ve izâh da etmekti. Bu zat hep ahâlinin hüsn-i zannını kazanmış, kümmelin-i meşâyihten bulundukları için vaazları gayet müessir olur ve ekser-i halk düstûr-ı hareket ittihâz ederlerdi.
Bilâhire evvelki gibi fazla meşâyihin kesretle yetişememesine mebni, bu vazife ulemâya tevdî kılınmış ve daha sonraları ise yalnız vaaz ile iktifa edilerek hutbe tercüme ve izâhı büsbütün terk edilmiştir.
Eslâfın çok zaman evvel takdîr ile icrâ ettiği hutbe mes’elesinin ehemmiyetle derpîş edilmesine herkes taraftardır. Bazı görenekten ayrılmak istemeyen ve her nedense bu mühim işte de bir inat göstererek bu faydalı işe engel olmak isteyen köhne beyinlerin mes’ûliyet-i ma’neviyeleri pek büyüktür. Bunların içinde insâfı olanların hâl-i hazırdaki hutbelerin maksûd olan faydayı hiç de te’min etmediğini ve etmeyeceğini tasdîk ve teslim edeceklerine de emînim. Hutbeden maksat, din ve memleketin muhafaza ve teâlîsi ve umûm Müslümanların mes’ûd olmaları -her hususta- dendiğine göre, hatip efendinin okuduğu hutbeden bir şey anlamayan halkın istifadesi nerede kalıyor?
Pek esaslı temellere istinâd eden dîn; içtimâî, iktisâdî, vatanî telkinâtıyla halkı tenvîr ve irşâdı ancak hutbelerle kabil olacağından, hutbelerin ba’de’l kırâe Türkçe’ye terceme edilmesinin yalnız merkez-i hükûmet olan Ankara’da kalmayarak ta’mîmini Şer’iye Vekâlet-i Celîlesi’nin himmetlerinden beklerken, bir eser-i intibâh olarak atılmış olan bu fâideli esâsın her tarafta hüsn-i telakkî edileceğinden de emîniz.”
—————————————————
İktina: çalışma. Fevâid: fayda. Muhassenat: güzellik. İktiran: ulaşma, yaklaşma. Ef’al: iş, amel. Mezâya: meziyet. Sâmiin: dinleyenler. Eslâf: öncekiler. Mensi: unutulmuş. Bi’l-imtihan: sınavla. Kümmelin: kâmiller. Ba’de’l-kırâe: okuduktan sonra.
MUSTAFA ESKİ