Hikâye
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası
Kastamonu Konseri
Nail TAN
1948 yılında , Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası (CSO), yurt içi konser turnesi çerçevesinde bir haziran günü Kastamonu’ya gelmiş. Şef ve orkestra üyelerinin takdirlerini toplayan güzel bir konser verilmiş. Şef; “Hiçbir ilde bizi bu kadar güzel dinleyen, müziği seven bir halk görmedik!” demiş. Olay, bu kadar basit değil. Bir sebebi var.
Konsere bir ay kala, Kastamonu Valisine Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nden telefon edilmiş: “Aman konser salonu boş kalmasın. Cumhurbaşkanlığının şerefi zedelenmesin.” diye.
Vali, şehir merkezindeki on iki mahallenin muhtarını toplamış. Demiş ki:
-Her mahalleden kırk yaşın üzerinde 25’er kişi seçeceksiniz. Yarısı erkek, yarısı kadın. Halkevindeki konsere gelirken herkes düğünlük, bayramlık kıyafetlerini giyecek. Konser gece olacak. Akşam yemeğinde soğan, sarımsak, sucuk, pastırma yenmeyecek. Ben, ön sırada, en ortada oturacağım. Sağ elimi kaldırdım mı herkes alkışlayacak. Sol elimi kaldırıncaya kadar alkışlar devam edecek. Anladınız mı? Size güveniyorum. Kastamonu’nun şerefini düşünün. Seçeceğiniz insanlar memur olmayacak. Memurları, amirleri seçip çağıracaklar.
Valinin emri üzerine muhtarlar geceli gündüzlü çalışıp halktan yarısı erkek yarısı kadın 300 kişiyi belirleyip eğitmişler. Ne zaman, nasıl alkışlayacaklarını öğretmişler. Millî Eğitim Müdürü ve yardımcıları da bu eğitimi denetlemişler. Halkevi salonu, balkonuyla birlikte 600 kişi alıyor. Diğer 300 kişi de memurlar arasından belirlenip alkış eğitiminden geçirilmiş. Her şey hazır.
Nihayet, konser günü gelmiş çatmış. Herkes çok heyecanlı. Halkevi salonu ve balkonu hıncahınç dolmuş. Dinleyiciler, süt dökmüş maymun gibi, sessiz sedasız konserin başlamasını bekliyor. Perde açılıp orkestra ortaya çıkmış. Konser, önceden planlandığı gibi yerinde alkışlarla, mükemmel bir biçimde sona ermiş. Vali memnun. Orkestra şefi ve sanatçılar daha da memnun.
Ertesi gün, Mahkemealtı’nda bir kahvede Kastamonulunun biri, konsere giden komşusuna sormuş:
-Öğ Hasan Efendi, dün geceyü ecük ağnadıve hele. N’eddiniz, n’eyledüğüz?
Hasan Efendi başlamış anlatmaya:
-“Bi böyüg, garanlug bi yere doldula bizi. Gaşug düşmanıyla yan yana otuddudula. Mıkdar telimlemişdi bizi. Beg sıkı tembihlemişidi. Gözlerümüz Velide. Sağ elünü galdırıya mı deya bagıyoz, digged kesülmüşüz. El vuracağuz ya. Mıkdar gorguddu bizi. Göya Veli Bey diyesiymişsiy gi; kim el vurmayı unuduvörüse elli lire ceza vereceg. Haa bi de; el pısladmag, el pohladmag yog. Şagladacoyuz. Şag şag ses çıkacag anlayacağın. Elleri hefifçe birbürüne değdüdün mü, pıs diye bir ses çıka. Ecüg gıvırıp vurdun mu elleri, böğez poh diye tog bi ses çıka. Onları istemeya Veli. Sol elünü galdudu mu keseceyüz el vurmayı. Mıkdar, evvelü gün bi şey daha dedü. Hiç aglımdan çıgmaya. Mıkdar dedü gü; gosneri eyi diğnersenüz, yarun gabirde sorgu melegleri sorduglarunda, heç gosner diğnediniz mi dedüglerinde, diğnedüg deyüb gabir ezabından da gurtulusunuz böylecene!
Garşumuzda goscaman gırmuzu bi perde varıdı. Eniden ortadan cart deya ikiye ayrılıvemez mi? Kim yırddı, görmedüg valla. Veli Bey sağ elünü galdudu. Başladug el vurmaya. Ellerinde gıygıyla, kemanele, altun zurnala, gümüş gavalla erkek ve garılar toplaşmışla garşumuzdaki böyük sofaya. En argada Garayılan’ın davulunun dedesi herhâl, iki böyük davulu yere yatımuşla. Boru mu bu? Cumhurbaşganunun çalgucuları. Altundan, gümüşden yapdumuş çalgularunu. Tevetür ediya sanma sagın. El vurma bütmeden elünde kiren çıbığı siyah elbüseli bi adam geldi Velinin garşusuna. Yarı beline gada eğülüb Veliye bi şeyle söyledi gibüme geldü. Herhâl, alguş az oldu deya gızdı. Veli, sol elünü galdurunca el vurmayı kesdüg.
Kiren çıbıglı adam, bize gıçını dönüp çalguculara; ‘La, doğru çalın, sona gafanızı bu çıbıgla gırarın!’ deya başladı çıbığını sallamaya. Çalgucula da eceminin ecemisi. Her gafadan bi ses çıkıya. Kedi gibi miyavlayan mı dersin, hobu gibi gulugululayan mı dersin, goyun gibi meleyen mi dersin, kömüş gibi böğüren mi dersin, her yandan bi bağırtı gobdu. Guşla da ötüya tebi. Ucu baston gibi gıvrıg gavaldan tavuk gıdaklaması sesleri geliya. Kemanelerin bubası, dedesi de va. Onla yaşlı ya. İnleyala, uy uy, vıy vıy, vay vay yapıyala. Öğüsger sesi çıkıya bezen. Bi adam eline iki bakır lenger gapağı almuş, ‘Susun, susun’ deya birbirine vuruya. Yeri göğü inlediya. Bi altun zurnalar, altun gavalla va emme yaldır yaldır yanıya. Galın su borularını gıvır gıvır gıvırmışla, ucuna sanusam benzin hunisi dagmuşla. Çalan adam öyle üfleya ki topçu gadanası gibi zord zord sesle çıkıya. Veli utandu, biz utandug, söbe suradlı, sümsüg adam utanmadu. Heç sevmedüg onu. Zeten depşül düpşül yürüya. En çog da davullara teaccüb etdüm, şaşudum. İki böyük davulu, değirmen daşı gibi yere yatumuşla. Bizim Garayılan’ın davulu, bunların yanında yeni doğmuş bebeg gibi galu. O gada böyüg. Bi adam, iki eline böyüg togmagla almış. Vuruya da vuruya. Vuruya da vuruya. Bezen Ramazan topu atturuya bezen de gök gürültüsü çıkarddırıya. Eli kiren çıbıglı adam ellem çog gorguya ki çıbığını ona sallamaya. Nasıl sallasın ki! Adamın iki elinde bebeg gafası gada iki togmag va. Şartosun, gafasını paralar gızarsa. Altun zurnalardan, gavallardan bezen çok dadlı sesle çıkıya. Sanusun durna ötüya. Bi gadun gavalın gafasının yanunda delük açmış. Yan yan çalıya gavalı. Bülbül gibi şagıdıya gavalını. İçlerinde bi de Araçlı varımış. Bizim Mözmöz Tehsin tanıyomuş. İğsiveli Mehmed deyala, altun zurna çalıyodu. Gasdamonu’da hemşerilerime çalıyan deya gasım gasım gasıldı. Çobanımış. Gaval çalıyomuş. Angıra’da beğenmişle. Eline bi altun zurna vemişle. Zurna mektebinde okudmuşla. Para gırıyamış Allah’ın çobanı!
Bunla, dedüm ya beg ecemi. Gasdamonu havaları bilmeyala. Ecüg begledüg, bi Sepetço çalsınla. Çalamadıla. Belkim sonda, bi Cezayir Havası çalarla dedüg. O da çıgmadı. Eli kiren çıbıglı adam; ‘La çekişmeyin, düzgün çalın.’ dedügçe daha da öğkelenib basdula zurnalara nefesi. Gıygıyların tellerini gopardıla. Zeklendiler galiba eli çıbıklı adamla. Ganun, ud, tambur, saz, def de çalmasunu bilmeyala. Emme zurnalaru altundan. Neye yarar?
Sona doğru, oparlöden bi adam dedi ki: “Şindi köçeg havası çalacayuz!” Bi sevündüg, bi sevündüg, sorma gitsin. Oynayacayuz diye sevünüyoz ya! Lekin Velinin adamlarından bizim yanı gondrol edeni gözlerini belertdi. Veli oynamazsa siz de oynamaycanuz deyodu gözleri. Çalgucula beg kötü bi köçeg havası çaldıla zeten. Böğez hevesümüz hepiden gaçuvedi.
Gosmer mi, gosner mi, her neyse zımbırdı bitünce Velinin sağ elü galgar galgmaz bi el vurma daha yapdug. Sanusun Cumhuriyet Bayramu’ndayuz. Eli kiren çıbıglı adam bizden o gada memnun galdu ki, eğiliya galkıya, eğiliya galkıya. El vurmagdan avuçlarımız etli egmeg sacı gibi yanıya. Alguş durmaya. Velinin sol eli galkmaya bi türlü. En soğunda eli çıbıglı adam iki büglüm oldu. Çalgucula adam düşeceg diye ayağa fırladula. Neysem ki, düşmedi. Dineldi. Çalguculara dönüb; ‘Öğ tertelaş etmeyin.’ dedi. Veli sol elünü galdudu niheyetinde. El vurmayı kesdüg. Bi de ne görelim? Zurnasını, gavalını, kemanesini gapan gaçıya, eli çıbıglı adamdan. Çoğ öğkelendi adam. ‘La, çekişmeyin, doğru çalın’ demegden, çıbıg sallamagdan adamın cıggada canı galdı zeten. Zabahadak kötek atmuşudu onlara ellem. Sana bi şey deyim mi gomşu? Çaşudlug ediya deme sekin. Bunla, buraya tencere tava, gaval zurna çalmaya niçün geldüle ki? Gelmişigen beri Yorgansuz Haggı Çavuş’dan, Ozanoğ’dan, Garayılan’dan birez ders alsala ya! Emme ben gene de gazançlu çıgdum bu işten. Gosmeri mi, gosneri mi , her ne garın ağrızıysa diğneyib gabir ezabından gurtuldug. Şartosun gabir ezabı yog artug bize!”