Geçen cumaydı…
Gazetemizin 44. yaşına girdiği sayıyı hazırlıyorduk ki…
Yarım yüzyıllık bu gazetede çeyrek yüzyıl boyunca yazıları yayımlanmış bir büyüğümüzün, Fikri Uzun Hoca’nın acı haberi geldi.
Gazetenin yaş günü sevinci üzerine koca bir hüzün indi.
Kızı Özge’yle arkadaş olmanın verdiği tanışıklıkla kendisine bir kez ‘Merhaba’ diyebilme şansına erişmiştim. Işığı insanların yolunu aydınlatan bir eğitimciydi Fikri Hoca… Rahatsızlandığını öğrendiğimiz andan beri de gazetedeki herkes bu konuda hem fikirdi. Fikri Uzun Hoca, insanlar için çok büyük bir ışıktı.
Vefat haberinde yer alan kitaplarıyla ilgili satırlar beni gazetenin kitaplığına yöneltti.
İlk kitabı olan “Kurtuluş yolu”nu aldım ve ilk sayfasında çakılıp kaldım.
2009 Eylülünde gazeteye armağan ettiği kitabına imza atmak yerine parmağını basmıştı Fikri Hoca.
Meğer özelliğiymiş bu kendisinin.
İmzadan çok daha geçerli, çok daha yalın gördüğü için olsa gerek parmak basarmış armağan ettiği kitaplara.
Arı duru, akıcı bir Türkçeyle kaleme alınmış ve hayatın tam içinden kopup gelen yazılar içerisinde bir tanesi vardı ki, üç kez okudum ve O’nu aramızdan ayrılışının yedinci gününde en güzel anmanın, anlatmanın bu yazısını paylaşmak olacağını düşündüm.
Gazete yazılarına, öykü çalışmalarına başlayacağı için ara vereceğini anlatan bu yazıyı 2007’nin Kasımında yazmıştı Fikri Uzun.
“Veda etmiyorum” diyordu başlığında ve okuyacak olanın boğazına bir şeyler düğümlenmiş gibi hissedeceğinden emin olduğum bir satırla noktaladığı yazısında şöyle diyordu:
•••
VEDA etmiyorum
Sevgili okurlar, asıl görevim eğitimcilik.
Görevimi aksatmadan yerel Kastamonu Gazetesi’nde, aralıklarla da olsa yirmi altı yıl köşe yazıları yazdım. Tanınmak, meşhur olmak gibi bir tutkum,“kim ne der” gibi bir kaygım, “bana ne” gibi de bir duyarsızlığım olmadı.
Üzerinde yaşadığım yurduma, içinde yaşadığım topluma ödemem gereken borcum olduğu kanısındayım.
Yaşadığım, görüp izlediğim, tanık olduğum toplum olaylarını yorumlarım, toplumun düşüncelerini, duygularını, yergilerini algılayıp yazı yazdığım gazetenin köşesine yansıttım.
Yazılarım okundu mu, okunmadı mı, etkilenen, kulak asan oldu mu, olmadı mı, havanda su mu dövdüm bilmiyorum?
Emekli olalın on yıl geçti. Emekli lafını hiç sevmedim. Özel işlerimin yanında, toplumun sesini kendi duygularımla birleştirip gazete köşelerine yansıtmayı sürdürdüm.
Bundan sonra, bende derin iz bırakan, beynimin derinliklerinde kayıtlı olan olaylardan, yaşadıklarım, duyduklarım, izlediklerim anımsayabildiklerimin biraz sıra dışı, biraz çileli, biraz da ağlamakla gülmek arası, boğazı düğümleyen kimi bölümlerini, öykü türünde yazmayı düşünüyorum.
Yazarak anlatacaklarımın benzerleri belki de çoğunuzun başından geçmiş olaylar olacak. Gerilere gidip, anılarınızı tazeleyeceksiniz.
Kimileriniz de “olmaz böyle şey” diyecek.
Paylaşamadıklarımız da olabilir. Gönüller bir olsun.
Eğer yirmi altı yıldan bu yana, yazdıklarımdan bir kaçını olsun okuduysanız, “masaya üç kez tıklayın.”
Ben duymasam da duyanlar olacaktır.”