Ve bugün büyük zaferimizin ikinci yüzyılının ilk günü… Neredeyse kendimi bildim bileli hep Kurtuluş Savaşı yıllarında olmayı, Cumhuriyetimizin ilk on beş yılında yaşamış olabilmeyi hayal ederim. Elbette bugünün konforlu yaşamından o günleri hayal etmek kolay iş. Yine de kendimi şanslı sayıyorum. “En azından” diyorum kendime; “En azından sen de bir tam yüzyılını gördün büyük zaferin. Seneye Cumhuriyet’in 100. Doğum gününü kutlayacaksın” diyerek avutuyorum kendimi.
Bugün az önce de dediğim gibi bu zaferimizin ikinci yüzyılının ilk günü olduğu için özellikle 30 Ağustos Zafer Bayramımızla ilgili yazmak istedim. Bilgisayarın başına oturduğumda ise ne yazacağıma dair hiçbir fikrim yoktu… Yazıya başlıyor, siliyor ve bir daha başlıyordum…
Sonra yazmak yerine hayal kurmaya başladım…
Bir zaman makinası olsa kesin bu kutlu mücadelenin yapıldığı yıllara giderdim…
Üç dilek hakkım olsa lambanın cininden 31 Ağustos günü İzmir’e doğru yürüyüşe çıkmış neferin arasında olmak isterdim ilk dilek olarak…
İşte tam bu anda aklıma “Kuvayi Milliye Destanı” düştü… Yıllar yıllar önce Ankara Devlet Tiyatrosunda büyük ustaların performansı ile defalarca izlemiştim bu destanı. Ardından her aklıma düştüğünde okumaya başladım… Çünkü Nazım Hikmet’in bu büyük mücadeleyi anlatan “Kuvayi Milliye” destanı sayesinde bu muazzam mücadeleyi Türk köylüsünün destanı olarak okurken bir nebze de olsa o günleri yaşamış gibi olurum hep.
İlk olarak 1965 yılında “Kurtuluş Savaşı Destanı” adıyla yayımlanan eser, 1966’da “Memleketimden İnsan Manzaraları”nın birinci ve ikinci kitabında yer alır. Ardından 1968 yılında Kuvâyi Milliye / Destan adıyla yayımlanır. Nazım Hikmet, eseri 1939 yılında yazmaya başlar; 1940’ta Çankırı Hapishanesi’nde yazmaya devam eder. 1941 yılında eseri Bursa Cezaevi’nde tamamlar ve eşine gönderir.
Bu küçük bilgi notundan sonra bence sohbetimize büyük ustanın Büyük Taarruzu anlattığı bölümle devam edelim… Bakalım nasıl anlatmış Nazım bu zaferi?
“Ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz…
Sonra.
Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
Bunlar:
Karahisar güneyinde 50
ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.
Sonra.
Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik
Aslıhanlar civarında
30 Ağustos’a kadar.
Sonra.
Sonra, 30 Ağustos’ta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.
Esirler arasında General Trikopis:
Alaturka sopa yemiş bir temiz
ve sırmaları kopuk frenk uşağı…
Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak’ın ayağı.
Nurettin dedi ki: «Teselyalı Çoban Mihail,»
Nurettin dedi ki: «Seni biz değil,
buraya gönderenler öldürdü seni…»
Sonra.
Sonra, 31 Ağustos günü
ordularımız İzmir’e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan
Deli Erzurumluydu.
Devrildi.
Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı,
baktı karşıya.
Gözler hayretle yandılar:
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
Sonra…
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden
yüzlerini toprağa döndüler…
Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız
ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor
yaratıyordu da.
Ve kılıçların,
nalların,
ellerin
ve gözlerin pırıltısı
ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu :
«Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim…
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim…»>
Sonra.
Sonra, 9 Eylülde İzmir’e girdik
ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber
seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz’i.
Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
Türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır…”
Zafer Bayramımızın 100. Yaşı tekrar kutlu olsun dostlar… Sağlıcakla kalın…
ZEKİ GÜRDAL KARAOĞLU