MİNE AKÇAKOCA ÖZGÜR
Puslu, duman rengi bir akşam üstü çekilmiş, gri tonları ile sınırlı eski bir fotoğrafa rastlıyorum. Arkasına 2006 diye tarih atmış olduğum sararmış fotoğrafta tanıdık yüzler, bilgece gülümsüyorlar derinlerden. Hemen o günlere ait başka fotoğraflar da buluyorum.
Tam 18 yıl önce, Kastamonu’da yoğun iş yaşantım ile günlerim dolu dolu geçerken, farklı yaşam öykülerine de şahit oluyordum. Kimya mühendislerinin, makinelerinin toplamı 60 beygir gücünün altında olan beş gıda üretimhanesinin sözleşmeli olarak sorumlu müdürlüğünü yapma hakkı vardı.
Kastamonu’nun tarihi değerlerine, kültür etkinliklerine ve köşe yazılarına zaman ayırsam da görevli olduğum gıda üreten işyerlerine mutlaka her gün gidiyordum.
Çekme helva, reçel ve mevlit şekeri üretimi yapan Gülşen Şekerleme de bunlardan biriydi. Şimdi rahmetle andığım İsmail Kurt, Topçuoğlu mahallesindeki dükkanında satış ile birlikte üretimi de sürdürüyordu.
O yıllardan söz etmişken, makinesiz, eski usul çekme helva yapımını kısaca anlatmak istiyorum: Helva için hazırlanan şeker, kaynatılıp, ağdalaşmasının ardından, mermerde soğutup, büyük bir halka oluşturuluyor.
Bir köşede kavrulan un, miyane haline gelirken, büyük bakır tepsi içinde daha önce hazırlanan şekerle buluşuyor. Miyane şekere yavaş yavaş, yedirilirken, üç veya dört kişi helvayı çekmeye başlıyorlar.
Kenetlenmiş ellerinin arasında geriye doğru çekip, yavaşça bırakıyorlar. Sonra hepsi yana doğru birer adım atıp, tekrar helvayı çekiyorlar.
Ortadaki büyük bakır tepsinin çevresinde dönerken, geriye ve öne doğru yaylanarak yaptıkları bu hareketler halk danslarını çağrıştıran bir uyumla sürüyor. Ta ki, helva istenilen kıvama gelinceye dek. Yıllardır bu işi yapan ekip çektikçe helva incelerek uzuyor, tel tel oluyor.
Hazırlanan çekme helva için dövme, şekil verme, kutulama işlemleri devam ederken, diğer tarafta yeniden şerbet kaynamaya başlıyor.
Yalnızca çekme helva mı? Bu küçük imalathanelerde reçeller, lokumlar, akideler, mevlit şekerleri, tahin helva üretimleri aralıksız sürüyor.
Öyle çok üründe öyle büyük emek var ki, bu üretimlerde. Rahmetli İsmail Kurt’un 52 yıldır sürdürdüğü mesleği, onun yaşam biçimine de yansıyordu.
İşvereni, ustası ve emekçisi olduğu bu işyerinde katkısız üretilen gıdalar gibi doğal, göründüğü gibi bir insandı. Sakin, ağır, dingin… Ayakta kalmayı başarmıştı; sanayileşmeye yenik düşmeden ve kişiliğinden ödün vermeden…
Ona çok benzeyen arkadaşlarını anımsıyorum. Susamsız simide katık ettikleri kendi ürettikleri tahin helvası ve o gün gelen esnafın dükkanından getirdiği pastırmadan oluşan yemeklerini tarif edilemez bir keyifle yerlerdi, her buluştuklarında.
En çok da gitgide emeğe değer verilmeyen, gösterişin ve paranın ardından sürüklenen bir toplum haline gelinmesinin nedenlerini konuşurlardı. Meslektaşlar kadar, farklı alanda çalışanlar da diğerleri için dertlenir, bazen de birbirlerine güç verirlerdi.
“Evinin altında dört beygir kafası görmüşler” diye başlayan bir söylentinin “Sırım Ali’nin kasap dükkânını kapatmasına neden olduğundan söz etmişlerdi, bir defasında.
“Ali atı, et diye yedirecek adam değildi, ama düşman dedikodusu yok etti adamı. Bu memlekette bir kez adın çıktı mı, terk edeceksin. Bir daha inanmaz kimseler sana” diye anlatmışlardı.
Sırım Ali’nin oğlunu yanına alan şekerciyi övüyor, “Bizler birbirimizi sahiplenmesek, kim sahip çıkar” diye yüreklendiriyorlardı.
Hepsi de bileğini ve yüreğini işine vermiş, öylece para kazanan, ya da kazanmaya çalışan insanlardı.
İsmail Kurt ile Gülşen Şekerleme’nin satış bölümü olan giriş katında, Tarım İl Müdürlüğü’nün kontrolleri hakkında görüşürken kapıdan giren birisi dikkatimi, çekmişti.
Sessizce ilerleyip, tezgahın üzerinde sıralı duran içi renk renk şekerlerle dolu kavanozların birinden güllü lokum alıp, ağzına atıp, ilerlemişti.
“Hoş geldin, buyur otur” denmesi üzerine, taburelerden birine ilişmişti. Beş on dakika sohbet edip, bir bardak çay içtikten sonra gitmişti.
Adının Hüseyin Burgucu olduğunu öğrendiğim bu mütevazı kişiyle sonraki günlerde de karşılaştım. Gelişi gibi gidişi de sessizdi.
“Artist Seyin Bey” diye söz ediliyordu. Artist denmesinin nedeni bir dönem ses sanatçılığı yapmış olması, Seyin ise yörede Hüseyin’in söyleniş biçimiydi.
77 yaşındaki Hüseyin Burgucu 1940-44 yılları arasında Kastamonu Halkevi’nde, ardından da iki yıl İstanbul Devlet Konservatuarı’nda nota dersleri almış, İstanbul Tepebaşı Gazinosu’nda Gönül Yazar’a ve Nezahat Demirkıran’a saz çalmış.
60’lı yıllarda İstanbul Radyosu’nda ses sanatçısı olarak çalışmış, birkaç gazinoda şarkı söylemiş ama kendi ifadesi ile ‘sanatçıların farklı yaşam tarzları ona uymamış’ ve her şeyi bırakıp, Kastamonu’ya dönmüştü.
Yıllar önce sahne merakı yüzünden eşinden ayrıldığını söylemişlerdi. Çocuğu yoktu, yalnız yaşıyordu. Hocaların yanında ilahi okuyarak, ufak tefek işler yaparak yaşamını sürdürüyordu. Yardım kabul etmez, ne iş yaparsa yalnızca onun karşılığını alırdı. Şekercilerden de kabul ettiği bir tek lokum şekeri ve bir bardak çaydı…
Dükkanının kapısından giren herkesi saygı ile karşılayan, yol yordam bilen, dost canlısı İsmail Kurt ile oğlu Akın Kurt; “Seyin Bey hoş geldin” diye buyur ederlerken, beni de tanıştırmışlardı.
Artist Seyin Bey, bugüne değin dışa vurmayı seçmemişti, hiçbir duygusunu. Durgun bakışlarındaydı, hissettiklerinin, hatta yaşadıklarının tüm dökümü.
Şükretmeyi bilen, hiç sızlanmayan, gururlu ve insani yaklaşımları yaşamı boyunca unutmayan bir insandı.
Tesadüfen tanıştığımız Hüseyin Amca’nın sorunlarına çözüm bulmaya çalışıyordum.
Sobalı bir evde yalnız yaşadığını öğrendiğim, üstelik rahatsızlıkları da olan Hüseyin Burgucu’yu Huzurevi’ne yerleştirmek de istemiştim. O dönem Kastamonu Sosyal Hizmetler İl Müdürü olan Ali Sarıkaya’nın büyük desteği ve Muhtarlar Derneği Başkanı Mehmet Ilgaz’ın da çabaları ile Huzurevi’nde yeri ayrılmasına karşın, Hüseyin amca bir türlü ikna olmuyordu.
“Hanımefendi ben orada yapamaz, yanımdakilerle anlaşamazsam; sizlerin yüzünüze bir daha bakamam” diyor, anlaşamayacağı kişilerle karşılaşıp, huysuz, geçimsiz damgasını yemekten korkuyordu. Yalnız yaşamaya alışmıştı, yalnızlığın tüm çilesini ilerleyen yaşına rağmen çekmeye razıydı.
Huzurevi’ne gitmeyi kabul etmedi ama benden çocuklarımın ismini bir kağıda yazıp, kendisine vermemi istedi. Benim şaşkınlığımı fark edince de;
“Siz benim için uğraştınız, destek oldunuz. Ben de sizin çocuklarınıza dualarımda yer vermek istiyorum” dedi. Duygulanarak, “aldığım en güzel hediye olduğunu” söylememin üstünden birkaç ay geçmişti ki, bir pazar sabahı telefonum çaldı.
Karakoldan aranmanın tedirginliği, polis memurunun “Hüseyin Burgucu’yu tanıyor musunuz? Rahmetlinin cebinden sizin kartvizitiniz çıktı” tümceleri ile yerini derin bir hüzne bıraktı. Evinde rahmetli olmuş, Camiye bir süredir gelmediği fark edilince, polise haber verilerek, evine gidilmiş.
Maddi gücü yok denecek kadar azdı, maneviyatı ise o denli yüksekti. Yüzü güler, haline şükreder ve hatta başkalarına yardımcı olmak için uğraşırdı. İnsanları seven kocaman bir yüreğe, yaşamdan tat almayı bilen ince bir ruha sahipti.
İsmail Kurt ile eski günleri konuşmuşlardı, son gelişinde. İleri yaşına rağmen repertuvarı hâlâ çok geniş olan Hüseyin Bey, “En sevdiğim makamdan bir şarkı söyleyeceğim size” diyerek şarkıya başlamıştı.
Yanık sesinin çekme helvanın buram buram kokan miyanesine karıştığı Artist Hüseyin: “Gönül durup dururken bir güle uçtu” demişti, hüzzam makamında…
Hüseyin Burgucu ve İsmail Kurt’u bir kez daha rahmetle anıyorum.