Bulgaristan göçmeni ilkokul öğretmeni Mehmet Cevdet Efendi ile Şefika Hanım’ın oğlu olarak yerleştirildikleri İnebolu’da 15 Temmuz 1902 tarihinde dünyaya gelen, Türkiye’nin en önemli şair ve edebiyat tarihçileri arasında yer alan, Bu Vatan Kimin?şiiri gibi en çok ezberlenen bir şiirin şairi, manevi ağabeyim Orhan Şaik Gökyay, İstanbul Göztepe’de Kayışdağı Caddesi’ndeki 124 numaralı bahçeli üç katlı bir evde otururdu. Evin, arkasındaki Dr. Fazıl Gökçeören Sokağı’na da bir çıkışı vardı.300-350 metre uzağında yine daha büyük bahçeli bir evde de Kastamonulu ünlü hattat Mehmet Şevki Efendi’nin torunu (anne tarafından) Ord.Prof.Dr. Ahmet Süheyl Ünver yaşamaktaydı. O da benim okul dışı öğretmenlerimdendi. İstanbul’a uzun görevli gidişlerimde bu iki üstadı evlerinde ziyaret, en başta gelen alışkanlıklarımdandı. Tabii Dr. Mustafa Eski, Gökyay’ın evine benden çok gitmiştir.
Kültür ve Turizm Bakanlığı HAGEM Genel Müdürü olarak emekliye ayrıldıktan sonra 1998-2006 yılları arasında görev aldığım, Türk Destanları Projesi’nde uzman olarak çalıştığım Türk Dil Kurumunun aylık dil ve edebiyat dergisi Türk Dili’nin Temmuz 2020 tarihli 823.sayısında Muhsin Karabay’ın “Orhan Şaik Gökyay’ın Göztepe’deki Köşküne Ağıt” yazısını okuyunca gözlerimin önünden bir anı dizisi geçti. Hoca, bu evi 1962 yılında yaptırıp yerleşmişti. Hatta, bazı eksiklerini yerleştikten sonra eşiyle tamamlamışlardı.
Üç katlı evin (Göztepelilere göre köşk) üçüncü katı Gökyay’ın kitaplığı ve çalışma odasıydı. Ayrıca çatı katında bir yatak odası vardı.Orta katta eşi E İngilizce öğretmeni Ferhunde Gökyay (1911-2011) otururdu. Giriş katındaki odaları gezmedim, işlevlerini bilmiyorum. Ön bahçedeki kümesinde tavukları ve horozu vardı. Horoz sesiyle uyanmaya bayılıyordu. “Mahalleye horoz sesini unutturmadım. Çok teşekkür alıyorum.” demişti. Dinleneceği zaman orta katın sokağa bakan ön cephe köşesindeki balkonda otururdu. Hoca’yı evindeki en uzun ziyaretim, 1983 yılı Temmuz ayındadır. Altı saate yakın. Levent TSKHarp Akademileri Komutanlığı bünyesinde bulunan Millî Güvenlik Akademisinde her yıl altı ay süreyle 30 kadar Vali, Kurmay, Albay ve üst düzey yöneticiye yüksek idarecilik eğitimi veriliyordu. Kültür ve Turizm Bakanlığından 1983 yılı için ben seçilmiştim. İstikbalde daha yüksek görevlere getirilecek kişiler titizlikle seçiliyordu. Özel kanunu vardı. Müracaat eden gidemezdi. O tarihte daire başkanıydım. Son aya geldiğimizde, diploma töreni öncesi eş ve çocuklarımıza bir ay orduevi izni çıkmıştı. Eşim Mefharet Tan ve oğlum M. Özgür Tan’ı İstanbul’a götürdüm. Bir Cumartesi günü önceden telefonla randevu alarak Orhan Şaik Gökyay’ın evine gittik. Hoca, Ankara’da Y. Ayrancı’daki evime gelmiş, etli ekmek yemişti. Eşimi ve oğlumu tanıyordu. O gün, altı saat nasıl geçti anlamadım. İki saat sonra, Avrupa yakasına geçeceğimizden izin istedik, 16.00’da. Kulağıma yavaşça dedi ki; “Sakın gitmeyin. Ferhunde misafiri hiç sevmez ama sizi çok sevdi. Akşam yemeği hazırlıyor. Çok lezzetli yemek yapar. Sayenizde ben de bu ay bir kere karnımı doyurayım!” 1973’te Hoca 71, Ferhunde Hanım da 62 yaşındaydı. Yorulması, misafire hizmeti sevmemesi normaldi. Eşime kaç göz işareti yaptım. Mutfağa gidip yardım etsin diye ama Ferhunde Hanım mutfağına da kimsenin girmesini istemezmiş. Balkonda akşam yemeğini büyük bir zevkle yedik. Eşim sofranın kurulmasına, kaldırılmasına yardım etti.
O gün balkonda otururken bir şey daha dikkatimi çekti. Evin bahçe duvarları yüksekti. Sadece giriş kapısının üstünden sokak (Dr. Fazıl Gökçeören) görülebiliyordu. Bahçe kapısının önünden dört saat içerisinde yaklaşık 20-25 kadar kadın erkek, genç kız, delikanlı, çocuk kimi el sallayıp kimi de hâl hatır sorarak geçtiler. Mahalledeki herkesin saygı duyduğu bir şahsiyetti. Bahçede her çeşit meyve ağacı vardı. Osmanlı çileği de yetiştirirdi.
Orhan Şaik Gökyay ve Ferhunde Hanım’ın evliliklerinden ölü bir kızları dünyaya gelmiş, bir daha çocuk sahibi olmaları imkânsızlaşmıştı. Mirasçısı eşi ve üç (aslında altı kardeşi vardı ama bazıları erken yaşta ölmüştü veya evlenmemişti.) kardeşinin çocukları, yeğenleriydi. Hocamız, 2 Aralık 1994’te ölünce Ferhunde Hanım’a eczacı yeğeni (Mübeccel Olçun) baktı. Müteahhitler, İstanbul’un gözde semti Göztepe’deki köşkleri birer birer apartmana çeviriyorlardı. Ferhunde Hanım, yeğenlerini düşünerek köşkün yıkılmasına kolaylıkla razı oldu. Köşkün yıkılış fotoğraflarını (1996) yanındaki Ferhunde Hanım’ın oturduğu apartman dairesinin balkonundan çeken Muhsin Karabay’a söylediği şu söz çok önemlidir: “Evladım, benim ne suçum var? O kadar yozlaştık ki ben de bu yozlaşmadan payımı aldım. Ayrıca Orhan Bey bu konuda son sözü Günday (Kayaoğlu) Bey’e bırakmıştı. O da sesini çıkarmadı.” (Türk Dili, s.83).
Hoca’nın evi yıkılınca arsa üzerine, ilk evi yapan müteahhit altı katlı bir apartman yaptırdı. Her katta bir geniş daire bulunuyordu. Üç dairesi arsa karşılığı Ferhunde Hanım’a verildi. Bir daireye Ferhunde Hanım, diğerine yeğeni Mübeccel Olçun yerleşti. Üçüncü katı ise müteahhit kızına satın aldı. Ferhunde Hanım, ölünceye kadar Mübeccel Hanım’ın gözetiminde dairesinde yaşadı. Ölünce bu daire de Mübeccel Hanım’a kalmıştır sanıyorum.
Gökyay, İngiltere, Fransa hatta Azerbaycan’da yaşasaydı evi asla yıkılmazdı. Adına müze ev yapılırdı.Kitaplığı iyi ki İSAM’a verildi de kurtuldu… Bu vesileyle, saygı ve rahmetle anıyoruz…
NAİL TAN