İktisat bölümü mezunusunuz aslında, ancak biz konunun oyunculuğa nasıl geldiğini merak ediyoruz izleyicileriniz olarak? Müjdat Gezen Sanat Merkezi serüveni nasıl başladı? Kürşat Bey, neler izledi, nasıl çalıştı, ne dersiniz?
Çok küçük yaştan beri yapmak istediğim meslek oyunculuktu. İlkokulda 9 yaşındayken okulda bir piyes düzenleneceği söylenmişti. Hemen gidip piyeste yer almak istediğimi iletmiştim. O zamanki heyecanımı şu an bile hatırlayabiliyorum. Demek ki o yaşlardayken de büyük bir hevesim vardı oyunculuğa. Ardından liseye kadar hiçbir şey yapmadım oyunculukla ilgili. Kastamonu’da büyüdüğüm için zaten çok fazla imkân da yoktu aslında. Lise 3’te bir yandan ÖSS’ye hazırlanırken bir yandan da üniversiteli abilerim ve ablalarımla çıkaracağımız oyunun provalarına katılıyordum. Hafta sonları dershane çıkışında büyük bir mutlulukla provalara gidiyordum. Lise sonda da böylece ikinci kez sahneye çıkmış oldum. Konservatuvar okumayı istiyordum ama çok büyük bir tutkum da yoktu. Ailem çok sıcak bakmıyordu, ben de çok üstelemedim. Ardından ailemin de yönlendirmesiyle Bilkent Üniversitesi iktisat bölümüne gittim. Çok güzel arkadaşlıklar edindim orada, bunu bir tarafa bırakırsak iktisadı pek severek okuduğumu söyleyemem. Bilkent’teyken de oyuncu olma isteği devam etti. Böylece lise zamanlarımda düşünülen oyunculuğun benim için geçici bir heves olduğu tezi de çürümüş oldu. Üniversitede tiyatroya dair birkaç deneme yapsam da doğru ekibi bulamamaktan ötürü tiyatro faaliyetlerinde bulunamadım. Üniversitede son yılıma geldiğimde Ankara’da Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nin açılacağı haberini aldım. Sınavlarına girdim, konservatuar bölümünü kazandım. Bilkent’te son dönemimi geçirirken bir yandan da ailemin desteğiyle Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde tiyatro okumaya başladım. Üniversitenin son dönemine nispeten rahat dersler bırakmıştım dolayısıyla vaktimin büyük bir çoğunluğunu MSM’de geçirdim. İktisattan mezun olduktan sonra da hep yapmak istediğim mesleğe doğru yönelmiş oldum. MSM’de 2 yıllık aldığım eğitimin ardından İstanbul’a yerleştim.
Kamera ve sahne arasında büyük bir fark var. Seyirci, tepki, alkış, öfke… Her şeyi organik olarak seyirciden alıyoruz sahnede. Sizin terazinizde nasıl farklar var? Oynarken en keyif aldığınız oyun hangisi, ya da okurken?
Öncelikle oynarken en keyif aldığım oyundan başlayayım. Eray Sel’le beraber yazdığımız “Basın Toplantısı” adlı oyunu hem oynarken hem de prova ederken çok eğlenmiştim. Türü itibariyle interaktif bir oyun olması da çok eğlenceliydi. Diğer soruya gelecek olursak dediğiniz gibi sahnede seyirciden tepkiyi anında alıyor olmak onu kameraya oranla daha değerli kılıyor. Ayrıca tiyatronun bir başka güzel tarafı da her performansın biricik olması, sadece o gün oraya gelen seyirciye özel bir performansın sergileniyor olması diyebiliriz. Kamera önü işlerse çok daha fazla kişiye ulaşıyor. Bu da onu sahne üstüne göre daha değerli kılan etken. Oyuncu penceresinden bakacak olursam da kamera önünde işin içine daha çok teknik giriyor. Ayaklarımızın bastığı yere olan sadakatimiz bir tiyatro oyununa göre çok daha fazla oluyor. Elimizi kolumuzu özgürce hareket ettiremediğimiz oluyor. Bazen teknik kısıtlardan ötürü karşımızdaki oyuncunun gözünün içine değil de kameranın köşesine bakarak oyun vermek zorunda kalıyoruz. Bununla birlikte kamera önü işlerde kolektif çabayı çok daha fazla gözlemleyebiliyorsunuz. Ortaya çıkan üründe çok fazla kişinin emeği oluyor. Bunun bir parçası olmak da gerçekten çok güzel. Sonuçta bir oyuncu olarak esasen sahne üzerinde de kamera önünde de yaptığımız şey temel olarak aynı. İkisi de beni aynı derecede mutlu ediyor diyebilirim.
“Gibi”nin genelinde diyalektik bir şekilde ilerleyen metinlere ve diyaloglara sıkça rastlıyoruz. Bu diyaloglarda bazen, ad hominem üzerinden: “insan karalama veya dolduruşa getirme safsatası”nın örneklerini de görüyoruz. İlginç bir şekilde bizi içine çeken bu komik diyalogların tılsımının sebebi nedir sizce?
Bu sorunun cevabı aslında çok açık. Bunu söylemek bana düşmez belki ama Feyyaz Yiğit’in ve Aziz Kedi’nin kalemlerinin çok iyi olması bunun nedeni. Hayatı çok gerçek yerden yakalamaları, hayatta fark etmeden yaşadığımız detayları getirip izleyicinin gözünün önüne koymaları ve Ömer Sinir’in de buna çok iyi bir rejiyle eşlik etmesi diyebilirim.
“Gibi” dizisi mizahın tam ortasından bize sesleniyor, yani içinde bulunulan durumlar komik ve bazen de absürt. Siz “Erasmus” bölümünün metnini okuduğunuzda ne hissettiniz ve bu metne nasıl hazırlandınız?
“Gibi” dizisine aslında absürt dememek lazım, “Gibi” tam bir durum komedisi. Aziz Kedi bir röportajında mümkün ama düşük olasılıklı olaylardan oluşan bir kümemiz var demişti. “Erasmusla Gelen Yamyam” da tam olarak buna uyuyor. Erasmusla gelen bir Hollandalı öğrenci yardımsever bir vatandaşın evine yerleşebilir. Ve nankörlük ederek evde yaşayan babaanneyi yiyebilir. Evet, çok zor bir ihtimal, ama mümkün. Ben senaryoyu okuduğumda çok güldüm tabii ki. Hep “Gibi” mizahına ait bir projede yer almayı istiyordum. Sevdiğim mizah tam olarak bu olduğu için aslında hazırlanma süreci de çok zor olmadı. Audition’da senaryoya dair hissettiğim şeyi oynadım ve o da çok şükür beklentiye karşılık verdi. İyi ki de oldu.
“Gibi” dizisinden sonra daha tanınır oldunuz. Hayatınızda neler değişti? Sizde değişen bir şey oldu mu?
İnstagramım çok daha aktif olmaya başladı. Sürekli sağ üst köşede bir kırmızılık oluyor. Bunun dışında çevremde yolda yürürken durdurup benimle fotoğraf çektirenler, karşı kaldırımdan el sallayanlar, yan masadan afiyet olsun diyenler olmaya başladı. Diziyi takip edenler, sağ olsunlar güzel dileklerini paylaşıyorlar hep. Bu da mutlu ediyor beni. Hayatımda bunun dışında -ki bu esasen benim için güzel ve büyük bir değişim- bir farklılık yok.
Dizi sektöründe olmak bedenen ve ruhen zordur, siz neler yaşadınız ne dersiniz sistemle ilgili?
Benim uzun yıllar süren bir dizi tecrübem yok. Ama duyduğum kadarıyla gitgide olumluya dönen bir çalışma sistemi varmış. Eskiden çok daha uzun süreler sette kalınıyormuş. Bir insanın kaldırabileceğinden çok daha fazla bir yük varmış. Şimdi yanılmıyorsam daha düzgün işliyor süreç eskiye oranla. Ben TV şovlarında oyuncuların uzun süreli çalışma sisteminden yakındıklarını duydukça, bir gün o noktalara gelirsem şikâyet etmeyeceğim demiştim. O yüzden de şikâyetçi değilim. Sevdiğim ve uzun yıllar hayal ettiğim mesleği icra ediyorum. Yorulduğum anlarda da bunu aklımdan çıkarmamaya gayret ediyorum. Kaldı ki setin ağır koşullarını da en az hisseden oyuncular oluyor.
Sette olmak uzun zamanlar gerektiriyor elbette. Bu saatler dışında Kürşat Bey, neler okur, neler yapar?
Setimin olmadığı vakitlerde en yakın arkadaşım Ahmet Orhon’un kurduğu Türkiye’nin ilk ve tek bulut mutfağı AvaneCloudKitchens şirketinde oluyorum. Bulut mutfak sadece paket servis olarak tek bir mutfaktan 30 restoranın hizmet verdiği bir iş modeli. Vaktimin büyük çoğunluğu orada geçiyor. Bunun dışında Ahmet’le birlikte Orhon Academy Productions’ı kurduk. Dijital platformlar için sinema, dizi projeleri geliştiriyoruz. Senaryo çalışmaları yapıyoruz bir yandan. Ayrıca ilk projemiz olan senaryosunu yazdığım ve başrolünde oynadığım Donadona adlı filmin post prodüksiyonu ile meşgulüm şu sıralar. Kitapları genelde yatmadan evvel okuyabiliyorum. En son ErichScheurmann’ın “Göğü Delen Adam” kitabını bitirdim. Şu anda da Zweig’ın Satranç kitabını okumaktayım.
YASEMİN SEVEN ERANGİN / MAHALEDEBİYAT