Birkaç hafta önce, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın yüz yıl önce kaleme aldığı “Milletin Sahip ve Efendisi Köylüdür” başlıklı makalesini tanıtmıştım. Sosyal medyada geniş yankı buldu.
Son yıllarda şehirden köye bir özlem başladı. Çocukluğu köyde geçmiş olanları anlarım ama diğerleri köy hayatını bilmez. Köy kahvaltısı, çoban salatası kulağa pek hoş geliyor. Bizim insanımız köyü görmeden güzelleme yapıyor. Köyde aktif yaşamakla misafir olarak yaşamak çok farklıdır.
Köylerimiz uygarlığın nimetleriyle son elli yıl içinde tanıştı. Her şeyden önce yollar yapıldı. Elektriğe kavuştular; televizyon, buzdolabı, çamaşır makinesi gibi modern araçlar evlere girdi. Özellikle televizyon insanların gözünü açtı. Şimdi internet yaygınlaşıyor. Cep telefonu herkeste var.
Bugün insanları köyde tutamıyoruz. İç göç devam ediyor, üretim büyük ölçüde düştü. Bunlar nasıl çözülecek? Üretmeyen köylü hem kendini hem de ülkeyi sıkıntıya sokar. Herkes konuşuyor ama sonuç meydanda.
Bizim lisenin tarih öğretmeni İsmail Hakkı Uzunçarşılı, 1921’de yazdığı Köy Sevgisi başlıklı makalesinde, köye bakışımızı çok güzel analiz etmiş. Okuyalım; günümüzle kıyaslamayı siz yapın:
“Herkes köyleri ve köylüleri sever. Kime sorsanız size köye karşı ruhunun meftuniyetinden, köylülere karşı kalbinin muhabbetinden bahseder. Fakat çok kimsenin dudaklarında, evet yalnız dudaklarında gezen bu çifte muhabbetin, bazı köyleri ve köylüleri sevmek muhabbetinin üstündeki yaldızı kaldırınca altından ca’liyetin(yapmacık) sırıttığını görürüz! Köyü severim derken yanlışlık, köylüyü severim derken riyakârlık yaptığımızın belki de farkına varmayız. Herkes köyü severmiş: Hayır, bizler köyü değil köyün zevkini severiz. Ben daha çirkin bir köyü seven bir köylü dostu görmedim. Sonra köylüleri sevdiğinden bahsedenlere de her vakit kulak asmayın. Onlar bunu, köylüyü sever görünmenin bir meziyet addedileceğine inandıkları için yaparlar.
“Ah bu zavallı köylü” diye her gün acıklı mersiyeler okuyan gençler bilirim ki, ellerine fırsat geçince, ellerinden kırbaç düşmedi. Ne yapalım, el ile dil her vakit beraber gitmiyor. İyi yazıp da iyi söyleyemeyenler gibi, iyi söyleyip fena yapanlar da vardır! Köylüyü sevmeyip de sever görünenler ne kadar kızılacak adamlarsa, köyü sevmediği halde, kendisini cidden seviyorum zanneden safdiller de o kadar gülünçtür.
Şehirlerin mütefessih (kokmuş) havası içinde ruhumuz boğulur. Şehirlerin gürültüleri içinde fikirlerimiz dumanlaşır. Şehirlerin ağır sıcağı altında kalplerimiz daralır, o zaman “Ah bir köye gitsem.“ deriz. Köy o zaman nazarımızda hayalî bir cennettir. Saf ve temiz havası, beyaz köpükler saçan ırmakları, üzerinde koyunlar otlayan yeşil çimenleri ile insana saadet veren bir cennet.
Orada meyveli ağaçların renkli manzaraları vardır. Orada güneşin buğuları içinde altın başlarını sallayan başaklar vardır. Ve o akşamlar, bazı genç şairlerimizin terennüm ettiği gibi durgun ve sakin değildir. Köylerin bütün gürültüsü akşamlarında toplanır. Koyun sürüleri meleyerek ağıllarına, inekler böğürerek yavrularının yanına, beygirler kişneyerek ahırlarına dönerler. Köylerde sakin ve durgun olan akşamlar değil gecelerdir. Gecelerin akşamlara bitişik zamanlarında bile bütün evler uyumuş, bütün sürüler uyumuş, hatta bütün ağaçlar uyumuştur. Uyanık olarak biz yalnız gökte yıldızların kıpırdaşan gözleri ve köyde köpeklerin kapanmayan ağızları vardır. O gözlerden nur, ağızlarından gürültü dökülür!
İşte köy hayatına bayılanlar köyü değil köylerin bu güzelliklerini severler. Fakat köylerin güzelliğini sevmek köyleri sevmek değildir. Bu, köyden ziyade bizim hodbinliğimize ait bir sevgidir. Bu, huzur ve sükûnet içinde yaşamak sevgisi; bu, bizim vücudumuzun ve dimağımızın istirahat sevgisi; bu, köylerin şiirinin sevgisidir. Yoksa mesela köylerin yalnız güzelliklerini görüp ağlayan ruhlarını görmüyorsak, köylerin yalnız kıyafetlerindeki pislikten tiksinip ruhlarındaki safveti anlamıyorsak, köylerin yalnız cehaletlerinden şikâyet edip onların dimağlarına birkaç lem’a bırakmayı ulvî bir zevk halinde duymuyorsak, velhasıl bir cümle ile köyün ve köylünün hıçkırığı bizde de bir hıçkırık yapmıyorsa, nafile kendimizi aldatmayalım, bizde köy sevgisinden eser yoktur.
Köyü köy olduğu için sevmek. İşte köy sevgisinin düsturu budur. Köyü köy olarak sevmeyen bir kimsenin nazarında hiç çirkin köy olmaz. Yeşil ağaç arasında beyaz sıvalı evleriyle gülümseyen bir köy ne ise kızgın kayalar altında kerpiçten evleriyle kavrulan bir köy de odur. Peki, bir adamı köyü köy olduğu için sevip sevmediğini ne ile anlayacağız! Bunun mi’yarı(ölçü) gayet basittir. O adamın köylüyü sevip sevmemesiyle. Köylüyü seven her köyü sever. Milletini sevenlerin vatanını seveceği gibi. Bizde yazın köylerde sayfiyeye çıkan her sınıf şehirli vardır. Fakat dikkat ediniz, hiçbiri köylü ile temas etmez. Hepsi kendi bahçeleri ortasında, kendi çocukları arasında, köyün bayırları üstünde köylüye biraz yukarıdan bakarak yaşarlar. Onlara sorarsan sürdükleri köy hayatıdır. Hâlbuki onlar şehirdeki evlerini köye nakletmekten başka bir şey yapmadılar. Yalnız bu ikinci evlerinde süt, yoğurt biraz fazladır, işte o kadar.
Yalnız sayfiye için köyde oturanlar değil vazife ile köye gidenler bile köylü ile temas etmez. Temastan maksadım köylere sık sık gidip gelmek ve bütün köylüyü silsilesi ile tanımak da az değildir. Eğer böyle olsaydı köylülerin en aziz dostları jandarmalar ile tahsildarlar olmak icap ederdi. Köylü ile temas demek, bence köylüye bütün kalbini açmak ve köylünün bütün kalbini açtırmak demektir. Korkmayınız, köylü kalbi kilitsiz kapıya benzer. Ne anahtar ister, ne maymuncuk! Hulâsa edeyim: Köyü seviyor musun? Öyle ise köylüyü sev. Köylüyü seviyor musun, öyle se onun kalbini kazan. Ne ile mi diyeceksin? Kendi kendini ona ve onu hiç olmazsa kendine müsavi tutarak.
Birkaç sene evvel tanıdığım bir nahiye müdürüne sormuştum: Nasıl, köylüye kendini sevdirdin mi?
Cevap verdi: Sevdiklerini bilmiyorum ama korktuklarını biliyorum.
Korkutmak, korkutmak. Fakat düşünmüyoruz ki, korkunun sinesinde nefret vardır.
Biz sevmekle sövmeği, saygıyla korkuyu, korkuyla hürmeti birbirine karıştırdık. Sen evvela hürmet ettir. O, saygıyı da kendiliğinden doğurur. Lakin evvela korkutayım deme. Çünkü korkunun doğuracağı ilk uğursuz çocuk nefrettir.”