Hiç durmayan savaşlardan bitap düşmüş bir dünyadan yaşayan dört bilgin varmış. Dördü de bilim adamıymış çünkü bilginlik sadece pozitif bilim sayesinde olurmuş. Bunlar savaşın getirdiği tüm kötülükleri tatmışlar. Biri karısını ve çocuklarını kaybetmiş, bir bombaymış ondan sevdiklerini alan. Diğeri malını mülkünü, ülkesini, uzuvlarını savaşa ve zorbalara kaptırmış. Diğerinin arkadaşları, ailesi kıtlıktan, salgından telef olmuş. Bir diğeri… Onun savaşta neyi kaybettiğini bilen yokmuş. Ama öyle acılıymış ki durumu hiçbiri cesaret edip soramamışlar başından ne geçtiğini. Bu dördüncü hep sessizmiş. Ssi çıktığında da yürek burkarmış söyledikleri.
Bilginler söz verdikleri gibi gizli bir laboratuvar harabesinde tekrar buluşmuşlar. Üç yıl boyunca her biri dünyanın farklı bir köşesinde “Savaş Hastalığının” (onlar böyle demiş bitmeyen savaşa) çaresini aramışlar. Şimdi hepsi bulduklarını diğerleriyle paylaşacak, bu büyük ve habis hastalığa karşı bir aşı yaratacaklarmış.
Her biri başından geçenleri anlatmış. Aşının içinde olması gerekeni kendince söylemiş ve tartışmışlar. Birbirlerinin bulduklarını çürütmüşler. Ama kavga etmeden, savaşmadan, doğruyu bulmak için tartışarak.
Bu sırada onların ne yapmaya çalıştığını bilen, çıkarları, oyunları bozulacak olanlar askerlerini yollamış peşlerinden. Bilginler tartışırken onlar laboratuvarı bulmuş.
Aşı için doğru formülü bulduklarını düşünen bilginler onları yakalamak için gelenleri duymuşlar. Kaçabilmeleri neredeyse imkansızmış. İşte o zaman sessiz olan başından geçenleri diğerlerine anlatmış. Savaşta neyi kaybettiğiyle başlamış. Birini öldürdüğünü ve insanlığını kaybettiğinden bahsetmiş. Öfkesinin nasıl büyüdüğünü, o büyüdükçe savaş hastalığına nasıl yakalanarak acı verdiği kadar, acı çektiğini anlatmış. En sonunda da aşıya eklenecek son maddeyi söylemiş. Fedakârlık. Anlattıklarından sonra arkadaşları ona itiraz edememiş. O askerleri oyalarken diğerleri kaçacakmış.
Zor da olsa ayrılmışlar birbirlerinden. Yıllarca görmemiş biri, bir diğerini ve hiçbiri bilmemiş dördüncü bilginin akıbetini.
Savaşlar azalmış yıllar içinde ama bitmemiş. Onun için kendi aşılarından daha güçlü bir aşıya, insanlık tarihinin en büyük aşısına başvurmuşlar. Birbirlerine anlattıkları öyküleri derleyip bir kitap yapmışlar. Tabii kendini feda eden arkadaşlarını da unutmamışlar.
Kitaplarını tanıtıp, imza verirken karşılarına dördüncü bilge gelmiş. Çok şaşırıp, sevinmişler. Ne kadar sorsalar da arkadaşları başından geçenleri anlatmamış. Ama onlar anlamışlar ne kadar acıya katlandığını. Yine de arkadaşlarının gözlerinde umudun pırıltısını ve kefaret ödemenin tatminini görmüşler. Dördüncü bilge birçok kitap alıp vedalaşmış arkadaşlarıyla. Onu en son aldığı kitapları çocuklara dağıtırken görmüşler. Bir daha da haber alamamışlar.
- ••
Tekrar merhaba. Bu da bu haftanın hikayesi. Umarım keyif almışsınızdır.
Genelde kısa hikayeler yazıyorum. Çünkü yazmaya bayıldığım halde kötü bir huyum var.Daha doğrusu konfor alanımın bana kurduğu tuzak. Sabırsızlık. Başladığımda o yazı bitmeli. Bitirebilmek içinde kimi zaman çok kontrolsüz saatler yazmak zorunda kalabiliyorum. Doğal olarak yazma sürem de uzadıkça sabrım tükeniyor. Sabrım tükenince bırakıyorum. Bırakınca geri dönemiyorum. Böyle kısırlığın içinden kurtulmanın yolunu roman gibi yoğun sabır isteyen yazılara bulaşmıyorum. Bitmeyi bekleyen birkaç kitap var ama bakalım konfor alanımı ne zaman yeneceğim. Ve işin ironisi de “konfor alanını” yenmenin yolunu bilip de yapmamak. Çünkü konfor alanı böylesine bir süper güç. Sanki soğuk savaş dönemindeki ABD ve SSCB birleşmişler de ellerindeki tüm füzeleriylebana saldırmışlar gibi.
Eğer “eylemi”, “harekete geçmeyi” sağlarsam konfor alanını yenebileceğimi de gayet iyi biliyorum. Sonuçta eylemediğimiz, yapmadığımız sürece konfor alanı istediği her şeyi zihnimizin içinde esir tutabilir. Herhangi bir şeyin hakkında konuşmak, düşünmek, onun hayalini kurmak yetersizdir. Eylem gereklidir. Öz eylemde gizlidir. Konfor alanını sadece eylemlerin sonuçları mağlup edebilir.
Biz eyleme geçmeye çalışırken “konfor alanı” kulağımıza sürekli fısıldar yeterince “mükemmel” değil diye. “En mükemmeli buluncaya kadar rahatını bozma” der. “Mükemmeli ancak şöyle iyice rahatlayıp yayılırsan bulursun” da der. Biz de inanırız.
Öncelikle size kötü bir haberim var; mükemmel diye bir şey yok maalesef. Mükemmeliyet sadece zihinde var olur, gerçekte değil. Tıpkı gökkuşağının altındaki hazine gibi. Gökkuşağına doğru ne kadar gidersek gidelim asla yaklaşamayız biliyorsunuz. O halde içimizdeki mükemmellere de gökkuşağı gibi davranalım. Nasıl ki sadece yağmurdan sonra ortaya bir güzellik olarak çıkıp ardından da buharlaşıp kaybolduklarını biliyorsak mükemmelin de öyle olduğunu kabul edelim. Ortaya çıktıklarında mutlu olalım. Eğer becerebiliyorsak da güzel birkaç poz fotoğrafını çekelim ve sonra işimize bakalım. Çünkü biz onu bekledikçe kaybettiğimiz sadece sırada bekleyen hayallerimiz olmayacak. O hayalleri gerçek kılacak zamanımızı da kaybediyor olacağız.
O halde en büyük kozumuza, beynimize ihtiyaç duyduğu silahı yani “eylemi” verelim ve “konforun” elindeki alanlarımızı tek tek geri almaya başlayalım.
Bugünden de bu kadar. Sevgi ve muhabbetle dostlar. Ve her zamanki gibi, buraya kadar sabır gösterip lütfedip okuduğunuz için yürekten teşekkürler…
ZEKİ GÜRDAL KARAOĞLU