1980 askeri darbesi henüz olmuş. Aylardan Ekim… Yedi yaşındaki oğlan çocuğu darbeyi nereden bilsin ki? O daha yeni okumayı öğrenmiş. Annesinin defterine yazdığı sekiz satırı heceleye heceleye okumaya çalışıyor. Bir iki denemeden sonra söküyor önündeki yazıyı. Şimdi cümle cümle okuyor. Hâlâ biraz tutuk. Üç beş on derken sular seller gibi okumaya başarıyor. Okumak yeterli değil onun için muhakkak ezberlemeli. Andımızı okuyan büyük sınıfları gibi okulun girişindeki merdivenlerin en üst basamağına çıkıp ezberden okuyacaktı şiirini. Hem de annesiyle babasının ona öğrettiği en büyük bayramda çıkacaktı tüm okulun önüne. Merdivenleri çıkıp ezberlediği şiiri ile kutlayacaktı öğrenci olarak ilk Cumhuriyet Bayramı’nı…
Daha on beş gün vardı bayrama. Her gün okuldan eve geldiğinde ödevlerini bile yapmadan şiirinin yazılı olduğu kağıdını çıkartıyor, ezberlemeye uğraşıyordu. Bir satır, iki satır ezber gidiyor sonra ya beşinci satırda ya da altıncı satırda takılıyordu hep. Halası kağıdından oku diyordu ama o bunu kabul edemezdi. Muhakkak ezberden okuyacaktı şiirini. Halası yardım ediyordu ona çünkü annesi ve babası işe gidiyordu. Babaannesi okuma yazma bilmediği için de halası tutuyordu kağıdını. Babaannesi bile dinleye dinleye ezber etmeye başlamıştı ama o bir türlü böyle bir solukta avaz avaz okuyamıyordu şiirini…
Birkaç defa elindeki kâğıt katlanmaktan yırtıldı. Kimi babası, kimi halası kimi zaman da annesi yeniden yazdılar onun için. Kendi de yazmayı denedi ama kendi yazdığını okuyamıyordu ki… Oysa annesi ne güzel yazıyordu. İnci gibi…
Günler bir bir azalıyordu. Bayrama az kalmıştı. Bazı günler öğretmenleri onu ve bayramda görevli arkadaşlarını dersten çıkartıp prova yaptırıyorlardı. Beşinci sınıflardan birkaç çocuk kendi yazdıkları kompozisyonları okuyorlardı. Halk oyunu oynamasını bilenleri oyunlarını oynuyordu. Müzik öğretmeninin arkasına sıraya dizilmiş ve çalmasını bilenlerin mandolin çaldığı, bilmeyenlerinse sadece marş söylediği bir koro bile vardı. Söylenen tüm marşlara eşlik edebiliyordu. İzmir Marşını ezberlemişti.
Ama sıra ona gelip de şiirini oku dediklerinde eli ayağına dolaşıyor bir türlü diğer şiir okuyanlar gibi tek nefeste ezberden okuyamıyordu. Dili dolanıyor, tökezliyor, ezberini şaşırıyordu. Kâğıda bakıyordu. Kâğıda baktığı için ağlayası geliyordu ama öğretmeni şefkatle başını okşayınca geçiyordu gözünü saran ıslak bulutlar… Hem öğretmeni ona sürekli aferin diyordu çünkü birlerden sadece o şiir okumak için seçilmişti. Ezberlemese bile olurdu.
Kış Ekim ayının sonundan kendi belli etmeye başlardı o zamanlar Ankara’da… Öğlene doğru ısınırdı hava ama sabahın yedisinde üşütürdü Ankara’nın kış için hazırlanan ayazı.
Bayram sabahı da hava soğuktu. Geceden annesinin yıkayıp ütülediği siyah okul önlüğünü giydi. Beyaz yakasını taktı ama ilikleyemedi heyecandan. Gerçi heyecanı olmadığında da ilikleyemiyordu yakayı. O küçücük ilik için fazla büyüktü düğmesi sanki. Ama evdeki büyüklerinden biri ilikledi mi düğme küçülüyordu sanki… Babasının az önce cilalayıp parlattığı Sümerbank’tan alınma kösele ayakkabılarını giydi. Bağcıklarını bağlamasına gerek yoktu çünkü önden babası azıcık gevşek bağladığı için keratayı ayakkabının topuğuna koyunca tık diye oturuyordu ayakları…
Evden çıkarken montunu giymesi için çok ısrar ettiler ama inadı da inat olduğu için giymedi montunu. Jilet gibi ütülü önlüğü, kolalı yakası bozulsun istemiyordu. Annesi bu sefer şiirini küçük defter sayfasına değil tertemiz büyük beyaz kâğıda yazmıştı. Hatta rahat okusun diye kocaman kocaman yazmıştı şiiri kâğıda. Kağıdını aldı katladı önlüğünün sol tarafındaki tek cebine koydu. Maaile çıktılar evden. Annesi öğretmendi ama oğlunun ilk şiirini okumasını görmek için izin almıştı okulundan. Bir başka öğretmen arkadaşı bakacaktı sınıfında. Oğlan şiiri okur okumaz hemen kendi okuluna gidecekti. Okula doğru yürürlerken öyle dedi babasına annesi.
Okulla evin arasında beş yüz metre ya vardı ya yoktu ama ilk defa yol bu kadar çabuk bitti. Okula yaklaştıkça helecanı daha da artıyordu…
Tüm okul sıraya girdiler. En önde tüm sınıfların öğretmenleri. Arkada ikişerli sırada birinci sınıflardan beşinci sınıflara kadar öğrenciler kendi aralarında konuşuyorlardı. Öğrencilerin arkasında da veliler toplanmıştı. Okulun girişindeki merdivenlerin en sonuna yeşil örtülü bir masa koyulmuştu. Masanın ortasında da kocaman bir Atatürk büstü vardı. Bir öğretmen içeriden elinde uzun kablosu ile okulun mikrofonunu getirdi, parmağı ile bir iki kez tıklatıp açık olup olmadığını kontrol etti. Sonra da görevli tüm öğrencileri okulun içine çağırdı.
Sırasından çıkıp okula doğru yürümeye başladığında galiba yere basmıyordu. Hala hatırlamaz o merdivenleri nasıl çıktı, okulun içine nasıl girdi. Sıranın kendine nasıl geldiğini bile fark etmedi.
İstiklal Marşı, saygı duruşu… Okul müdürü ile bir öğretmen konuşma yaptı. Sonra dördüncü sınıflardan seçilen sunucu kızın kendi adını söylediğini duydu…
“Şimdi de 1-C sınıfından Zeki Gürdal Karaoğlu, Behçet Kemal Çağlar’ın ‘Cumhuriyet’ şiirini okuyacak…”
Hava ısınmamıştı hafiften titretiyordu ama onun çocuk bacakları pantolonunun içinde daha çok titriyordu. Masanın yanına geldi…Artık bacakları iyice birbirine vuruyordu. Ne demişlerdi evde? “Eğer bacakların titrerse bacaklarını sık, o zaman titreme azalır.” O da öyle yaptı sıktı bacaklarını… Ama bacakları hala titriyordu. Daha da sıktı ama yok… O sıktıkça bacakları onunla inatlaşıyor daha çok titriyorlardı.
Sunucu kız mikrofonu ona verdi. Eli bir an cebine gitti. Kağıdını çıkartacaktı. Sonra vazgeçti. Çünkü elleri de bacaklarına uymuş ve öyle titriyorlardı ki kâğıdı tutamayacağını fark etti. Mikrofonu iki eliyle sıkıca tutunca titremesi azıcık azaldı. Tüm okulun önündeydi şimdi. O zaman fark etti okulun ne kadar kalabalık olduğunu. Gözü ailesini aradı bir an ama bu sefer de heyecan gözlerini ele geçirmişti. Bulanık bulanık görüyordu. Gözlerini kapadı. Derin bir nefes aldı ve ince çocuk sesiyle başka türlüsünü bilmediği için avaz avaz söylemeye başladı şiirini…
Gönül verdik,
Sana erdik.
Ey hürriyet, Cumhuriyet.
Herkes sever,
Seni över.
Ey hürriyet, Cumhuriyet.
Canımızdasın, Kanımızdasın.
Ey hürriyet, Cumhuriyet.
Galiba çok alkışlamıştı herkes onu. Fakat kendi sesinden başka bir şey duymamıştı. Mikrofonu masanın üstüne koydu ve öğretmeninin daha önceden söylediği gibi merdivenlerden inip sınıfının olduğu sıraya girdi. Halk oyunları oynandı kompozisyonlar okundu… Sıra koroya gelip marşlar okunmaya başlayıncaya kadar kafasının içinde yankılandı şiiri… Ezberden hem de hiç takılmadan okuduğunu fark edip yüzüne kocaman bir gülümseme yayıldığında sıra İzmir Marşı’na gelmişti. Tüm okul, öğretmenler, öğrenciler, veliler coşkuyla bir ağızdan söylemeye başladılar…
İzmir’in dağlarında çiçekler açar.
İzmir’in dağlarında çiçekler açar.
Altın güneş orda sırmalar saçar.
Altın güneş orda sırmalar saçar.
Bozulmuş düşmanlar hep yel gibi kaçar.
Bozulmuş düşmanlar hep yel gibi kaçar.
Yaşa Mustafa Kemal Paşa, yaşa;
Adın yazılacak mücevher taşa.
Yaşa Mustafa Kemal Paşa, yaşa;
Adın yazılacak mücevher taşa.
Ve bugün o çocuk Cumhuriyet’in 99. Yılını o ilk okul çocuğunun yüreğindeki heyecanla kutluyor…
BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN… Sonsuz olsun… DAİM OLSUN!..
ZEKİ GÜRDAL KARAOĞLU