Yapılan yarışmalarda ya da televizyonda mikrofon uzatılan kişilere, “Tek bir dilek isteme hakkın olsa, bu ne olurdu?” diye sorulduğunda, yanıt;
“Barış dolu bir dünya, huzurlu bir yaşam, sevgi, saygı” oluyor. Dilden bu sözler dökülse de genelde yürekler böyle demiyor. Herkes refah, bol para istiyor.
En çok kazanan, en çok satan, en çok izlenen ve hatta en çok tıklananın değer gördüğü günümüzde, para ve sağladığı maddi gücün yüceltildiğine tanık oluyoruz.
Ancak tehlikeli bir kazayla karşılaşan veya çok ağır bir hastalıkla pençeleşen kısaca ölümle yüz yüze geldiğini hisseden kişi, canının derdine düşüp, ‘yeter ki kurtulayım, sağlığım yerine gelsin, başka hiçbir şey istemem’ diyor.
Çin’in Wuhan kentinde başlayan COVID-19 kısa sürede tüm ülkeleri etkisi altına alınca, sağlığın önemini hep birlikte fark ettik. Salgının pandemi olarak kabul edilmesiyle birlikte virüs Dünya’mızın gündemindeki ilk ve en önemli konu haline geldi. Sadece beden sağlığını değil, sosyal yaşam, eğitim ve ekonomiyi tehdit ederken, ruh sağlığını da altüst etti.
Korona virüs günlerinde tüm insanlar hep birlikte esir olduk. Yaşama sevincimizi coşturan çocuklar da evin içinde kaldı, evinden çıkamayacak kadar yaşlı olanlar da. Ve iş hayatında hiç de alışık olmadığımız yeni normal ile evden çalışma ile gençler, orta yaşlılar da evdeki yaşama katıldı.
Pandemi bizleri eve kapatırken, ailelerimizle daha çok vakit geçirmeye mi yöneltti? Yoksa yalnızlığımızı mı çoğalttı? Soğuk ve umutları azalan bir dünyada yaşıyoruz. Yalnızlıktan korktuğumuz ama sürekli yalnız kalmaya çalıştığımız, yalnızlığımızın yetmediği ve bitmediği bir çağdayız.
Şimdi covid-19 salgınıyla sokaklar yalnızlaşıyor, evler kalabalıklaşıyor. Eski günlerden kendilerine kalan anılar akıyor, beyinlerden odalara. Gençler sokaklardaki özgürlüklerini anımsarken, orta yaşlılar, komşulara selam vermeye korkar hale gelmenin burukluğunu yaşıyor.
Komşuluk demek, güne günaydın ile başlamak, üst sokakta oturana bile hayırlı işler demek, birlikte yaşamayı içine sindirebilmek, yardımlaşmak, komşunun derdini dert edinmekti. Dayanışmak, bir işin olduğunda çocuğunu emanet edebileceğin kadar güvendiğin komşularınla bir fincan kahve ile soluklandığın ve gündelik hayat pratiklerini belirleyen bir ilişki biçimiydi.
Bebeğin aile ve yakın akrabaların ardından ilk karşılaştığı insanlar, sosyalleşmenin ilk basamakları, ahlaki, kültürel değerlerin korunduğu mahalle kültürü önemliydi, her zaman da değerini koruyor.
‘Yüreğime Değdin Kastamonu’ kitabımda anneannemden başlayarak yaşanmışlıkları, maniler, etli ekmek yapımı, helvacılar, esnaflar, komşulukları da ele almamın nedeni buydu. Heyamola yayınevinin, Türkiye’nin Kentleri projesi de bu düşünce üzerine kurulmuştu. Amacını; bu günün kentlerini gelenek ve görenekleriyle geleceğe taşımak, elli, yüz yıl sonrasına bu günle ilgili belge bırakmak olarak özetleyebiliriz.
Komşuluk ilişkileri bizi sımsıcak sarmasının yanı sıra geleneklerimizin de yaşamasında etken rol oynuyor. Her ne kadar ‘mahalle kültürü yok oluyor’ desek de, apartmanlarda da komşuluk ilişkilerinin sürebildiğine inanıyorum. Apartmanda komşularıyla en az vakit geçiren kişi olsam bile onların varlığıyla mutlu oluyorum. Apartmanda, sitede çareler bulunuyor, birlikte eksikler hızla tamamlanıyor.
Çocukken hayatımda eksik olan buydu. Meyve ağaçları, baharda açan leylakları, annemle babamın büyük emek verdikleri gül, lale, karanfil ve sümbülleriyle bezeli havuzlu büyük bahçesini çok sevdiğim evimizin bir dokunulmazlığının, mesafesinin olduğunu düşünürdüm. Mahalledeki yakın arkadaşlarımın apartman dairesinde oturmasını ise en büyük şansları olarak görürdüm. Çünkü onlar kapılarını açtığında karşı komşularını, çocukları, ben kapıyı açtığımda ise ağaçları ve kurt köpeğimiz Alev’i görebiliyordum.
Apartmanın birbirine saygılı ama gerektiğinde de akraba gibi yakın olunabilen ortamını hâlâ seviyorum. Benim değil, bizim sorunumuz anlayışı, birlikte kolayca çözülmesinin mutluluğunu duyumsatıyor. Tabi ki bunu geçekten istemek ve gayret etmek gerekiyor. Mahalle kültürünün, binaların şeklinden bağımsız olarak, komşuluk ilişkileriyle yaşatılabileceğine inananlardanım.
İnsan ilişkilerinin bozulması, aile, komşu iletişimsizliğinin yaşanması gibi olumsuzluklardan yakınmak yerine düzeltmeye çalışmalıyız. Bunun sorumlusu biz olduğumuza göre çözmek de bizlere düşer. Saygıyı sevgiyi önce biz göstermeliyiz ki, çocuklarımıza örnek olsun.
Kayıp giden mevsimlerin tekrarı yok, aynen bugünü yarın yaşayamayacağımız gibi… Pandemi döneminde çocuklarıyla görüşmeyenler, torunlarının büyümesine tanıklık etmeyenler de oldu, benim gibi tüm tedbirleri alarak, sınırlı sosyal yaşamını tüm sevdikleriyle birlikte geçirenler de…
Yalnızlaşmak, ağıt yakmak yerine, ulaşabildiğine destek olmak ve salgın karşısında da tüm yaşamda olduğu gibi dik durmak sorumluluğunu yüklüyor omuzlarımıza.
Olanca hüzün toplumu kuşatmışsa eğer, yaşamın bir anlamı kalmaz. Oysa ki Dünya’nın her yerinde çocuklar boy atıyor, dar odalarda menekşeler büyüyor, ormanlarda ağaçlar gökyüzüne uzanıyor, doğa soluk alıp veriyor.
Yaşamlarımıza güneş elbette yüzünü gösterecek, sağlık gelecek; günler, aylar belki de yıllar sonra. Kirazlar yeniden çiçek açtığında ya da salep elde etmek için orkide yumruları topraktan çıkarılmaya başladığında… Belki de kar beklediğimiz kış soğuğunda aşının bulunduğu haberini alacağız. Veya güz yağmurları Dünya’yı yıkarken, yaz sıcağında, deniz kokusu tüm benliğimizi sarmışken… Bilinmezliğin kuşkucu girdabında kaybolmamak için; gücümüzün yettiği kadar, elimizin ulaştığına yardım etmeli ve tüketmeyle yetinmeyip, üretmeli, alanımızda çalışmayı sürdürmeliyiz.
Üretimle bereketlenen, umudun ve coşkunun yer aldığı, aile, arkadaş, mahalle ya da kent yaşamımızda sevginin eksik olmadığı günlerin yakın olması dileğiyle…
MİNE ÖZGÜR