
1982 yazı herhalde çocukluğumun Nirvana’sıydı.
Köydeki 100 yıllık ev tam kapasite çalışmaktaydı. Makinist İsmail (dedem) alt katta Varşova’dan Stockholm’e her istasyonu çeken asırlık radyoda acans dinlemekte, Safiye Sultan (anne annem) dünyanın en hızlı ve en lezzetli taze fasulyesini pişirmekteydi. Merdivenin kenarındaki kapaklı follukta yumurta bulmak hiçbir bilgisayar oyunuyla mukayese edilemeyecek bonustu.
Bir klanı andıran Çelikten sülalesinin beş kız, bir oğlandan ve onların eşlerinden ve çocuklarından oluşan alt soyunun bakiyesi bu iki ana karakterin etrafındaki yardımcı oyuncular misali Camiliköy’de bir araya gelmekteydi.
Köye dair tasavvurlarım iki yıldır zirvedeydi. 1980’de kesin dönüş yaptığımız memleketin en eğlenceli zamanları köyde geçenlerdi.
Tek dayımın küçük oğlu Numan’ı aslında uzun zamandır tanıyor olmalıydım. Hiç görmediğim üç yaşında ölen Numan dayımın adaşıydı. İki ya da üç yaş seviyesinde resimlerimiz vardı. Abimle yaşıttı ve aramızda üç yaş vardı. Abime “Göksel” demedim hiç, ama Numan’a da “abi” demeyi öğrenmemiştim.
Belki onun Ertuğrul abisine “abi” demek bana yetmişti. Herkes için Numan’dı, benim için de Numan’dı. Dünyanın en eğlenceli adamıydı ve köyde onunla kral vakit geçiriliyordu.
Sadece köyün değil köy evinin de uzmanıydı. Her tarafından eğlenceli dergiler çıkan evin rehberiydi. Köyün de rehberiydi. Benim yaşıtım başka kuzenler de vardı, ama abimle beraber Numan’ın en favori kısa listesinde olduğumu düşünürdüm. Abimle yaşıt olduğu belli olmasın da dışlanmayım diye ona abi demiyordum belki de. Kimbilir?
1982 yazı bu düşüncelerin en doğrulandığı zamandı. Brezilya’nın Dünyanın belki de gelmiş geçmiş en güzel futbolunu oynayıp İtalya’ya değil, ama “Paolo Rossi Paolo Rossi Gol”e elenip kaybettiği Dünya Kupası’nı evin üst katındaki, elmaların saklandığı yer olduğu için “alma evi” olarak adlandırılan görece serin odada, sıcaktan yapışan yaz öğle sonlarında, beraber ve siyah beyaz izledik. Numan futbolu hem seyreder hem iyi oynardı. Sanırım futbol sevgimin de bir kısmını ona borçluyum.
Köyde sabah tarhanaya ya da gerçek menemene (yumurtasız olur) kaşık sallayarak başlayan gün, hayvanların peşinde devam eder, gece olunca ise tekir kedi yavrularını el feneri ile ayna karşısında zıplatarak biterdi.
Gün boyunca Numan’ın bize öğrettiği bahçelerin birinde hayvanları iki defa güder, sonra aynı bahçelerde Safiye Sultan’ın bin bir emekle ektiği mısırlardan, salatalıklardan kendimize yolluk yapardık.
Pancar tarlasına gitmediysen hayvan gütmek çocuk oyuncağıydı. Bahçenin kapısını aç ve elmaların tadına bak. Kara kömüşler (manda olur) ve kara inekler (soyları tüketilen) ağaçların dibinde dolansın dursun. Pancara gittiysen işin zor, ağzının tadını bilen düvelerin danaların pancarı sökmesine engel olacaksın.
Hamam ve fırının eş zamanlı yakıldığı günlerde az bulunan köy ekmeği ve beyaz sabun kokusunu birlikte içimize çekerdik. Köyün kokuları hepimiz için aynıydı.
Kurban bayramını sanki tek bir ev gibi yaşayan köyde Numan’ın peşine takılıp çorba, bamya, börek ve kavurmadan oluşan menüyü günde üç öğün üç farklı evde yerdik. Köy tuhaf bir ortak yaşamın içindeydi ve bizler bu ortaklığın kodlarını en çok Numan’dan öğrenirdik.
1982 yazında birbirimize ne kadar doymadıysak öğretmen kampı ile tatile giderken evin üçüncü oğlan çocuğu olarak Numan’ı da alıp Bodrum Akyarlar’daki ilkokula birlikte gittik. O zamanlar öğretmenler denizi güzel yerlerin okullarında tatil yaparlardı.
Akyarlardaki o zaman sadece ilkokula ait olan kumsal şimdi pahalı ve kalabalık bir “beach”e dönse de ortada benim iki yanımda abimle Numan’ın yer aldığı “seksi” pozumuzu verdiğimiz kaya sapasağlam durmaktaydı.
Kayalar yerinde dursa da zamanın akışı hiçbir şeyi yerinde tutmuyor.
Köyden ve köydeki evden kopuş bir anı olmasa da bir zamanı doldurdu. İsmail ve Safiye’nin gücü kalmadı. Eski ev terk edildi. Benim kanıma büyük şehir girerken, köy giderek eski günlerin hatıralar sahnesine dönüştü.
Numan üniversitede öğrendiklerini üniversitede öğretmeye başladı çabucak. Hep öğretim görevlisi olarak kaldı. Köyünse yüksek lisansını, doktorasını, profesörlüğünü yaptı.
İsmail ve Safiye’nin bayrağı Tevfik ve Neriman’a geçerken onlara en büyük desteği tam içinden gelerek Numan verdi.
Numan bize öğrettiği köyü artık avucunun içinde taşıyordu. Ne zaman biz köye “ateş” almaya gelsek, o ateşi diri tutmak için bizim artık yavaştan unuttuğumuz bahçelerin, tarlaların içinde adeta zamansız bir derviş gibi görünüp kaybolurdu.
Onunla karşılaşmalarım sanki 42 sene önce yaşanabilecek tüm güzellikler yaşanmış ve o zamanı tekrar yakalamak imkansızmışcasına kısaldı ve hatıra tazelemekten ibaret kaldı.
17 Mayıs 2024 saat 11’den sonra tüm anılar dondu. Numan’la artık yeni anı biriktirme şansı sonsuza dek kayboldu.
Ertesi gün son görevimizi yapmak için toplandığımız bahçenin adı Bozyer’di. Köyde her şey gibi bahçeler de bir bireydi ve isimleri vardı. Adını en çok garipsediğim bahçe orasıydı. Yemyeşil otlar ve ekşi tatlı elmaların bahçesiydi, ama adı Boz’du.
Bozyer’de kazılan ilk mezar Numan’ın oldu. 1973 model Massey Ferguson onca badireden sonra hâlâ çalışıyordu ve römorku Numan’ın bir namazlık saltanatına tahtlık yaptı.
Numan’la beraber çocukluğumun önemli bir perdesi kapandı.
Hava müthiş güzeldi hiç gidilecek hava değildi. Herkes gidecekti ama bu havada gidilmezdi:
“Bu havada gidilmez
Güneşli günde gidilmez
Aslında hiç gidilmez
Son günüme kadar
Kalp durana kadar
Aşk mezara kadar
Sakın ha gitme”
ÇAĞATAY ARSLAN
19 Mayıs 2024