BU BAHAR SONBAHAR
Belki bir sonbahar kadar özlem bu, belki düşecek yaprağın kaderine özdeş olmak… Aradığımız ilk başta insanlar üzerine çökmüş sonbahar değil, binlercesini yaşamış bir kent olarak İnebolu’da, sokaklara, evlere, çatılara, duvarlara düşmüş sonbahardı.
Kışın tam kapısında duruyoruz. Bu gri göklerden bezeli mevsimin hemen arifesinde sonbaharın son demini yaşamak için yollarını yürüyoruz, aşina olduğumuz coğrafyamızın. Tanıdık bir yol boyu, karadan denize, renklerin koyusundan açığına, yukarıdan aşağıya bir dağ çıkıp bir dağ inip ilerliyoruz.
O güzel, o verimli mevsimler şimdi karanlıklar ülkesine gidiyordu çünkü. Ve son bir kez görmek için ilkbahara dek renkleri, açıkçası ölmeden, solmadan, bir uğurlama için koşmuştuk biz ardına. İlkbaharında yürüdüğümüz toprağından daha dumanları tüten ilk güneş, ilk sıcaklıktan, ışıkla beslenen onlarca çeşit çiçeğinin taç yapraklarından yola çıkmıştık. Ve yaz sıcağında yürüdüğümüz, gelinciklerinin kırmızısından, buğdayının sarısına yollarda şimdi bütün renklerin iç içe olduğu bir vedanın izindeydik. Yolumuzda nemli, sisli, kara gölgelere sahip dağların yamaçlarında kendini sere serpe sergileyen bir sonbahar vardı.
***
Antik mitoloji de güzel bir öykü vardır. Bir tanrıça ve kızı ile ilgili. Mevsimleri ve bereketi simgeler bu öykü. Sonbaharın son deminden son bir nefes çekmek için yola koyulduğumuzda, bir yanımda baktıkça insanı içine çeken renklerin sardığı ormanlar, bir yanımda da Ersizlerdere Kanyonu’nun o ihtişam sahibi duvarlarını sisler içindeki düşler ülkesi gibi görünce bu mitos düştü aklıma:
Demeter adlı bir tanrıça varmış… İnsanlara ekip biçmeyi öğreten oymuş, bolluğun bereketin tanrıçasıymış… Buğdayla, başakla anılırmış hep. Bu tanrıçanın bir de Persefone diye güzeller güzeli bir kızı varmış. Bu güzel kıza yer altı tanrısı Hades vurulmuş bir gün. O, annesi Demeter’in çiçeklerle bezeli bereket bahçelerinde yaşarken, bir gün Hades çıka gelmiş ve Persefone’yi kaçırmış karanlıklar ülkesine. Anne Demeter çok üzülmüş bu duruma. O ki bereketin tanrıçası, yeisi, hazanı nedeniyle bereket vermez olmuş dünyaya. Dünya açlıktan kırılacak, kıtlık her bir yan. Yer altı tanrısı da güzeli vermeye niyetli değil. Tanrılar düşünmüş taşınmış, “bir anlaşma yapmak lazım”. Ve zor da olsa bir sonuca varılmış. Güzel Persefone, yılın büyük bölümünü annesi Demeter ile diğer kısmını ise Hades ile geçirecekmiş. İşte büyük olan o bölüm Demeter’in canlı olduğu, mutlu olduğu baharlar ve yaz, diğer kısım ise Demeter’in yasından, karanlığın mevsimi: Kış olmuş.
Şimdi biz, Demeter’in, yani bereket’in yani ışığın yolunda yürüyorduk. Ne var ki güzel Persefone’nin yer altına inişine birkaç gün kalmıştı. Ve son bereket, son ışık yani toprak ana Demeter’in hüznünün en içten, en koyu günlerinde yürüyorduk. Sonbaharın sarısı tam sarı olmuş, kırmızı tam kırmızı. Aralarına birkaç kahverengi atılmış bu renklerde hüzün en acıtanı, en yalını, en gerçekçi olanı olarak mevsimlerin, çekincesiz “ben buyum” diyordu baştanbaşa hazan…
***
Ben aracın arka koltuğunda renklerin düşlerine dalmış bakarken, gerçekliğe birden bire sıyrılışım sıcak bir sobanın kenarında taze çay kokusu duymamla oldu. Çünkü Ersizlerdere Köyü’nün altındaki Emin Usta’nın yerine gelmiştik. Daha girer girmez “hoş geldiniz beyler” cümlesine en güzel sıcaklığı katan çay önünüze geliyordu. Hava artık soğumuş, dağların, ormanların sisleri sanki içinizde geziniyor, soğuk artık siz oluyorken bundan daha güzel bir hoş geldin olur muydu? Gelmişiz ki, o şöhreti sınırlar aşmış Emin Usta ve oğlunun ellerinden çıkan Ecevit Çorbasını içmeden kalkılır mı? Biz ısınma çayını içerken birkaç dakika içinde çorbalar gelmişti bile. Emin Usta bu aynı tadı başka yerlerde tutturulamayan çorbanın kerametini biraz doğal berrak sularına, biraz doğalarına, biraz da içine sevgi ve samimiyet katmak olarak niteliyor ancak ustanın kendisine sakladığı hünerini suskunluğu içindeki gururlu bakışlarına bırakıyordu. Üzerine yöre mantarlarından yapılmış turşu, üzerine biraz sohbet, sıcak odun sobasının yanı başında “bu topraklarda aç kalmazsın hiçbir zaman” diye bir cümle düşüyordu nedense aklıma. Sonbaharın renklerine çağıran yolun sesi artık kulağımızda çınlamaya başlayınca toparlandık. Çünkü daha İnebolu’da bir sonbahar soluklanacaktı.
***
Cumhuriyet Bayramı’ndan bir gün önce yollardaydık ve İnebolu’nun girişinde tüm araçlara merhaba diyen o yöresel evlerin en üst pencereleri bayraklarla donatılmıştı. Koyu kahverengi ahşapların mavi çerçeveleri içine ne de çok yakışıyordu bayrağım…
Günlerden Cumartesi, İnebolu’nun pazarı. Bir hafta sonu kalabalığı, bir sonbahar heyecanı, bir kış telaşı vardı etrafta. Arabamızı bir kenara park ettikten sonra İnebolu’nun bir kısmını ikiye bölen Özlüce Deresi üzerindeki köprüden geçerek Boyranaltı Mahallesine geçtik. Çünkü aradığımız sanırım ilk başta insanlar üzerine çökmüş sonbahar değil, binlercesini yaşamış bir kent olarak İnebolu’da, sokaklara, evlere, çatılara, duvarlara düşmüş sonbahardı. Yavaş yavaş tırmandık Boyranaltı’ndan Abaş Tepesine doğru. Yokuştan, ufak adımlarda, bu kentin sadece kent kimliğine kavuşalı iki bin yıllık geçmişinin yorgunluğunu hissederek. Bir bir taş döşeli sokakların kenarlarında, bir adam boyu duvarların arkasına gizlenmiş aşıboyalı evleri geçiyorduk şimdi. Kiminin bahçelerinden sokaklara açılan kapılarının aralıklarından bir gerçeğin ışığı sızıyordu. O aralıkların ardında kıvrılan merdivenler bir sırrı fısıldayacağı kelimelere doğru tırmanıyordu…
Abaş Tepesi’nden seyrettiğim İnebolu’da incecik sesi duyuluyordu tarihin. Son tanıkları konaklar, hikâyelerini anlatmak için çağırıyorlardı usulcacık, kendilerini boğmak için saran beton hısımları arasından. Uzaktan bir el sallayış belki, belki bir içten selam bir ömür daha katıyordu ya onlara, yine de yanlarına kadar gidip hatırlarını sormadan geçmek olmazdı. Adımlarımız şimdi tepeden ağır ağır iniyordu. Mahalleler arası, ince sokaklar boyu selamlaşıyorduk gönüldaş olduğumuz renklerinde konaklarla. Kiminin bahçesinde incir, kiminde üzüm, kimi metruk ama içten, kimi hala zorunlu varoluş. Kimi yıkılmışlığına baştanbaşa yanar, kimi sağlam kapısında kapı tokmağının olmadığına.
Ve birden bire çocukların oynadığı oyunun çığlıkları uyandırır sizi düşsel konuşmalarınızdan bu adımlarda. Ne sonbahar dinlerler ne de soğukmuş, çamurmuş, ıslakmış, oyun için ne zamana ne de uygun mekâna ihtiyaç duyarlar. Sarmaşık sarmış bir konağı gizem diye anan, sarmaşık bir ağacı korkuya karşı sütre bilen çocuklar…
Boyranaltı Mahallesi’ndeki turumuzu çocukların oyunlarına ara verip de “amca biz size İnebolu’nun güzel yerlerini gezdirelim” sözlerinin içtenlikleri eşliğinde bitirdikten sonra sahili, Karadeniz’in kara sularından beyaz köpükler şeklinde karaya vuruşu ile kıvrılıp, biraz daha insan diyoruz şimdi. Yolumuz Pazar, yolumuz kentin canlı sokakları şimdi. İnebolu pazarı, bir şey alınmasa bile başlı başına gezilip görülmeye değer eşsiz bir pazar. Çevre köylerden gelmiş ve çoğunluğunu kadınların oluşturduğu bu Pazar neredeyse sadece yerli ürünlerin satıldığı bir yer. Mantarından kestanesine, alıcından yemişine her şey var bu pazarda. Kırk yıldır pazarcılık yapan teyzelerden, “bir çayımı için soluklanın beyler” diyen amcalara kadar insanlık var bu pazarda. Seyyar mangalında biftekten bibere, mantardan sohbetin közlenmesine kadar samimiyet var bu pazarda. Ünlü İnebolu ekmeğinin sıcacık kokusundan, Atatürk’ün “Bu serpuşun ismine şapka denir” sözüne kadar gerçeklik var bu pazarda…
***
Bir zaman geliyor İnebolu’nun bu güzelliğinden ayrılmak gerekiyor. Bu kutsal kentin sonbaharı seslendirişi bir uğultu gibi kulaklarımızda çınlayacak şimdi, bir kış boyu, adı başka bir ilk baharda ışığı yeniden keşfedene dek, ayrılmak gerekli şimdi.
Yolumuzu dönüşe çevirdik artık, dönmek varsa eğer bu yoldan. Sonbahara elveda zamanını arıyorduk. Çünkü yarının kış olacağını, yarının apansız tüm renkleriyle birlikte yapraklarını dökeceğini bilen bir sonbahar vardı cebimizde şimdi. Nasıl ölümlerini sezen filler var ise yarının olmayacağını bilen bir sonbahar, son ışık vardı şimdi yolumuzda. Yine de dönüş yolunda o koca kışa ait bulutların arasından sıyrıla gelen bir umut ışığı bekliyordu uğurlamak için. Sonbahar renkleri üzerine düşüyor ışık, renklerini solumamızı bekliyordu. Ancak her şeyin sayılı bir zamanı vardı. Işığında, sonbaharında zamanı vardı. Ne kadar ciğerlerinize işleyecek kadar çekin içinize, soluklanın dese de bir şeyler ışığın başka coğrafyalarda doğmak için dimağımızda kalan tadının hızıyla gitmesi gerektiğini gösteriyordu ve öyle de oldu zaten.
Son akşamın son alacakaranlığında küçük bir göle yansıyan bir sonbahar kaldı sadece bize.
Küçücük bir göldü. Ama o bulanık sularına o kadar çok sonbahar yansısı almıştı ki… Doymak için renklere, fark etmek için bir yaprağın düşüşünü işte bu göl, yetip de artmıştı bile. Çevresindeki sazlıkların ince uzun dallarında sonbaharın ilk yağmurlarının damlaları birer dizin olmuş akıyordu. Birçok ağaç çoğu düşmüş olmasına rağmen kalan birkaç yaprağıyla çıplaklığını gizlemeye çalışıyordu. Bu küçücük gölün suları ne kadar kırmızı, sarı, yeşil, kahverengi ve tonları varsa içine hapsetmişti.
Şimdi elimizde yalnızca o küçük gölden sonbahar kadar yaslı bir Demeter, yansı olacak kadar gerçek acılarda bir Persefone vardı. Renkleriyle, trajedisiyle, yansımasıyla anlığımıza dizdiğimiz bu sonbahar, son bahardı artık; ışık tekrar doğana kadar…