“Durma sefer et diyar-ı Kalb’e / Can baş kor eh-güzar-ı Kalb’e” (Galib Dede)
Alıntıladığım beyitte Şeyh Galip diyor ki kalp diyarına doğru yola çık. Bu yola da canını başını koy.
Bu alıntıladığım beyti Ömer Kavur’un Gizli Yüz isimli filmini izlerken öğrendim. Şeyh Galip’i okuyamadığım Hüsn-ü Aşk isimli eserinden tanırım. Bir de Galata Kulesi’ne doğru çıkarkenki Mevlevi Dergahı’nda kabri var, gelip geçerken içimi burkar hep. Filmin hikayesi Orhan Pamuk’a ait, bir kısmı Kastamonu’da geçiyor. Filmde Kastamonu “kalpler şehri” olarak isimlendirilmiş. Dünyada bu isimle anılmayı hak edecek o kadar şehir varken neden Kastamonu’nun “kalpler şehri” olarak anıldığını anlamak sanırım ömrünün bir kısmını bu şehirde geçirmemiş olanlar için pek de kolay olmasa gerek. Şehre tepeden, mesela Kastamonu kalesinden bakarken ben de pek anlayamıyorum açıkçası. Filmi yapanlar bu şehirde ne görmüş de burayı böyle isimlendirmiş ki?
Birkaç sene önce bulduğum her fırsatta kaleye çıkardım. Kalede pek fazla oyalanmadan da hemen aşağı inerdim. Benim için önemli olan şehrin kaleden gördüğüm manzarası değildi, ben sadece kaleye çıkan yolları adımlamayı severdim. O dar, taşlı yollardan kaleye doğru tırmanırken zamanda yolculuk ediyormuş gibi garip bir his doldururdu içimi. Sanki zaman geriye doğru akmış. Sanki duvarlarının ardında yaşanan hayata dair hiçbir şey bilmediğim o evlerin sahiplerinin yaşamlarına ortak olan o hüznü paylaşırmışım gibi gelirdi, o sokakları kafamın içine doğru adımlarken. İçimde beni hep takip eden bir hüzün duygusu. Sonradan, dünyanın öbür ucuna gittiğimde bile varlığıyla beni diğerlerinden ayıran bir hüzün duygusu.
Memleketimizde küçük şehirlerin kaderidir bir bekleme salonu vazifesi görmek, üç nesil içinde köyden büyük şehirlere taşınan kuşaklar için. Köyden kente göç eden birinci kuşak nerede olursa olsun hep köyünde yaşar. Torunları ise şehirden başka bir dünya bilmez. Olan aradaki ikinci kuşağa olur. Onlar hep şaşkındır, hayatı yaşayamadan kaçırdıklarını düşünmekle meşguldürler. Dedeler hep evdedir, torunlar ise hep trende; oğullarsa hayatın bekleme salonunda ömürlerini geçirmişlerdir.
“Bir daha geleceğim dedi. Rüyadan çıkar gibi gelecek” diyor filmdeki karakterlerden biri, beklediği bir kadın için. Beklediği kadın Kastamonu’da, Kastamonu’dan çıkıp gelecek. Galiba yani, filmde orası karanlık bırakılmış. Yine de Kastamonu ve bekleyiş kelimeleri yan yana geldi ya, benim için yeterli. Çünkü Kastamonu biraz da “bekleyişler şehri”dir benim için.Kastamonu’da yaşadığım zaman boyunca ya bir şeyleri bekledim ya da birilerini. Yağan yağmurlar boyunca bekledim, okudukça yoksunluk krizlerine sokan kitaplar boyunca bekledim. En sonunda sıcak bir öğlen vakti şehrin beni duyması için ne kadar çırpınırsam çırpınayım kendimle baş başa kalmaktan başka bir çarem olmadığını anlayınca artık beklemekten vazgeçtim: kısa süreli bir delilik anından sonra gerçekleşen bir aydınlanma. Bu şehirde herkes bir şeyleri bekler. Kimisi okumak ya da çalışmak için başka bir şehre gitmeyi bekler, kimisi sevdiği birinin dönmesini; kimisi vaktin geçmesini bekler, kimisi hayallerinin gerçekleşmesini. Güneşin battığı saatlerde sokakları adımlarken gerçekle hayalin birbirine karıştığını hissederim bu bekleyişler şehrinde. O vakitler zamanın duvarları incelir; şehrin eski sahiplerinin gölgeleri duvarlara, oradan da sokaklarımıza karışır. Bir cümbüştür başlar artık eski şehrin sokaklarında. Başlarının üstünde testiler taşıyan Romalı kadınlarla eski zaman dervişleri sokaklarda birbirlerine karışır.
Bütün bunlar olurken, tepedeki saat kulesi şehrin eski sahipleriyle yeni sahiplerini seyreder durur. Saat kulesi sanki ayaklarının altına yatarak ona aşkını sunan şehri küçümseyen mağrur bir kraliçe gibidir. Oysa o da bir aşk sürgünüdür. Gönlünü verdiği İstanbul’undan padişah fermanıyla sürgüne gönderilmiştir. İstanbul yedi tepe üstüne kurulmuş ya, bizim iki tepe arasında kalan şehrimizi beğenememiştir bir türlü. Belki de genel kuraldır bu, zengin yerin kızına fakirin hanesi dar gelir. Saat kulesi Kastamonu’ya gelin gelmiştir, gelmiştir ama gönlü hala beyefendi İstanbul’undadır. O yüzden pek yüz vermez bizim şehre, üzerine oturtulduğu tepeden şehre sarılmak için aşağıya doğru şöyle bir inivereyim diye içinden geçirmez pek. Bilmem, belki geçirir de buna gururu el vermez. Ne de olsa zengin yerin kızı, olacak o kadar. İşte Kastamonu’nun saat kulesine olan aşkı da burada başlar. En büyük yangınlar ters bir rüzgarın şişirdiği yangınlar olduğu gibi en büyük aşklar da karşılıksız kalanlardır. Bizim garip şehrimizin İstanbullu saat kulesine olan aşkı da karşılık göremediği her bir asırda artmakta, tıpkı filmdeki delikanlının saat tamircisini seven genç kadına olan aşkının kadını aradıkça artması gibi. Bu işin sonu nereye varır bilinmez. Belki saat kulesi İstanbul’a olan sevdasından ve gururundan vazgeçip şehre inip kucaklaşır (ki bu olası bir deprem senaryosunda en kötü ihtimaldir); belki de Kastamonu başarılı iş adamlarımızın desteğiyle o tepeyi ele geçirip saat kulesini kendisiyle evlenmeye zorlar. Bence ikinci ihtimal daha olası, ben bizim şehrin bir delilik yapmasından korkuyorum. Çünkü Kastamonu saat kulesine olan aşkından kör olmuştur, artık iflah olmaz. Filmde şehre yeni gelen delikanlı saat kulesinin çıldırtıcı varlığına dayanamaz, bir esnaf bulup sorar, “Bu şehirde saat kulesini göremeyeceğim bir yer var mı?”. Esnaf da “Saati göremeyeceğin tek yer saat kulesinin içidir” diye karşılık verir. Delikanlı da genç kadına karşı duyduğu aşkına karşılık bulamayınca çareyi kendisini saat kulesine atmakta bulur. Onu da pek beceremez, aşkını unutmak için bir de saati bozar. Bir delikanlının hali böyle olursa baştanbaşa saat kulesine tutulmuş bir şehrin hali nice olur? Bir şehir bir saate sığar mı?
Kastamonu hakkında pek çok şey söylenebilir, söylenmiştir de. Mesela neredeyse bin yıl önce şehrimize gelen bir seyyah (İbn Batuta’dır kendisi) şehrimizi “derin alimler şehri” olarak tanımlamış. Bin yıl sonra bir başkası gelmiş “kalpler şehri” demiş. Günümüzde ise Anadolu medeniyetinin (ki bu medeniyet binlerce yıl gerilerden ses vermektedir), kadim geleneklerin ocağı olmuş bu şehir kendisini “bir şeyler şehri”nden ziyade “bir şeyler olmaya çalışan şehir” olarak tanımlıyor. Gastronomi şehri olmaya çalışan şehir, turizm şehri olmaya çalışan şehir, tarım veya sanayi şehri olmaya çalışan şehir… Kim bilir, belki de Kastamonu için en doğru tanımı Mustafa Afacan vermiştir:
“Kırık kalpler şehri”…
Özenç Afacan