Türk resim sanatının önemli ressamlarından Cemal Tollu, gençlik yıllarında ailesinden habersiz İstanbul’dan deniz yolu ile önce İnebolu oradan da Ankara’ya gelmiştir. Kendisi burada Zabit Namzetleri Talimgâhına katılmış ve 1921-1923 yılları arasında 20. Süvari Alayı’na bağlı olarak görev yapmıştır. Kendisi bu askerlik görevi sırasında notlar tutmuş ve 1960 yılında da bir hatırata çevirerek yayımlamıştır.
Tollu’nun bu notlarında katıldığı savaşlar, Anadolu insanı ve ordudaki görevlilerle ilişkileri ve gözlemleri, dönemin günlük hayatı yanında dönem atmosferi ile bu yaşanmışlıkların ilerleyen yıllarda sanatçı kişiliğe nasıl etki ettiğini de yazar.
Cemal Tollu’nun hatıratına aktardıkları İstiklal Yolu’na dair bilgilerimizi güncelleyip geliştirirken, bir yandan da bilgilerimizi doğrulamaktadır. Öte yandan ileriki satırlarda görüleceği üzere Kerempe açıklarında batmış bir gemide asılı kalmış donmuş bir ceset ya da kara kıştan dolayı sadece bacalardan çıkan dumanların yaşama dair izler olması gibi hayrete düşürücü bilgilerle de yeni bilgilerin sahibi oluyoruz.
***
Cemal Tollu’nun hatıraları Türkiye İş Bankası Yayınlarından 2018 yılında “Talimgah’tan güzel sanatlara, 1921-1923” adı altında çıkmıştı. Yayına hazırlayan isim ise Servet Avşar. 1921-1923 yılları arasındaki savaş yıllarının anılarını kaplayan kitapta Karadeniz-İnebolu-Kastamonu-Çankırı bölümü fazlaca yer tutmasa da bu bölümde hem bildiğimiz bazı bilgilerin doğrulanması ve başkaca detayların öğrenilmesi hem de hiç bilmediğimiz noktalara işaret etmesiyle oldukça önem kazanıyor.
Cemal Sait Tollu, 1899 –1968yılları arasında yaşamış Türk resim sanatının 1930’lardaki önemli isimlerinden biridir. Eserleri İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nde, Millî Kütüphane Koleksiyonu’nda vebirçok resmî ve özel koleksiyonda yer almakta.
Babası mühendis Sait Bey (16 nisan 1923 tarihli İkdam Gazetesi haberine göre Kastamonu Nafia Başmühendisliğine tayin edilmiştir), annesi Hayriyet Hanım’dır. Çocukluk yıllarının babasının işi nedeniyle Şam ve Diyarbakır’da geçirmiş, Hicaz Demiryolları’nda çırak olarak çalışmıştır. İlk resim derslerini bu yıllarda emekli bir kolağasından almış, 1919’da İstanbul’a dönmüş ve Sanayi-i Nefise Mektebine kaydolmuş, ancak İstanbul’un düşman işgaline uğraması üzerine okuluna ara vermek zorunda kalarak Ankara‘da Zabit Namzetleri Talimgâhına katılmıştır.Burada aldığı askeri eğitimden sonra 1921’de süvari teğmen rütbesiyle Konya‘daki süvari alayına gönderilmişitir. 1923-1925 arasında Edirne’de vagon tamircisi olarak çalışmış,1926’da İstanbul’a dönüp eğitimine kaldığı yerden devam etmiştir. 1929’akadar Elâzığ ve Erzincan‘da öğretmenlik yaptıktan sonra sanatını geliştirmek için ailesinin desteğiyle Münih ve Paris‘e gitmiş, 1931-1932 arasında önemli ressamlarla çalışma olanağı buldu ve ülkeye dönüşünde önce öğretmen, sonra Anadolu Medeniyetleri Müzesi‘nde yöneticilik yaptıktan sonra 1937 yılında Güzel Sanatlar Akademisi’ne LeopoldLevy‘nin asistanı olarak atanarak İstanbul‘da yaşamını sürdürmüştür.
***
Bir ressam olmasına karşın, heykel ve edebi alanda da eserleri olan Cemal Tollu’nın 1921-1923 yıllarındaki anılarında yaşadığı İstiklal Yolu anıları ise şöyledir:
Karadeniz’de :
“İstanbul’dan çıkmak da, Anadolu’ya geçmek de kolay değildir. “Beray-ı Ticaret Trabzon”a (Trabzon’a ticaret için) bahanesiyle bir çıkış vesikası almıştım. 13 Şubat 1337 (1921) Pazartesi günü Ümit adındaki vapurla Karadeniz’e açıldım. Sirkeci Rıhtımı’ndan kalkan vapurun sancak altından, yaşlı gözlerimle uzun müddet İstanbul’u bütün sevdiklerimi kucaklayan o güzel şehri seyrettim. Sonra İtilaf Askerleri’nin kontrolü başladığında geminin helasına saklandım. Kız Kulesini geçerken çıktım…
Sonradan öğrendiğime göre babam, böyle fırtınalı bir mevsimde Anadolu’ya kaçtığımı öğrenince gözyaşlarını tutamayarak “Oğlanı büyüttük, şimdide balıklara yem olacak” demiş. Hakikaten düşündüğü gibi olacaktı. İçinde bulunduğumuz tekne şiddetli dalgalara güç dayanacak gibiydi. Kerempe Burnu’nda batmış bir geminin direğine asılı, donmuş bir ceset görünüyordu.
Sabah olunca güverte çoğu subay ve Kuleli talebesi olan yolcularla dolmuştu. Artık hür bir hava içinde herkes hüviyetini açığa vurmuştu. Karlı bir günde kudurmuş dalgaların dövdüğü İnebolu sahiline geldik. Buranın cesur kayıkçıları bu azgın denizden yılmadan gemiye yanaştılar. Güçlükle karaya ayak bastık.”
İnebolu’da beklerken:
“Mehmet Ağa’nın kahvesinin üstündeki odada bir yatak kiralamıştım Sonra burada fazla beklemek mecburiyetinde kalacağımı düşünerek kahvehanenin peykelerinde (duvara bitişik alçak sedir) yatmaya razı oldum. Çünkü yanımdaki para çok kıt ve istikbal meçhuldü.
… Kahvehane’de oturanların hepsi İstanbul’dan kaçanlardır. Ankara’ya gitmek isteyenlerle tanışmıştım. Fakat herşeyden evvel tezkiye (Aklama Belgesi) meselesi vardı. İnebolu’ya gelenler hakkında tahkikat yapılıyor, Ankara’dan verilecek cevaba göre kabul ya da red ediliyordu. Hatta o günlerde tanınmış iki şair genç “seciyesizdir” (karakterine güvenilmez) kaydı ile Anadolu’ya kabul edilmemişlerdi. Fakat bunlar yıllardan sonra mebus olarak Ankara’ya gitmenin yolunu buldurlar (Bu şairler, Nazım Hikmet Vala Nurettin ile birlikte davet edilen ancak İnebolu’dan ileriye gidemeyen dönemin çok ünlü Hececi şairleri Faruk Nafiz ve Yusuf Ziya’dır).
Burada fazla beklememek için kestirme bir yol seçtim. Derhal bir dilekçeyle alakalı makama müracaat ederekasker olmak istediğimi söyledim. Tezkiye için de ressam arkadaşım Halil Dikmen’in dayısı Fuat Beyi gösterdim. Bu zat o zaman Erkan-ı Harbiye-i Umumiye’de vazifeli askeri kâtip sınıfındandı. Anadolu’da tanıdığım tek adamdı. Vakıa babam Konyalı olduğundan orada pek çok akrabam vardı. Ama ne onlar beni ne de ben onları tanıyordum. …
Tezkiye Komisyonu’na havale edilen müracaatıma “calip- şüphe” (şüphe çekici) olmadığıma dair bir cevap geldi. Zaten askere alınmaktan başka bir dileğim yoktu. Ancak beni düşündüren nokta, kısa hizmetli olduğumu ispat edecek bir vesikanın yanımda bulunmayışı idi. Vakıa, Milli Kuvvetlere katılmak emeli ile gelmiştim ama nefer olmayı istemezdim. Ankara’ya gidince onun da bir çaresini bulacaktım.”
Karlı Dağlarda:
“Kışın en şiddetli günleriydi. Kapanan yollarda arabaların uçurumlara devrildiğini haber alıyorduk. Yardım ekipleri yollanıyordu. Ümitsizlik, daha doğrusu sabırsızlık içinde geçen günlerden sonra birkaç arkadaş yaya olarak yola çıkmaya karar verdik. Yolların açılmasını bekleyemezdik. İnebolu Askerlik Dairesi’nden evrakımı aldım. Bir katır bulup eşyamızı yükledik, ayaklarımıza çarık giydik, yün dolaklar sardık. Yanımdaki iç çamaşırlarımı üst üste giydim, başımı sardım ve yola çıktık.
Seydiler ve Küre-i Nühas yolu ile Kastamonu istikametinde yürüyorduk. Bu çetin yolculuk beni fena yormuştu. Tipilere yakalanıyor, kestirme diye çok fena yollardan geçiyor, bazen günde 13 saat devamlı olarak yürümeye mecbur kalıyorduk.Yemeğimizi dahi yürüyüşe ara vermeden yemek zorundaydık. Hanların birinde mola verdiğimiz zaman duvardaki bir yazı dikkatimi çekmişti. Bugün, memleketimizin menfaatlerine aykırı siyasi kanaat ve hareketlerinden dolayı beğenmediğimiz bir şairin imzasını ve üç gün evvelki tarihini taşıyan bu yazı şu kısa cümleden ibaretti: Hanın teneke ibriğinden sıcak bir çay içtim.” O paslı teneke ibrikten içilen çay bu karlı yollarda insana yeni bir hayat ve yürüme gücü veriyordu (Burada bahsettiği şair ise Nazım Hikmet’tir. Nazım Hikmet, Vala Nurettin ile birlikte bizzat Ankara’dan ve Mustafa Kemal’den aldığı davet alarak, İnebolu-Kastamonu yolu ile Ankara’ya ulaşmıştır. Cemal Tollu2nun bahsettiği han ise o çok meşhur Ecevit Hanı olup, aslında teneke ibrikten içilen çayın nasıl da bu ressam ve şair de olduğu gibi yaşam azmine kavuşturduğunu göstermesi açısından önemlidir).
Küre-i Nühas’a geldiğimizde kara gömülü olan kasabayı, bacalardan çıkan dumanlarla fark edebilmiştik. Sokaklarda hiçbir canlıya rastlanmıyordu. Sibirya’yı böyle tahayyül ederdim. Köpekler ürüdü, bir iki meraklı başlar kapılardan uzandı. Ruşen adında birinin hanına indik. Buralarda “han” adı verilen misafirhaneler, geniş peykeli kahvehanelerden ibarettir.
Ayaklarımın sızısına tahammül edemiyordum. Bilhassa sabahları yürüyüşe geçince ilk adımlardan çok mustarip oluyordum. Bir müddet sonra alışıyor, mekanik bir tarzda yürüyordum. Devamlı beyazlık gözlerimi de bozmuştu. Geceleri lamba ışığına bakamaz olmuştum.Oralarda güneş ve kara karşı gözlük bulmak mümkün değildi.
Beşdeğirmenler’de yattık. Ilgaz’ı geçtik. Bazen güneş açıyor, kuşların hareketi ile yüksek çam dallarından karlar dökülüyordu. Harap manzaralı Çankırı’da bir gece yattım. Milli ve temiz kıyafetli, kaytan bıyıklı delikanlıların söyledikleri ve cura ile çaldıkları yerli havaları zevkle dinledim (Yaren Meclisi).
Çamurları donmuş yollardan Ankara’ya girdiğimiz zaman tanınmayacak bir haldeydim. Üç gün Kastamonu’da kalmak suretiyle on iki günde Ankara’ya varmıştık.”
***
Cemal Tollu’nun hatıratına maalesef Kastamonu’da konakladığı günlere ilişkin bilgi yoktur. Ancak İstiklal Yolunda çakışan hayatlar, benzer simalar, doğrulanan hikâyeler ile her yeni bilgi, her yeni hatıra İstiklal Yolu’nun iskeletinin bugün için daha da sağlamlaşmasına izin vermektedir.
Bir yandan bakıldığında nasıl İnebolu için “Anadolu’nun dünyaya açılan kapısı” terimini kullanıyorsak bunun ne kadar da doğru olduğunu görüyoruz. Bir yandan Cemal Tollu gibi bir ressam, diğer yandan Nazım, Nurettin, Faruk Nafız gibi şairler, bir yandan Spartakisçiler bir yanda da Yüzbaşı Tröbst gibi yabancı askerler… ve elbette daha önceki yazılarda ismi geçen ve daha bilmediklerimizle… İnebolu 1920-1923 yılları arasında Anadolu’nun kalbi konumunda, çok kültürlü bir metropoldür…
MURAT KARASALİHOĞLU