Bizim gazetede ilk yazım 1 Ocak 1981’de yayımlandı. Yıllar çabuk geçiyor, kırkıncı yıla girdik. Yazıların künyesini tutmuyorum ama 1300’e doğru yavaş yavaş tırmanıyoruz. Ahmet Haşim de “ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” diyor.Nereye kadar gidebiliriz, bilmiyorum. Kırk yılı biraz geçelim, nazar sınırını da aşmış oluruz böylece.
Bir gerçek var ki, yıllar insanı yoruyor.Bazı sosyal etkinliklerden uzaklaşmak, kendi âşiyânıma çekilmek istiyorum. Âşiyan deyince Tevfik Fikret’i anmadan geçemem: “Kimseden ümmîd-i feyz etmem, dilenmem perr u bâl/ Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim” diyor.
Yeni yılda neler söylemek gerekiyor diye düşündüm.İçerde, dışarda gündem çok yoğun, hangisini ele alacağız? Hepsi de önemli. Yazının başlığını barış ve sevgi koydum. İnsan sevgisi ve barış olmadan sorunların üstesinden gelmek mümkün görülmüyor. Temel ilkemiz elbette yurtta barış, dünyada barış. İçerdekini gerçekleştirmek bizim görevimiz. Önce kendimiz aynaya bakalım.
Dışardaki barış bize bağlı değil ama elden geldiğince katkı verebiliriz. Gözü dönmüş emperyal güçler savaştan başka bir şey düşünmüyor. İki büyük savaştan ders almışlar ki, mücadeleyi bugün dış sahada yapıyorlar. Adını da “Vekâlet Savaşı” koymuşlar. Kore, Vietnam ve Afganistan’dan sonra nihayet Orta Doğu, yani kapımızın önü.
İçerde uzun zamandır işler iyi gitmiyor. Çok partili hayat başlayalı beri ayırımcı bir dil hâkim toplumda. Demokrasi ile yönetilen ülkelerde herkesin aynı fikirde olması elbette mümkün değil. Asgari müşterek dediğimiz bir kavram var demokrasilerde. Türkiye toplumunda ortak paydalarkayboldu, ne yazık ki. Eskiden millî meseleler konusunda hissiyatımız ortaktı. Yıllar geçtikçe Kıbrıs meselesinde bile ayrıştık.
İnsanları aynı kalıba sokmak mümkün değil. Kendimizi en doğru fikre sahip sanıyor, karşı fikre tahammül göstermiyoruz. Görüş ayrılığı sadece siyasal partiler noktasında olmuyor. Toplum kırk parçaya bölündü diyeceğim ama alt alta yazdığımızda bu sayı daha da fazla.Siyasal ayrılıklar yanında etnik ve inanç temelli derin fay hatları oluştu. İnsanlar saflarını belirlemiş, sanki siperlerde yaşıyor, bir çeşit izolasyon. Dar kabukların dışına çıkmaktan korkuyoruz. Medenî insan, kendini toplumdan soyutlamaz, iradesini bir kişiye veya örgüte teslim etmez.
Tartışmalarda ortak noktayı bulamıyoruz. Televizyonlarda bile konuşmacılar, karşıt görüş şeklinde oturtuluyor. Gerçi onların da çoğu icâzetli veya siyaset kurumundan lisanslı.Dikkat ettiniz mi bilmem, bütün kanallarda aynı insanlar konuşuyor.Tartışmalar binlerce izleyici önünde zaman zaman kavgaya dönüşüyor.
Üzerinde duracağımız en önemli iki konu, adalet ve liyakat. Yıllardır bu ilkelerden uzaktayız.Ülkemizin insan kaynakları yeterli. Ancak seçimde liyakat gözetilmiyor. O zaman iyi yetişmiş insanlar küstürülüyor. Kamuya eleman alma konusunda her dönemde bazı düzenlemeler yapılıyor, ancak mutlaka bir açık kapı bırakılıyor. Memur alımlarında sınav sistemi uzun zamandan beri uygulanıyordu. Sebebi ne olursa olsun, mülâkat sistemitoplumda kabul görmedi,adalet duygusu zedelendi. İnsanlar her zaman devlete güven duymalı.
Konuşmalarda dinî referanslar çok kullanılıyor. Uzağa gitmeye gerek yok; her Cuma hutbesinde insanlara adaletle ve iyilikle hükmetmek, emaneti ehline vermek gibi temel ilkeler hatırlatılmıyor mu?
Zihinsel ayrışma başlarsa bunu telâfi etmek uzun yıllar alır, belki de hiç mümkün olmaz. Şehitlik, bizim inancımızda yüce bir kavram. İnsan vatanı, milleti ve dini uğrunda ölümü göze alıyor. Sosyal medyaya bakıyorum, şehitler için bile etnik köken veya mezhep vurgusu yapılıyor. Bu nasıl aymazlıktır, bölücülüktür anlamak mümkün değil.
Bugüne değin üç kez Kıbrıs’a gittim, izlenimlerimi bu sütunlarda yazdım. Son gidişimde Boğaz Şehitliği’ni inceledim. Elimde kamera ile tek tek dolaştım; şehit askerlerin adlarını ve memleketlerini tespit etmeye çalıştım. Hakkâri’den Edirne’ye, Ardahan’dan Muğla’ya kadar 71 vilayetten şehitler bir arada yatıyor. Canları, kanları,ülküleri birbirine karışmış; ne etnik kökenleri, ne de mezhepleri yazmıyor mermer taşlarında.
Günlerdir Kanal İstanbul tartışılıyor. Hainlik, câhillik gibi suçlamalar aldı başını gidiyor. Stratejik ve teknik bir konu siyasallaşmakla kalmadı âdetâpartileşti. Kolay değil, binlerce yıllık coğrafya değişecek, bunun artıları, eksileri mutlaka olacak. Strateji, ekoloji, politik birçok boyutları var, çok girift bir konu. Bilim adamları, uzmanlar bu konuyu tartışmalı, gerekiyorsa yabancı bilim insanlarının fikrine de başvurulmalı. Sonuçta ülkemiz için hangisi uygunsa onda karar kılınır. Ne yazık ki bu zemin kayboldu, siyasal inatlaşmaya dönüştü. Türkiye seksen milyonu aştı gidiyor ama tartışmalar birkaç kişi arasında dönüyor. TV’lerde yapılan konuşmalar da taraflı. Ne yazık ki akademi dünyası da siyasallaşmış görünüyor bu konuda. Siyah mı, beyaz mı? Biz de diyoruz ki bunun grisi yok mu?
Suriye konusu nereye gidiyor? Rusya ile bu kadar yakınlaşmak hoş değil. Rusya’nın amacı Türkiye ile Batı blokunun arasını açmaktır. Maalesef Amerika ve Avrupada buna çanak tutuyor. Milyonlarca insan ülkesini terk etti, yeni bir göç dalgası kapıda bekliyor. Bunda Rusya’nın hiç mi kabahati yok? Rusya hem Suriye’yi, hem de Türkiye’yi kendine muhtaç hale getiriyor; bunu yaparken Akdeniz’de daha fazla güç sahibi oluyor.
Orta Doğu, Doğu Akdeniz, Libya konularında ortak bir politika oluşmadı. İktidar ve muhalefet tamamen farklı düşünüyor. İçerde birlik olmayınca dışarda başarı sağlanmaz. Gönül ister ki, önemli tartışmalar Meclis’in kapalı oturumunda yapılsın, ortak bir dil meydana gelsin. Ne yazık ki şu an böyle bir iklim yok.
Ülkemiz zor günlerden geçiyor, dışardaki olaylar irademiz dışında gelişiyor. Birlik içinde olalım, barışı ve sevgiyihâkim kılalım; aklın ve bilimin yolundan gidelim.
MUSTAFA ESKİ