“Bir kentle ilgili bilgiler midir, orayı tanıyorum dedirten? Yoksa orada yaşananlar, paylaşılanlar, duyumsananlar mı?”
1948 yılında babamın görevi nedeniyle Kastamonu’ya gelen annem ve babamla başlamıştı bu kentle ilintim. Kastamonu anıları, burada 3 yıl kalıp, memleketleri olan Bolu’ya dönüşlerinin ardından sık sık sohbetlere konu oluyordu.
Annem ve babamdan 50 yıl sonra; yüreğimin derinliklerinde duyumsadığım heyecanla aştığım yollardan; geçmişin izlerinin ardı sıra gelmiştim, bu kente. Ilgaz Dağı karmaşık, değişken duygularını dışa vurarak karşılamıştı bizi. 1998 yılı Mart ayında gökyüzünde biriken gri bulutlar, gitgide kabararak, büyüyerek çoğalmıştı.Bembeyaz dağ yollarında araba yavaş yavaş ilerlerken, anılarım arkam sıra değil, önümüzden uçuşarak, savrularak yol alıyordu.
Rahmetli annemin hiç sonlanmayacakmış gibi saran sevgisinin, anılarda bile olsa beni yalnız bırakmaması her anımda olduğu gibi o gün de güç vermişti.Başlangıçta dönerek büyük büyük düşen karlar, artan soğukla birlikte küçülüyor, sıklaşıyordu. Yeryüzünü kirden pislikten ve yırtıcı hırslardan arındırmışçasına beyazlatan kar, çocukluk şarkılarımızı süsleyen Ilgaz Dağı’nı hızla örterken, biz de Kastamonu’ya yaklaşıyorduk.
Çocukluğumda annemin gözünden Kastamonu’ya bakıyordum. Sonraki yıllardaburaya yaptığımız gezilerde kendimce özellikler buldum. Bu kentle birlikte yaşamaya ise; parklarından, sokaklarından başladım. Karaçomak Deresi’nin ikiye böldüğü ana caddeden yürüyerek ulaştığım Kastamonu Valiliğinin yüzyıllık görkemli binasının arkasındaki yol ilgi çekiyor. Az ilerde Kastamonu Saat Kulesi’ne çıkan merdivenler başlıyor. Kastamonu’yu seyrederek basamak basamak yükseliyorum. Konaklar, medreseler, parklar, Şehit Şerife Bacı Anıtı, kale, hanlar ve bedestenin kuş bakışı görüntüsüne, Saat Kulesi’nin kademeli çay bahçelerinde içilen çaylar eşlik ediyor. Müzik kutusundan yayılan şarkılar, kentin üstüne dökülüyor.
Saat dört kez vuruyor. Gökyüzünü birden bire kaplayan gri buluttan inen yağmur, ılık iri damlalarını tek tek yeryüzüne bırakıyor. Toprak can suyuna kavuşurken, elektrikler kesiliyor. Saçlarına, yüzlerine aralıklarla düşen damlaları yok sayarcasına oturmayı sürdürüyor, insanlar. Çepeçevre saran buğunun içinde düşle gerçek arası bir kent görünüyor aşağıda. Saat Kulesi’nden doğanın sesini dinliyorum. Bestesi olmayan, notalarla ifade edilmeyen doğaçlama bir ezgi bu.
Usuma yıllar öncesinden bir anı düşüyor. Kastamonu’ya gezmek için geldiğimiz pırıl pırıl bir bahar günü Saat Kulesi’ni uzaktan göstermişti babam. Çevresi ıssız olduğu için güvenilir olmadığını ve ailelerin gitmediğini söylemişti. İçinde yüzyılların yaşamışlığını barındıran Kastamonu’nun Saat Kulesi’ndeki bu büyük değişim nedeniylemutluyum. Belediyenin yapmış olduğu düzenleme ile 500 kişinin oturabildiği yeşillikler içindeki bu benzersiz alandan, güneş tekrar yüzünü gösterirken ayrılıyorum.
Annemin bize anlattığı Saat Kulesi ile ilgili söylenceleri düşünerek, merdivenlerden iniyorum. “1885 yılından günümüze ulaşan Saat Kulesi’nin bir değil iki efsanesi var” demişti annem. Ve eklemişti: “Üstelik ikisi de saatin Kastamonu’ya sürgün olarak gelmesi üzerine. Bir söylenceye göre; İstanbul Sarayburnu’nda iken zamansız çalan gongu, padişahın hamile olan cariyelerinden birinin çocuğunu düşürmesine neden olmuş. Padişah, saatin Kastamonu’ya sürgün edilmesini emretmiş. Diğerine göre; saat İstanbul’da bozulup, çalıştırılamayınca, padişah kızmış ve ‘Bu işe yaramazı Kastamonu’ya sürgün edin ‘ demiş. İstanbul’un nemli havasından etkilenip paslandığı için duran saat, Kastamonu’ya getirilmiş ve görevlendirilen bekçinin temizleyip yağlayıp bakımını yapması ile çalışmaya başlamış.”
Annem, yemyeşil gözleri ışıklanarak sözünü tamamlamıştı: “Kastamonu, 50’li yıllarda memurların da sürgün edildiği ya da göreve yeni atananların gönderildiği bir şehir olarak bilinirdi. Ama ben, babanın ilk görev yeri olan bu kenti çok sevdim.”
Kastamonu’yu anlatırken annem; televizyona tutsak olmadan komşularının, arkadaşlarının evlerine konuk oldukları geceler; domino, prafa, mendil saklama, nesi var, gibi oyunlarla geçen zamanın güzelliğinden söz ederdi. “Ahşap evlerde, anne baba kardeşler, eşleri, torunlar hep birlikte oturulduğu yıllardı” diye sözlerini sürdürürdü. Altın, dolar günlerinin yapılmadığı, yalnızca birbirini görmek için toplanıp, ikramlarla, sohbetlerle zenginleşen ev oturmalarını masal tadında anlatırdı. Bahçelerde yetişen mısırların hep birlikte pişirilip, birlikte yendiğini söylerdi. Kastamonu’da dere boyundaki bahçelerdeki iri iri elmaların yeşil ağaç dalları arasından görünüşünü annem anlatır, ben de bu kenti düşlerdim.
MİNE ÖZGÜR