Amerika Birleşik Devletleri’nin Ankara Büyükelçisi John Bass, önceki hafta yaptığı açıklamalar nedeniyle çok eleştirildi. Acaba kendi adına mı, yoksa ABD adına mı konuştu diye yorumlar yapıldı. Bir defa şunu bilelim ki, hangi ülkenin elçisi olursa olsun önemli konularda kendi adına konuşmaz. Önce ülkesindeki yetkililerle istişare eder, talimat alır, sonra açıklama yapar. Diplomaside bunun aksi düşünülmez. O nedenle meseleye bu açıdan bakılması gerekir.
ABD ile çok gerilere giden sıkıntılar var ama son yıllarda yaşananlar derin bir güvensizlik konusu. ABD’nin İstanbul konsolosluğunda çalışan bir kişinin tutuklanması ikili ilişkileri gerginleştirdi. Arkasından vize meselesi ortaya çıktı.
İki ülke arasında; özellikle Orta Doğu konusunda, önemli görüş ayrılıkları hatta menfaat çatışması var. Bu nedenle kriz kaçınılmaz oluyor. Bu tür gerginliklerin her iki tarafa da zarar verdiği açık. Kişilerde olduğu gibi, ülkeler arasında da güven esas. Ne var ki, uzun zamandan beri ABD ile Türkiye arasında, kısmen görmezden gelinen bir sıkıntı olduğu sır değil.
ABD 1776 yılında kuruldu, genç bir devlet. Üstelik her eyalet bağımsız hareket ediyor, kendine özgü kuralları var. Devlet geleneği de henüz yerleşmemiş. Çağdaş bilim ve teknolojiye sahip olunabilir ama öyle iki, üç yüz senede devlet olunamaz. ABD hâlâ kovboy kafasıyla hareket ediyor. Dünya siyasetini İngiltere gibi süzebildiğini hiç sanmıyorum.
ABD ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkiler 1830’da imzalanan Seyr-i Sefâin ve Ticaret Anlaşması ile başlar. 1831 yılında İstanbul’da ilk konsolosluk hizmete girer; ilişkiler, 1834’de elçilik düzeyine çıkarılır. Akabinde İzmir, Erzurum, Mersin, Trabzon, Sivas, Harput(Elazığ) ile Bağdat, Kudüs ve Beyrut’ta konsolosluklar açarlar. Son üç şehir bugün sınırlarımızın dışında kalıyor ama diğer yerler oldukça dikkat çekiyor.
Osmanlı Devleti sanırım 1850 başlarında Boston’da bir konsolosluk, 1867 yılında da Washington’da elçilik açtı. Fransız asıllı Osmanlı vatandaşı Blacque ilk elçimizdir. Diplomaside ne kadar gerilerden gittiğimiz gayet açık.
Osmanlı-ABD ilişkileri 1917 yılına kadar sürdü, sonra bir durgunluk yaşandı, hatta kesildi. 1927’de Türkiye Cumhuriyeti ile ABD arasında yeniden diplomatik ilişkiler kuruldu. Atatürk ile Rosvelt sıcak münasebetlerde bulunsalar da karşılıklı oturup konuşmaları mümkün olmadı. II. Dünya Savaşı yıllarına ayrı bir paragraf açmak gerekir.
Biliyorsunuz; 1945 sonrasında, Doğu ile Batı blokları arasında Soğuk Savaş dönemi başladı. Rusya’nın önüne güneyden set çekmek isteyen ABD, Truman Doktrini’ni devreye soktu; Türkiye’ye yüz, Yunanistana üç yüz milyon Dolar kredi sağladı. Avrupa için de Marshall Planı uygulandı. 1949’da NATO’nun kurulması ve bizim de 1952’de ittifaka resmen üye olmamızla yeni bir döneme girildi. 1950’deki Kore Savaşı iki ülkeyi birbirine biraz daha yaklaştırdı.
1950’de iktidar değişti ama Demokrat Parti aradığını pek bulamadı. 1953’den itibaren ilişkilerde bir tereddüt meydana geldi. 1954’de önce Celal Bayar, sonra Adnan Menderes ABD’yi ziyaret ederek bazı isteklerde bulundular. Arzu edilen yardımlar sağlanamadı ve 1955’den itibaren aramızda soğukluk başgösterdi. Türkiye yavaşça rotayı Rusya’ya döndürmeye çalıştı ama 27 Mayıs 1960 ihtilaliyle DP yönetimden düşürüldü.
1960 sonrası Türkiye-ABD ilişkileri çok sancılıdır. 1962’deki ABD ile SSCB arasındaki Küba krizinde Türkiye adeta iki ateş arasında bırakıldı. 1964 Kıbrıs olaylarında, NATO silahlarının Türkiye tarafından kullanılamayacağına dair ABD muhtırası, siyasi tarihimizde Johnson Mektubu adıyla yerini aldı. Bu olay iki ülke arasında çok ciddi kırılmalar meydana getirdi. Hele 1974 Kıbrıs harekâtı ve arkasından gelen silah amborgosu daha da derin yaralar açtı. 1980 askerî darbesinden sonra ilişkilerde biraz düzelme görüldü ise de soğukluk devam etti.
1991 Körfez krizi, Irak’ın işgali ve yaşanan hadiseler; Ermeni meselesi konusunda gösterdiği ikiyüzlü tavır, ABD’nin imajını önemli ölçüde zayıflattı. Çekiç Güç ile koruma altına alınan Irak’ın kuzeyindeki siyasi yapılanma, Türkiye’de hep kuşku yarattı..
İkinci Irak harekâtı ve meşhur tezkere sırasında yaşanan olaylar halk nezdinde hiç hoş karşılanmadı. ABD demokrasi ve kimyasal silah bahaneleriyle Irak’ı parçaladı, bir milyondan fazla insanın ölümüne sebep oldu. Bu da yetmedi, Suriye’nin parçalanması için bizi de araya sokarak bölgedeki istikrarsızlığı büsbütün kaos haline soktu.
Gerek ülkemizde, gerekse Irak ve Suriye’de faaliyet gösteren silahlı örgütlerin ABD tarafından desteklendiği konusunda halkımız hemfikirdir. Hele Suriye’de, PKK’nin paralel kuruluşu örgütlere açıktan silah desteği sağlaması ABD’ye olan güveni tamamen sarsmıştır. Nitekim geçen gün Sayın Başbakan Binali Yıldırım, Türkiye’deki ABD aleyhtarlığının %80’lerde olduğunu ifade etti. Eskiden ABD karşıtı olarak genellikle sol fikirli yurttaşlar gösterilirdi. Bu kesimin seçimlerdeki oylarını dikkate alırsanız %80 oranını nasıl izah edeceksiniz? Demek ki aradan geçen bunca seneler zarfında, sol kesimin dışında da çok ciddi bir ABD karşıtlığı oluşmuş. Bunu gidermek her şeyden önce ABD’nin samimi politikalar üretmesine bağlıdır. Aksi halde aradaki makas daha da açılır; neticede ABD sadece ülkemizi değil tüm Orta Doğu’yu kaybeder.
Bugüne kadar yaşananlara rağmen ABD’ye karşı düşmanlıktan yana değiliz. İngiliz sözüdür; ülkeler arasında sürekli dostluklar ve düşmanlıklar olmaz. Her zaman yurtta ve dünyada barış ilkesini savunduk. İnsanların huzur içinde yaşayacağı, haksızlığın olmadığı bir dünya istiyoruz. Öyle görülüyor ki, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler yeniden ele alınmaya muhtaç. Bunu Amerika’da dillendiren fikir adamları da var.